in , , ,

Türkiye sosyalistlerinin faşizmle imtihanı

(12 Eylül günleri)

12 Eylül 1980 darbesi, tarihe, faşizm analizi ve faşizme karşı mücadele konusunda Türkiye solunu üst düzeyde test eden zorlu ve bütünsel bir sınav olarak geçti. Sosyalist sol olarak bu sınavdan başarıyla ve alnımızın akıyla çıktığımızı söyleyen varsa elini kaldırsın

Yaşar Ayaşlı

Kaypakkaya’nın tezlerini referans belirtmeden kopyaladığı için Halkın Kurtuluşu’nun (TDKP) faşizm konusunda özgün bir yanı bulunmuyor. Başkalarından farkı Marksist-Leninist faşizm analizinin kafasını gözünü yarması ve o dönemde savunduklarını günümüze taşıyacak kadar inatçı olmasıdır.

“Türkiye’nin gerici bir burjuva despotluk olan burjuva devleti, … ‘yukarıdan’ egemen burjuvazi ve devleti eliyle gerçekleştirilen ‘Tek Şef’ ya da ‘Milli Şef’ adıyla ‘tek parti diktatörlüğü’ olarak faşist diktatörlük biçimine bürünmüştür. Sonra dünya ölçeğinde faşizmin ezilmesiyle ‘çok partili hayat’a geçiş zorunlu olmuş, ama bu kez yeni sömürgeciliğe başvurmuş Amerikancılıkta sınır tanımayan Bayar-Menderes’in kurmaya giriştiği faşist rejime tanık olunmuştur. ‘Aşağıdan’ unsurlarla birleşmiştir, ama yine ‘yukarıdan’ egemen burjuvazi ve devlet eliyle kurulmuştur. Ardından 12 Mart’ın yarı-askeri faşist diktatörlüğü sökün etmiş, yine ‘yukarıdan’ ve darbe ile gelmiştir. 12 Eylül faşizmiyse onun tamamlayamayıp yarım bıraktığını tamamlamak üzere aynı şekilde ‘yukarıdan’ ve bir darbe aracılığıyla toplumun üstüne bir karabasan gibi çökmüştür. Şimdiyse, Bayar-Menderes’in yarı aşağıdan dayattıkları faşizm bir yana ilk kez ‘aşağıdan’, kitle hareketi üzerine binerek kurulması zorlanan bir faşist diktatörlük deneyiyle yüzleşilmektedir.”(abç) [1]

EMEP yazarı yüz yıl boyunca ekonomik ve siyasi kriz, sermaye birikimi, işçi hareketi ve devrimci mücadele, Kürt meselesi, egemen sınıflar içi çelişkiler, emperyalist hegemonya ile ilişkilendirilmemiş, tepeden kumandayla işini bir “yukarıdan”, bir “aşağıdan”, dört “yukarıdan” iki “aşağıdan” hamlelerle yürüterek sürekliliğini koruyan bir faşizm tarifi yapmaktadır. Yüz yıldır iktidarda olup, eğer devrim olmazsa bir o kadar daha yerinde kalacak bir sürekli faşizm yani.[2] 12 Eylül’den önce askeri faşist darbe olasılığı hakkında öngörüde bulunmayan tek grubun TDKP olması tesadüf değil. Şahsen ben de farkında değildim, (öz)eleştiri yaptıklarında fark eden başkalarından öğrendim: “O dönemin yazılı belgeleri, gericiliğin ve burjuvazinin hedefinin kitle hareketini ezip dizginsiz bir rejime geçme olduğunu tespit ediyordu. Bu tespitler doğruydu. Ne var ki darbe olasılığına değinmiyordu.”[3] TDKP Merkez Komite üyeleri, “12 Eylül ‘den bir hafta önce yaptıkları toplantıda, darbe ihtimalinin olmadığı sonucuna varmışlardı.” [4]

Halkın Kurtuluşu, hep faşizme karşı mücadeleyi devrim meselesi olarak görmekle öğünüp durdu. Oysa “milli burjuvazi”yi devrimin ve faşizme karşı mücadelenin müttefiki olarak gören TKP ve onun düzen içi Ulusal Demokratik Cephe’si (UDC) ile aynı zeminde durmaktaydı: “Türkiye’de anti-emperyalist ve anti-feodal cephenin sınıf muhtevasıyla, anti-faşist cephenin sınıf muhtevası ayrı ayrı değil, aynıdır. Dolayısıyla anti-faşist mücadele emperyalizme ve feodalizme karşı mücadeleden ayrılamaz ve bu mücadelenin amacı devrimci iktidarı (işçi-köylü iktidarını) kurmaktır.” [5] “Anti-kapitalizm” bunun neresindedir? “Anti-emperyalizm” ve “anti-feodal”likle sınırlanmış bir “anti-faşist cephe”, kapitalizmi ortadan kaldıramaz. Çünkü hedefte proletaryanın baş düşmanı tekelci burjuvazi yoktur. MDD’cilikte ısrarlı TDKP, cepheye “milli burjuvazi”yi de dahil ettiği ve “toprak devrimi”ni esas aldığı için, “milli burjuvazi”yi ürkütmemek adına “anti-kapitalizm”i ıskalamaktadır. Oysaki, anti-kapitalist olmayan anti-faşizm, Marksist sosyalizmin değil orta sınıfların anti-faşizmidir. Hedefi sermayenin politik ve iktisadi egemenliğine son vermek olmayan bir anti-faşist mücadele kapitalizm sınırları içinde kalmaya mahkûmdur.

