in ,

Erinç BÜYÜKAŞIK: Okur-Yazar ve Bugünün Işığında Metin Kavramı (II)

Dile Gelen İnsan

Yazma ve okuma eyleminin biçim değiştirdiği günümüzde facebook üzerinden oluşturulan “fan” sayfalarından, blog sitelerine kadar her şey okuru elbette “görünürlüğe” bağımlı kılmaktadır.

DEĞİŞEN OKUR-DEĞİŞEN YAZAR

Yazar, ne derece egemen ideolojinin anlatıcısı konumuna taşınmış ve tüketim ideolojisi  metni “nesne”leştirmiş olsa da okur ve yazar arasındaki bağın kendine özgülüğü bulunmaktadır.En önemlisi yazma eyleminin yazar ve okur adına “özgürlük”le kurduğu bağ yazmak ve okumak eylemlerini “sığ sular”da boğulmaktan kurtaran ve açık denizlere ulaştıran itici ve yaratıcı gücü olabilmiştir. Bugün sanıyoruz hem okur hem de yazar olarak “Yaramaz” çocuk olmanın zamanı da gelmiştir bu anlamda. Bu “yaramazlık” hali yazarı ve okuru boğan “iktidar” dilinin de sarsılması ve yıkılması demek olacaktır. Sosyal medyanın çoktan belirlenmiş “kod”larının ne derece sarsıcı veya yaratıcı olabildiği veya olabileceği sorusu baştan olumsuz yanıtlarını da peşi sıra getirebilmektedir.

Sanatın bir eylem olarak ortaya çıkış, metin çerçevesinde bir dizgeye dönüşümünde sanatçının ideolojisi, toplumsal süreçlerin birer ürünü olan tüm birikimler ya okurdan kopuk ya da okuru yeni bir yazara dönüştüren paradoksa sahip olmuştur. Okumak ve yazmanın bir eylemlilik olarak yazarın ve okurun bireysel ve toplumsal süreçlerinin izleriyle doğmuş olduğu gerçeği metindeki tip ve karakter çözümlemelerinde yazar biyografilerinin de gözden geçirilmesine yol açmıştır. Kuşkusuz bu durum çok da yanlışlanır bir çözümlemeye karşılık gelmemektedir. Ancak yazmanın ruh haritası ne derece karmaşıksa metnin de kendine özgü bir karmaşık bağlamı olması kaçınılmazdır. Roman ve öykü yüzyılların içinden değişim, dönüşüm ve doğal olarak insanın evriminin bir uzantısıyla okurun karşısına çıkar. Bu evrimsel süreç kitabı, dil, biçem, anlatıcı ve metnin kültürel coğrafyasıyla bir bütün olarak başkalaşıma uğratabilmiştir. Don Kişot, Sanco Panza, Rosinante bir şövalyelik anlatısının nasıl uzağında ve yeni bir anlatı tipinin habercisiyse, Kafka’nın Joseph K’sı, Dostoyesvki’nin Raskalnikov’u, Orhan Kemal’in Murtaza’sı da benzer birer dönüşümün tip ve karaktere yansıyan yüzleridir. Bugünün müşterilerine kolay tüketilir metinler sunan internet edebiyatı için açıkçası ne Oğuz Atay’ın hayaleti, Can Yücel’in Datça’sı, Cemal Süreya’nın eksik harflerinin estetiğnden, ne de Turgut Uyar’ın imge ustalığından söz edilebilir. Ancak bunların kötü okumalarından oluşan bir ruh halinin sindiği düzelti sorunlu, az sözcükle yetinen bereketsiz bir “iklim”den dem vurabiliriz.

