in , ,

ENDİŞE’NİN SENDİKACILARI

ENDİŞE

Çukurova’nın az topraklı köylüsü başka yerin az topraklısına benzemez.

Çukurova dümdüz, engin bir ovadır, umuttur, ipileyen alaca göğün altında bir nefes; nemli, sarı sıcak bir günde boğuntudur. Boz topraklarda fışıldayan sinsi yılanların ana yurdudur; bakımsız, yalın ayaklı, yırtık fistanlı bebelerin çapaklı gözlerinde beyazsinek, sıtmadan insanları kıvrandıran sivrisinek, çorbadaki karasinektir. Sıcaktan bunaldığında serinlemek için girdiği kanalda boğulan çocukların çığlığıdır. Uçsuz bucaksız ovada boğuntulu, sarı sıcak göğün altında yağan kar misali apak pamuktur, derttir, mihnettir, uzun günün uzun boyunda bitmeyen dirençtir.

Şimdilerde her yer portakal bahçesi olsa da o zamanlar yörenin yakın çevresi hariç, gözün alabildiği her yer tarlaydı, uçsuz bucaksız topraklarda en çokta pamuk yetiştirilirdi. Henüz göç almamış beldenin sakinleri, iki üç kuşak geri gidildiğinde birbirine yakın akraba çıkan büyük bir aşiretin insanları gibiydi. Çoğu az topraklıydı, çiftlik sahibi olanların sayısı azdı, iyi ki azdı, aksi halde az topraklıların sayısı iyice azalır, ötekilerin yanında maraba olurlardı. Ovanın derinliklerinde ‘taaa oralarda bizim’ derken eliyle görünmez yerleri gösteren, bastonlu, tengerlek şapkalı, sert bakışlı, kara yüzlü, şişko, vicdansız adamların merhameti altında şu dünyada sığıntı gibi yaşamak…

Çukurova’nın az topraklı köylüsü başka yerin az topraklısına benzemez. Geniş ovada az ölçütü de ona göredir, üç yüz dönümden aşağı arazisi olan çiftliğe gidiyorum derse ayıplanır, dalga geçilirdi. Çiftlik denilince görünmez sınırların ortasına kurulan evlerin, ağaçların, marabaların, tavukların, atların, ineklerin, traktörlerin olduğu tarlaların ortasında bir yer akla gelir. Bazen uzaklardan, yayla gibi cinsinden havadar, Amerikan tipi, geniş kapılı, büyük otomobillerin yaylanarak geldiği, içinden çıkanların etrafa şöyle bir bakıp gönül eğlendirdiği bir yerdir.

İşte bu tiplerden pek fazla yoktu bizim oralarda. Topraksız köylüler olsa da çoğunluğu az topraklıydı, bu yüzden çoğunlukla işlerini kendileri yapmak zorundaydılar. Pamuk, susam tarlalarını sulama işlerini kalabalık aile efradıyla yapsalar da daha zahmetli, yoğun emek isteyen pamuk, portakal toplama gibi işlere yetemezlerdi. Bu yüzdendir ki yerli halktan kafileler traktörlerle yollara düşerlerdi. Günler öncesinden amele başı, elci tarla sahibi ile görüşür, yapılacak işi ayarladıktan sonra tarlada çalışacakları arar, ekibini kurardı. Şimdilerde pek yaygın olan, adına taşeron denilen aracıların, emek taciri, işçi simsarlarının tarımdaki karşılığı, başka bir türü gibiydi elciler, toplanan pamuktan kilo başına ücretten bir pay alırlardı. […]

Ne zaman ki doğudan başkaları geldi, yerli halkın bu hayat tarzı değişti. Artık onlar pamuk toplamaz, tarlada pek çalışmaz oldular, onların yerine bu işi yapan daha ucuz ırgatlardan bol miktarda vardı ortalıkta. Öyle ki, bir zaman geldi, açlıktan ağzı koksa bile, olur mu, etraf ne der diyerek çalışmayanlar, çalışanı küçümseyenler çoğaldı, onlar sözüm ona en alasından ağaydı, çay parasına muhtaç olsalar da ağaların eli tutulmazdı.