Öte yandan faşizme karşı mücadele anlayışını Mahir Çayan’ın tezleri doğrultusunda sol bir anlayışla sürdürenlerin başını ise Devrimci Sol (diğeri MLSPB) çekmiştir. Dev-Sol adını taşıdığı dergisinin 1980 Mart’ında çıkan ilk sayısında Genelkurmay’ın iki ay önceki muhtırasını, “ordunun dolaysız iktidarının artık kaçınılmaz hale geldiğinin belirtisi” sayan isabetli bir yorum yapmıştır.[6] Askeri diktatörlüğün karakteri ve nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda da yanlış yerde değildir. Hatası “sürekli faşizm” ve “öncü savaşı” anlayışlarından kaynaklanan bir bakış açısıyla darbeyi ve değişen koşulları önemsememesidir. 12 Eylül’ü, sıkıyönetimin 13’ten 67 vilayete çıkarılması olarak küçümsemesi, peş peşe ağır darbeler almasına mal olmuştur.

Siyasi bir hareket ve örgüt olmadığı halde devrimci hareketin Dev-Yol, Kurtuluş gibi kesimlerini liberal yönde etkilemeye çalışmakla kalmayan, üstelik bunda da başarılı olan Birikim dergisi, çevirileri ve yorumlarıyla Marksist-Leninist faşizm analizine muhalifliğin başını çekmiştir. Birikim başyazarı Ömer Laçiner MHP ile sınırladığı faşizmi, kapitalist gelişmenin geleneksel yapıyı zorladığı (feodalizmden kopuş) ekonomice geri bölgelerde, örneğin Çorum-Erzurum-Gaziantep üçgeninde ortaya çıkmış bir küçük burjuva reaksiyon hareketi olarak resmetmiştir.

En geri sol fraksiyonlar bile Maraş katliamının ardından 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmesinin, 12 Eylül darbesine uzanan bir köprü olduğunu tahmin etmekteydiler. Herkesin farkında olduğu bu gerçeği Birikim başyazarı Ömer Laçiner görmemekle kalmadı, “ordu komuta kademelerinin… karmaşıklaşan Türkiye toplumumu ‘yönetecek’ durumda” olmadıklarını, bu yüzden bir darbe yapmayacaklarını, öyle olsa bile var olan partilerden birinin güdümüne girmek zorunda kalacaklarını, zaten ABD ve AET’nin (AB) de “askeri diktatörlük”lere karşı çıktıklarını ve bundan böyle “ilkel diktatörlük” yöntemlerini terk ettiklerini iddia etti.[7] Gelgelelim iki yıl içinde olmayacak dediklerinin hepsi oldu.

Ö. Laçiner faşizmi geri ekonomik biçimlerin ürünü olarak görmekle kalmıyordu, “anti-komünist tepki ve korkular”a, “kompleks bir antikomünizm”e bağlayarak psikolojik bir tanım yapıyordu. Böylece, “faşizmin komünizme karşı bir savunma tepkisi olarak doğduğu”nu öne sürüp, Nazi suçlarını “Bolşevik suçlarının kötü bir kopyası” diye mazur gösteren Nolte’ye yaklaşmış oldu. Oysa A. Türkeş bile kendi hareketini böyle dar bir alana hapsetmemiştir: “Siyasi hareketimizi sadece komünizme karşı bir reaksiyondan ibaret görmemek lazımdır. Biz aynı zamanda milletimizin… süratle kalkınmasını sağlayacak meşru bir siyasi reaksiyonuz.” [8] Laçiner, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin ardından yaptığı politik durum değerlendirmesinde, cuntanın “biz sadece terörizme karşıyız” ve “Sovyetler Birliği’yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz” demagojisinin yanı sıra, MHP yöneticileri ve cinayet işlemiş ülkücülerle sınırlı tutuklamaları esas alarak, darbenin faşist nitelik taşımadığını, Kenan Evren cuntasının ılımlı bir askeri cunta olduğunu öne sürmüştür.