Evrensel Metinden “Global” Anlatıya

Evrenselleşmek anlatının bir zaman sonra okura yansıması adına yazınsal bir yazgı olarak karşımıza çıkmaktaysa, okurun metni bir on yıl sonrasına bile taşımayacak derecede değersiz bulması, metni edebiyat çöplüğüne fırlatması da mümkündür. Bu durumun belirleyeni yazardaki tanıklığı ne derece kendinleştirdiğiyle de ilgilidir kuşkusuz. Don Kişot’un düşleri kimi noktada hasta bir beynin dışavurumu gibi görülürse de bugünün okuru için evrensel düşlerin yüzyıllar öncesinden muştucusu olması da yazarın tanıklık ve yaratıcılık uzlaşmasındaki ustalığıyla ilgili olabilmiştir. İnsanlık tarihinde sözlü anlatının doğuşuyla başlayan “metin” kavramının ilk aşamada sözlü verimlerin transkripsiyonu olarak “yazı”ya dönüşümü aslında okurun da, dinleyenin de etkileşim içinde olduğu yaratma sürecinden bugüne ulaşıldığını göstermektedir. Evrenselleşmeyi yaratan belki de sözlü anlatıdan bugüne miras kalanlardır. Don Kişot’u Cervantes’in romanı olduğu kadar sözlü şövalye öykülerinin birer alegorisi olarak okumak da bu açıdan mümkündür. Aisopos Masalları Sokrates tarafından şiirleştirildiğinde hem Sokrates’in yaşadığı çağın tanığı bir alegori metne sinebilmiş, hem de sözlü geleneğin izleriyle fabl, insanlık yergisine dönüşebilmiştir. Okurun bu noktadan kolektif bilinçaltını metin çerçevesinde keşfetmesi mümkün olabilmiştir. Ardı sıra Anadolu’da hayvan masallarının sözlü anlatı geleneğinin bir parçası olarak yayılması, La Fontaine masallarının bu anlatıcılık geleneğinin Batı Ortaçağı’na taşınması sonucu ortaya çıkışı tam da sözünü ettiğimiz metin-yazar ve okur ilişkisini toplumsallaştırabilmiştir.

Yazarın okurdan beklentisi “yaşam algısının” ve “anlam” arayışının bir uzantısı olarak geçmişine ve kolektif bilince yaslanır tüm bu aktarımlar doğrultusunda. Kimi noktada okurun beklentileri, kimi nokta da yazarın okurundan beklentisi metnin doğuş sancılarıyla birlikte karşımıza çıkar. 14. yüzyılda kaleme alınmış olan “Canterbury Öyküleri” de benzer bir sürecin sonucunda sözlü gelenekten aldığı mirası işleyen Chauser’in sözlü anlatıya edebi bir şekil katarken okuruna yaslanma sonucu yazılı metin aşamasına dönüşmüştür. Okuru metnin içine katmak, eğlenceli bir okuma uğraşını yaratmak adına yazar, kurmacayı indirger, varolmayan bir hacılar topluluğunun anlatıcısı görevini üstlenir. Ortaya çıkan çerçeve öykü, geleneksel ve sözlü anlatının yazıya dönüşümünde tam da başta sözünü ettiğimiz “transkripsyon” aşamasına karşılık gelir. Tüm anlatıların birbirinden beslenen, bir öncekine gönderme yapan evrimsel bir sürece sahip olduğunu söylemek mümkündür. Yazarın katkısı anlam arayışında değişeni, dönüşeni ve evrimselleşen döngüyü yeni “metne” yansıtmak ve kurguladığı “tip” veya “karakter”de evrensel insanlık durumunu bir şekilde vurgulamak olmuştur. Bugünün metni de post-yapısalcı anlatışıyla söz konusu metinlerin yeniden birer yap-boz oyunu gibi parçalanıp birleştiği ve yeni bir dilden öte, öncekinin parçalanmasından oluşan “popüler metne” dönüşmeye başlamıştır. Okurun talebi metni değiştirmiş, büyük anlatıların yerini, klişe “bağlam”larla oluşan çok satanları da yaratabilmiştir.