Büyük toprak sahiplerinin hiçbir zaman böyle bir dertleri olmamıştı, onlar has ağa idi; beslemeleri, eşkıyaları, elleri mecbur onun kapısında beklemek zorunda olan görece daha özgür köylüleri ile acımasız, kızgın, Çukurova toprağı gibi sert yedi köyün ağaları…

Yeni gelenlerin halleri yerleşik halkın ilk hallerinden çok daha beterdi. Bu insanlar tarlalarda çadırlarda kalıyorlardı, yokluk, yoksunluk, sıcak, karasinek, sivrisinek, beyazsinek, yılan, çıyan… Bu şartlarda çalışmak zorunda kalan doğudan gelen bu Kürt yoksulları için Çukurova iş kapısıdır, dert kapısıdır. En alttakilerin bu hallerine acıyarak bakan yerli halktan kimileri kendi hallerine şükrederken kimileri de bu insanlara acımadı ama kurtuluş yok tek başına diyerek onlara yardım elini uzattı.

İşte böylesi bir ortamda filizlendi, Yumurtalık’tan kuş uçumu yaklaşık 40km doğuda bulunan Erzin’deki sendika. Bir grup insan bu konu üzerinde tartışıp görüştü. Altmış sekizlilerdi tümü. Öncü kadronun hemen hepsi, Deniz Gezmiş’in de kurucuları arasında olduğu, eski Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu taraftarıydı. 12 Mart askeri faşist darbesinden sonra Ecevit-Erbakan hükümetinin görece daha özgür ortamında Çapa-İş adıyla sendikayı kurdular. Sonraları Osmaniye ve Kozan ülkücülerinin küçük Moskova diyerek sıklıkla silahlı baskınlar düzenlediği, akşamları silah seslerinin yeri göğü inlettiği, Alpaslan Türkeş’in bile burnunun önüne düşen taştan sonra konuşma yapamadan apar topar terk ettiği yörede aynı ekibin bir kısmı Yurtsever Devrimci Gençlik Derneğini kurdu. Sayıları az olsa da THKP-C geleneğinden gelenler de ayrı bir gruptu. Daha sonraki süreçte dernek ile sendika paralel çalıştı, öyle ki kullandıkları mekân bile aynı yerdi, çarşı meydanındaki ulu çınar ağacının yan tarafındaki pasajda geniş bir kapalı alanı ve ayrıca bir bahçesi de vardı. Devlet, devrim, emperyalizm, felsefe, tarih gibi çok değişik konularda seminerler verir, paneller düzenlerlerdi, yazları çok yoğun katılım olurdu. Bu mekânın hemen yanında da bir sulama kooperatifinin merkezi vardı, bu kurum daha önce kurulmuş olsa da ikiye bölünmüş, ana caddenin sağ tarafındaki tarlalardan sağcıların, sol tarafındaki tarlalardan ise solcuların kooperatifi sorumlu olmuştu. Zaman içinde sağcıların kooperatifi dağılmıştı ama solcularınki sendikacı ekiple yakın işbirliğine girmişti. Kooperatif orta sınıftan tarla sahiplerine hitap ettiği için sınıfsal temeli itibarıyla farklı olduğundan sendikaya göre kökleri yörede daha sağlamdı. Ayrıca sendikanın TÖS’den sonra kurulan TÖB-DER ile de sıkı ilişkileri vardı.

Çapa-İş sendikası, çalışma alanını en alttakilerden başlatmıştı, ırgatların sendikasıydı. Başkanı mahallemizdendi, abimin de yakın arkadaşlarından biriydi. O bizim Şemsi abimizdi, iktisatçıydı.