12 Eylül günleri

12 Eylül 1980 darbesi, tarihe, faşizm analizi ve faşizme karşı mücadele konusunda Türkiye solunu üst düzeyde test eden zorlu ve bütünsel bir sınav olarak geçti. Sosyalist sol olarak bu sınavdan başarıyla ve alnımızın akıyla çıktığımızı söyleyen varsa elini kaldırsın.

Solun en sağında konumlananlardan biri olan Türkiye Komünist Partisi (TKP), 1980 öncesinde darbe yokken “faşist bir darbe” olacağından söz ediyordu. 12 Eylül 1980’de darbe olunca “faşist”inden vazgeçip, “Amerikancı askersel bir diktatörlük”te karar kıldı. Dört ay sonra, yani 1981 Ocağında yayınladığı bildiride yine ağız değiştirdi: Amerikancı değil Atatürkçü, ılımlı bir “askersel devirme” idi. Partinin içi karışıktı, kimin ne dediği belli değildi. Parti teorisyenleri uzun uzun araştırmışlar, nihayet cuntanın biri “Kemalist”, öteki “faşist” iki kanada bölündüğü sonucuna varmışlardı. Cuntanın iç çelişkilerinden yararlanmak gerekiyordu. Buradan hareketle MHP’yi kapatan ve şeflerini yargılatan “ilerici” /”yurtsever” kanadı destekleme karar verilecektir. MK üyesi Veysi Sarısözen bunu kamuoyuna, “Askerler geldiler faşizme darbe indirdiler,” diye muştulamıştır.[9] 1983 Kararları’nda cuntaya “Amerikancı” demeyeceklerini, “sol terörizme ve Maoculara” indireceği darbeleri destekleyeceklerini açıklamışlardır. [10]

Düşman ikizi Doğu Perinçek’in başında olduğu Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) ise meseleye “Üç Dünya Teorisi”nin penceresinden bakmaktaydı. Sovyet sosyal emperyalistleri “üçüncü dünya” ülkesi Türkiye’de istikrarı bozup, kendisine hegemonya alanı açmak ve ABD’yi geriletmek için, işbirlikçilerinden ve “bireysel terörist”lerden oluşan “sahte sol”u kışkırtıyordu. Baş düşmana karşı “milli bağımsızlığı”nı korumak için darbe yapan NATO’dan ve Türk ordusundan yana olunmalıydı. TİKP de TKP gibi, “Mustafa Kenan Bonapart” gibi uydurma kavramlar kullanarak cuntanın faşist olmadığını kanıtlamaya çalıştı, “sahte sol”un ve MHP’nin temsil ettiği “terör odakları” ile mücadele eden “komutanlar”ı destekledi.

Aydınlıkçılar diye de anılan TİKP hiçbir zaman istikrarlı ve tutarlı bir çizgi izlemedi. 12 Eylül’den sonra “Muhasebe” başlığıyla yayımladıkları bir metinle yukarıdaki görüşlerini eleştirdiler. Bu sözde özeleştiride devletle iş birliklerinin ve devrimcileri ihbar etmelerinin adı geçmiyordu. Bir dönem dost bildiğine kolaylıkla düşman (PKK), düşman gördüğüne aynı kolaylıkla dost (AKP) diyebilen Doğu Perinçek’te değişmeyen tek şey; devletin, ordunun ve kapitalist düzenin yanında olmaktı.

Her birinin Marksist-Leninist faşizm analizini eleştirmeyi meslek edinmiş Poulantzas, Laclau gibi Avrokomünist yazarların Bonapartizm teorisini ısıtıp yeniden dolaşıma sokmaları boşuna değildi. Tarihsel faşizmi Almanya ve İtalya’yla sınırlayıp, faşizmi paramiliterlik ve “aşağıdan yukarı” olmakla bir tutan ve buradan hareketle tek faşist odak olarak MHP’yi görenler, 12 Eylül darbesinin faşist olmadığını bu teoriyle çürütmeye çalıştılar. Birikim çevresi, Kurtuluş, Troçkistler, Rızgari ve birtakım aydınlar benzer görüşler savundular. “Sosyalist sol”u eleştiren Murat Belge, sanki tek çeşit faşizm varmış gibi, “12 Eylül’ün başlıca özelliği, ‘aşağıdan gelen’ her şeye karşı olmasıydı”, “Ama bunun Hitler/Mussolini tipi bir faşizm olmayacağı açıktı” diyecektir.[11] Böyle yapmakla yalnız dünyadaki başka tür faşizmlerin ve askeri faşizmin varlığını değil, darbe öncesinde ordunun özel birimleriyle MHP arasındaki iş bölümünden kaynaklanan simbiyotik ilişkiyi de görmezden geliyordu.