Yaşamın evrensel ilişkileri, insanlık halleri yazarın sözlü anlatıdan modern anlatıya dönüşen yazınsal sürecinde yine toplumsal gelişmeler doğrultusunda metnin “bağlam”ını belirlemiştir. Bugünün yazarı ve okuru için metni tek bir sorunun yanıtı olarak görmek mümkün değil elbette. En azından kalıcı bir anlam buharlaşmasından öte belirsizliklere de yer veren yeni bir metnin doğuşu yazarını ve okurunu da değiştirebilmiştir. Don Kişot’un düşleri Godot’un geleceğine dair karamsar bekleyişini sürdüren Beckett’in anti kahramanları için ne derece mümkündür. Hayatın göstergeleri başka göstergelerle birlikte anlam kazanırken metinde anti kahramanın kötümserliğinde bile kurtuluşa gizli bir niyetin var olduğu söylenebilir. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ında Bay C’nin saf olan sevgiyi arayışında, babasına öfkesinin ardında onun kadınlarla hoyratça kurduğu cinselliğin yatmasında yine benzer bir anlam arayışı okura yansıtılmıştır. Bu anlam arayışı bugün başka bir gerçeği de yaratır: Okur çağın okurudur, o halde tüketim nesnesi sayılan kitap da okurun beklentisine yanıt verir. Bay C, günümüz okuru için başka bir kimlik arayışının öznesi olabilir. Belki de yabancılaşmış “ben”in pazardaki muteberliği doğrultusunda okur tarafından bir pop-ikonu gibi algılanır hale gelebilmiştir. Blog sitelerine düşen yüzeysel metin çözümlemeleri ışığında metin okurun yeniden yarattığı bir söz dizgesine dönüşebilmiştir.

Benzer şekilde bugün “Yazınsal Metin” küresel ekonomik zincirin halkalarından birine dönüşüyor, internet üzerinden sorgusuz ve sualsiz. Edebiyat bloglarının olgunlaşmamış, emek harcanmamış, öncüllerini izleme yoksunu metinlerden oluşması da çağcıl algının getirdiği yeni yazma süreciyle ilgilidir sonuçta.

Yazma ve Okuma Sürecinde Çağa Düşenler

Yazmak ve okumayı bir anlam arayışına dönüştüren süreç kimi noktada yazarın “çıkmaz” sokaklarında “nihilist” bir yorumla karşımıza da çıkabilir. İlk okumada bir anlamsızlığın keşfi sayılabilecek yeni bir metin oluşumundan söz ediyoruz kuşkusuz. Beckett’in “Godot’u Beklerken” dünyaya dair bir umutsuzluğun resmi gibidir. Ancak okur adına tüm umutların kapandığı bir kapıdan da söz etmek mümkün değildir aslında. Klasik veya geleneksel anlatıda “ideolojik” iyimserlik veya okurun beklentisini karşılama yerini bekleyen iki serserinin, yozlaşan, çürüyenin karşısındaki “Godot” umudu vardır. Ne derece geleceği belli olmasa da metin okuruna “yokluk” veya “tükenişlik” duygusu yüklemez. Tüm belirsizliğin içinde de okurun keşfedebileceği veya tünelin ışığı olarak varsayabileceğimiz bir “umut” söz konusudur. Modern anlatıyı besleyen tam da bu noktada insanın farkındalık alanının genişlemesi ve metnin insanı kuşatan tüm iktidar ilişkilerini sorgular hale gelmesidir. Nikos Kazancakis’in “Zorba”sında postmodernist sayılabilecek bir anlatımla iki erkeğin sıradışı dostluğu söz konusu “iktidar” sorgulamasıyla verilirken okurun da farkındalık yolculuğunda zorlu taşlar döşer yazar. Ege’nin güney sahillerinde iki farklı felsefenin çatışması arayış halindeki genç aydınla, yaşlı bilgenin ilişkileri çerçevesinde verilir. Dünyaya bir seyirci olarak bakmayı bırakmak ve yaşamı doyasıya yaşamak felsefi bir önerme olarak ortaya konulur metinde. Bu sefer anlam arayışı yaşamı keşifle birlikte okuru da yeni yolculuklara sokar. Yazmak yazarca bir ayrışmayı farkındalıkla birlikte gündeme getirir. Dolayısıyla okur da bu ayrışmanın parçası olacaktır. Tam da Kazancakis’in mezar taşına yazdırdığı yaşam öğretisidir bu:

“Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”

19. yüzyıl Rus romancısı Gonçarov için de benzer durum geçerlidir. Yazarın yarattığı “Oblomov” karakteri bir anti-kahraman olarak sanayileşmenin, endüstrileşmenin sonucu yaşanan “Oblomovluğun” eleştirisidir. Eylemsizliğin bir karaktere dönüşümü, edilgenliğin tercihi Oblomov’la karşılığını bulurken Stoltz Avrupa’nın yeni burjuvazisinin “etken”liğini simgeler. Derin düşüncelere dalan eylemsiz kahramanla, artı değer ve kazanç güdüsüne sahip Stoltz, kapitalizmin yarattığı yeni insanın da habercidir. Godot’u Beklerken’deki karamsar edilgenlikten öte “köleleşmeyen” tembelliğin bir ütopyası söz konusudur adeta. Modern anlatının okura yeni bir “kahraman”ı muştuladığını Oblomov’la birlikte görebiliriz, kuşkusuz Gonçarov bu metinle düşe yenilmiş, kaybeden bir doğulunun resmini çizer okura. Kafka’nın karamsar anti-kahramanlarına benzer bir yenilgi hali değilse de bir zaman sonra modern anlatı “Oblomovluğu” karakter ve tip yaratımında başucu kaynak sayacaktır. “Hep hazırlanan, hayata başlamaya, yataktan kalkma eylemine başlamaya, yüzünü yıkama eylemine, giyinme eylemine başlamaya hazırlanan” Oblomovluk eylemsizlik haliyken Kafka’da bu durum bir edilgenlik olarak karşımıza çıkar. Baba simgesinin getirdiği acizlik ve çaresizlik Kafka karakterlerindeki korkunun kaynağıdır. Okuryazarın yarattığı kahramanda toplumsal bir korkuyu keşfederken, Oblomov’da bireysel rahatlığın bozulmaması isteği söz konusudur. Metin-yazar-okur üçgeninde toplumsal süreçlerin yazara yüklediği atmosfer yazarın bireysel yaratma süreciyle pekişerek bir yandan tembelliğin alegorisini yapar, diğer yandan baba figürüyle yaşanan kıstırılmışlığın karakterlere yansıyan yönleri çıkar karşımıza(Kafka örneğinde olduğu gibi).

Metin okumaları doğrultusunda benzer sorular ışığında okurun yazara dair beklentisi kadar çağın yazara biçtiği roller de ele alınmalıdır. Bu anlamda Orhan Kemal’in Murtaza’sı üzerinde durulması gereken bir roman kahramanıdır. Dürüstlüğün alegorisi “Murtaza” tipiyle aktarılmıştır Orhan Kemal tarafından. Ancak bu dürüstlük sistemin kurallarıyla, iktidar olgusuyla uzlaşan bir “kanun, devlet” yanlısı dürüstlüktür. Bekçilik vazifesiyle başlayan ve sınıfsal karakteriyle çelişen bir “sistem” kollukçusu olmanın ötesine gitmeyen bu durum Murtaza’yı hem mahalle hem de fabrikadaki işçilerin “öteki”leştirmesine yol açar. Disipline sokmak istediği işçilere karşı fabrika müdürünün rollerini üstlenmesi tipin bir trajikomik öğeye dönüşmesini de beraberinde getirir. Fabrika bir eğretileme olarak düzenin mekanik doğasını yansıtırken, düzenin aksaksız işlemesini isteyen Murtaza kızının ölümüne yol açacak kadar kendi sınıf gerçekliğine dair bir yabancılaşma içindedir. Modern anlatıdaki alegori bu sefer düzenin işleyişine katkıda bulunan “yabancılaşmış” bireyle yansıtılır okura. Ait olunmayan sınıfın çıkarlarının bekçisi milyonların eğretilemesi olarak da algılanmalıdır bu metin. Yazıdaki anlam arayışı bu yabancılaşmanın katı gerçeğiyle karşımıza çıkar bu sefer. Neyle suçlandığının bilgisine sahip olmayan Josef K’nın dava sürecinde sistemi düzeltme uğraşına benzer bir kendince sisteme katkıdır Murtaza’nın fabrika yaratmaya çalıştığı disiplin. İki metin adına söylenebilecek ortak izleği paylaşırsak, özellikle sistemin kurumlarıyla insanı nasıl köleleştirdiği farklı tablolarla yansıyabilmektedir. Elbette K’nın sistemin boşluklarından yararlanarak aklanmaya çalışma çabasından farklı olarak Murtaza fabrikanın ve sistemin başlıbaşına kollukçusu, savunucu konumundadır ta ki aynı sistemin kızını ağır çalışma saatleri sonucunda kurban edişine kadar.