Çapa-İş sendikasının ilk örgütlediği grev, yine mahalleden birinin tarlasında olmuştu. Tarla sahibi az topraklı bir aileydi ve sendika başkanının da çok yakın akrabasıydı. Sendikanın ileri gelenleri de az topraklı ailelerin çocuklarıydılar. Tıpkı kendileri gibi aynı sınıfsal katmandan gelen ve çoğu ile hısım, akraba olan tarla sahipleri ile karşı karşıya gelmek… Mevsimlik işçileri örgütlerken az topraklı köylüleri ya da küçük burjuvaları karşılarına almak küçük bir kasabada (sonradan ilçe oldu) nasıl bir durumdur? Elbette ki yöre insanlarının dünyaya, emekçilere bakışı bu durumda belirleyicidir, zaten aynı yerden böylesi bir sendikanın filiz vermesi sorunun cevabını içinde barındırmıyor mu?

Soldan sağa; İbrahim Vural, Tuncay Kunt, Şemsettin Eser ve Ahmet Özsoy

Bir gün duyduk ki işte bu Çapa-İş Sendikasının başkanı, üç üyesiyle birlikte Yılmaz Güney’in bir filminde oynayacaklarmış, ortalık çalkalandı, kızanlar, sevinenler…

Film, tam da sendikanın hedef kitlesinden insanları anlattığı, onların sorunları ile ilgili olduğu için hem sendikacıların hem de filmi çeviren sanatçıların ortak noktada kesiştiği, birbirlerini beslediği çok güzel bir ortam sunuyordu.

Yılmaz Güney için oynadığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi oynayan sanatçı derler, işte onun organize ettiği filmde rol verilen bu sendikacılarda hayatın içinden birileriydiler, rol yapmıyorlardı, zaten her gün içinde oldukları faaliyetleri filmde oynuyorlardı.

Film; tarımda kapitalistleşme sürecinin hız kazandığı bir dönemde, feodal kalıntıların bir uzantısı olarak kan davası yüzünden kendisinden istenilen kan parasını temin edemeyince öldürülme tehlikesi olduğu için sürekli bu endişeyle yaşayan Cevher bağlamında hızlı bir geçiş döneminin ilişkilerini yansıtır.Radyo haberleriyle dönemin belli başlı olaylarını da arka planda verirken sanki bu sahneleriyle Orhan Kemal romanlarını çağrıştırır. İnsan, makine, insan sarmalında emeğin ve sermaye sahibinin pozisyon almasını hiçbir söz katmadan, insan suretlerinden, makinenin işleyişinden kamera açılarıyla da güçlendirerek vermesi izleyiciyi adeta çarpar. Makineleşme toprak sahibinin yüzünü güldürürken zaten hayata zor tutunan emekçiler için daha beter sefalettir, hele ki kan parası için didinen Cevher için ölüm demektir, temsil ettiği feodal değerler bağlamında bir yok oluştur.

Endişe filmi, 1975 yılında Antalya Film Festivalinde en iyi film ve en iyi senaryo ödüllerini almıştı.

Filmin künyesi şöyledir:

Oyuncular: Erkan Yücel, Kamuran Usluer, Ayşe Emel Mesçi, AdemTolay

Senaryo: Yılmaz Güney(1)

Yönetmen: Şerif Gören

Müzik: Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu

1() Yılmaz Güney’in asistanı Ali Özgentürk, bu filmin senaryosunu kendisinin yazdığını ama ticari kaygılarla Yılmaz Güney adının lanse edildiğini ve bunu seve seve kabul ettiğini yazmıştır. Endişe filmi çekimlerinin başlamasını, senaryo yazım sürecini, Adana’yı ve Yılmaz Güney ile ilişkisini adı geçen kitapta anlatmıştır. (Bakınız; Adana’ya Kar Yağmış, Derleyen: Behçet Çelik, Sayfa 42, İletişim Yayınları, Baskı:1, 2006)

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Ab 9. September: Sparda-Bank-Beschäftigte zwei Tage im Ausstand

Bundestagswahlen 2021 in Hamburg