Bu, büyük burjuvazi zayıf ve korkak olduğu için, faşizme geçemeyip askeri diktatörlükle yetindiği görüşünü savunan Kurtuluş yazarlarınca da benimseniyordu. Eğer cunta MHP’nin çekirdeğini içeri atacağına onunla bütünleşseymiş faşist bir diktatörlüğe dönüşürmüş, bunu yapmadığı için eskisi gibi oligarşik diktatörlüğe geri dönmüş.[12]

Darbeyi faşist görmeyenler arasında bulunan Kürt solundan Rızgari de Kurtuluş’un bir çeşit Kürt versiyonuydu: “Cunta ile ilgili parti bildirisinde yapılan tahlil 12 Eylül’ün militarist-bürokratik bir devlet politikası olduğu yönündedir.”[13] Darbeden bir ay önce yayımlanan faşizm broşüründe ise şöyle diyordu: “…ordu darbesine dayalı cunta rejimlerini faşizm olarak adlandırmanın, yanlış ve sakıncalı olduğu açıktır. Bu rejimler, faşist devletin biçimleri olmaktan çok, bağımlı devletlerin alt yapısına uyarlı olarak yukarıdan aşağıya doğru örgütlendirilen burjuva devlet biçimleridirler.”[14] Böyle diyordu, çünkü bir ülke ancak İtalya ve Almanya standartlarına uyarsa faşist olarak nitelenebilirdi: “Faşizmin insanlık tarihinde işgal ettiği sayfanın akıl almaz bir vahşet sayfası olduğu, faşizmin gerçek bir felaket olduğu da biliniyor. Buna rağmen, örneğin, 12 Mart müdahalesini faşizm olarak değerlendiriyoruz ve faşizm denen illetten ne kadar az yara alarak çıktığımızı düşünmüyoruz! Oysa İtalya ve Almanya bütün çıplaklığıyla ortada …” [15]

Dipnot:

[1] Teori ve Eylem, Kadir Yalçın, ““Cumhurbaşkanlığı sistemi”, tekçilik ve faşizm!..”, 1 Mart 2017

[2] Eğer mutlaka bir dönemlendirme yapmak gerekiyorsa, hiç olmazsa böyle dümdüz bir çizgi yerine, tartışmaya açık olmak üzere (faraza), 1923-1945’i anti-demokratik tek parti diktatörlüğü, 1945-1950’yi ve 1957-1960 arasını proto-faşist, 1971-1973 ve 1983-1989’u yarı askeri faşist, 1980-1983’ü askeri faşist, 2002-2013’ü geçiş/2013-2021’i dinsel faşist, 1950-1957 yarı faşist, 1960-1971 ve 1974-1980’i kısıtlı burjuva demokratik dönemler olarak sınıflandırmak daha mantıklıdır.

[3] “Geçmişe İlişkin Eleştirel Bir Yaklaşım”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 6, Nisan 1989.

[4] H.Yağmur-A. Şimşek, EMEP Eleştirisi, Eksen Yayıncılık, İstanbul-1998,  s. 26. Ayrıca bkz. Vehbi Ersan, 1970’lerde Türkiye Solu, İletişim Yayınları, İstanbul-2013, s. 213.

[5] Aynı yerde.

[6] Vehbi Ersan, 1970’lerde Türkiye Solu, İletişim Yayınları, İstanbul-2013, s.381.

[7] Ö. Laçiner, Birikim, “Maraş’dan Sonra…?”, Aralık 1978-Ocak 1979, Sayı:46/47, s. 35-36.

[8] Aktaran F. Yaşlı, Türkçü Faşizmden “Türk-İslam Ülküsü”ne, Yordam Kitap, 2016-İstanbul, s. 363.

[9] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisi’nin Sönümlenmesi, İmge Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Ankara-2005, s. 173.

[10] Haluk Yurtsever, Marksizm ve Türkiye Solu, El Yayınları, lstanbul-2002, s. 284-285.

[11] Murat Belge, 12 Yıl Sonra 12 Eylül, Birikim Yayınları, istanbul-1992, s. 39.

[12] Seyfi Öngider, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Sol, C:8, istanbul-2007, s. 958.

[13] Recep Maraşlı, Dönemler ve Zihniyetler İçinde, İletişim Yayınları, lstanbul-2009, s. 574.

[14] Rızgari, Faşizm, Denge Komal Yayınları Nr. 1, 20.08.1980 Almanya-Duisburg, s. 67-68. (file:///C:/Users/yasar/Downloads/Rizgari%20Fasizm.pdf)

[15] Age., s.3.

Sendika.Org

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Din alimlerinin tutuklanması katmerli zulümdür

Wo Kaufen noch infrage kommt