Yazarın, yaşam tanıklığı dolaylı veya doğrudan okurla metin aracılığıyla kurduğu bir anlam arayışının sonucunda ortaya çıkmaktadır. Anlamın göstergeler dünyasında insanlık öyküleriyle metne girişi yazarın kaçamadığı veya belki de zorunlu olduğu bir durum olagelmiştir. Söz konusu gerçekliğin sözlü anlatıdan yazılı anlatıya kadar insanın tarihsel evrimiyle şekil değiştirmesi de kaçınılmazdır. Üstelik bugün bu okur-yazar ilişkisi “cilalı imaj çağı”nın dayatmasıyla yazarı bir reklam metni üretircesine okurca görünme zorunluluğuyla kuşatmaktadır. Sanal dünyanın pazarında kendi “fan”larına muhtaç, twitter takipçi  sayısı kadar yayınevlerince makbul bir yazarlık algısını da yaratmıştır bu durum. Belki de bugün edebiyat en büyük kaybını mürekkep ve kağıtla kurduğu bağı yitirip, internetin belirlediği egemen dilin “sözde” özgürlüğüyle dile gelmesi sonucu yaşadığı söylenebilir.

Yazma ve okuma eyleminin biçim değiştirdiği günümüzde facebook üzerinden oluşturulan “fan” sayfalarından, blog sitelerine kadar her şey okuru elbette “görünürlüğe” bağımlı kılmaktadır. Herkesin bir gün beş dakikalığına şöhret olacağı öngörüsüyle birlikte yaşanmaktadır bu durum.  Tüm ruh halleriyle, değişen ve dönüşenleriyle insan, internet sitelerinde edebiyat yine kitaplardaki gibi yaşamaktadır. Popüler kültürün tahrip ettiği nice şeye karşın edebiyat yine insan için ve insanla yaşamaya devam ediyor kuşkusuz. Sığlaşarak, dil yoksunluğuyla, yinelenmiş söylemlerle elbette. “Yine de iyimserlik” diyerek çağa tanık olan yazar ve okurun metni kendi özgünlüğünde alımladığı söylenebilir . Söz konusu durum, tam da teknolojinin köleleştirdiği “imaj çağı”nın kaçınılmazı da sayılabilir. Anlaşılan o ki insanlık tarihinde Prometheus’un ateşi çalması yeterli olmamış, insanın mitik dünyasında ölümlü Herakles tarafından kurtarılan Prometheus’un şu sözü yazarın yaşadığı çağa tanıklığı adına ipucu olabilmiştir, üstelik çağın körelten, yaratıcılıktan yoksunlaştıran “sanal” dilini de tartışmaya daha fazla sokarak.

“Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur“

Erinç BÜYÜKAŞIK

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Nachwuchs-Lehrgang in Ägypten

Abschlusserklärung des Großen Alevitischen Kongresses