in ,

KUSURLARIMIZLA NE KADAR ÇOK BİRBİRİMİZE BENZİYORUZ

Deneme

“ Benim gördüğümü herkes görebilir. İnsanoğlunun damarlarında dolaşan kanın kırmızısı, siyah, beyaz, sarı rengin ne kadar paradoksu varsa hepsi içime işliyor, sen de görebilirsin.”

Neyse ki doğacak olan günle birlikte, onlarca doğum gerçekleşiyor. Kendi yorgunluğum içinde adeta kendimi huzurlu hissedebilirim… “

Hiç kimsenin erişemeyeceği kusursuzluk ve soğukluk mu dediniz? Ben de mükemmel insan yoktur derim. Onun içindir ki, hep kusurlu oluşumuzu severiz. Çünkü yürek çarpıntılarımız bize benziyor. Hepimiz ortak bir hayatın, biraz da daha rahat davranma kısmının fazlalıklarını hanelerimizde bırakıp, öylece sokakta kendi bakışımızın rollerini oynarız. Çünkü bu alan sadece bize aittir. Bu Haziran ayında da renklerin sıcaklığı ve cılız seslerin çokluğu artık her yerde hüzün çağrıştırıyor. Kendine eğilebilmenin bir yolu da başkalarıyla ilgilenmekten geçiyorsa, bu gece kendim için sonsuz düşüncelere dalmak daha uygun. Bilirsiniz: Gücün doruğa çıktığı zamanlarda, belli bir duyarlığa ulaşmanın yolu, farklı birey ve farklı yaşamların seslerine ses vermek bence en iyisi. Hele ki, çoğunluk psikolojisiyle uzun yıllara varan, iktidarların yönetiminde entelektüel bir birikimin bile ortaya çıkmadığını açıktan açığa görebiliyoruz. İçimde çözemediğim çok da tükettiğim ve gitgide özgürlük alanını küçülttüğüm şu günlerde, yine şehirlerarası karayolunu anımsatan, oldukça geniş bir caddenin dolmuş durağı olmayan herhangi bir noktasında ilçe merkezine gitmek için dolmuş bekliyorum. Gözlerim uzaklara dalınca içimden engel olamadığım bir hüzün duvarı etrafımı sarıyor, yaşlar gözümün ucunda henüz dökülmemiş yaşlar, bunlar tutulan yaşlar. Yeni taşındığım mahalleye hem belediye otobüsleri hem de özel sektöre ait dolmuşlar hizmet veriyor. “ Sahip olamadığımız bir şeyleri düşlemekte insanın ütopyasını küçültmüyor, çünkü vazgeçemediğimiz ve bizden kurtulmak isteyen özel mülklerimiz zaten hiç olmadılar, dolayısıyla hayallerimizi daha da büyültmek bizim elimizde. “ Kendi başımıza yürüdüğümüzde, kendimizi bir kral olarak da görebiliriz hiçbir mahsuru yoktur. Bu hatıratı buraya not düşmesem, yıllar önce dolmuş araçlarına indi – bindi yaptığım zamanlarımı da inkâr etmiş olurum. Hemen aklıma düştü, yıl 1978 lise son sınıf öğrencisiyim, ÖSYM sınavına girmek için özellikle İstanbul’u istemim altında yatan gerçek, daha önceleri gidip gelmeler oldu. Gençlik heves ve burjuva özentilerime defalarca ev sahipliği yaptığı için o devasa kente minnettarım. Saha yokuşu Alibeyköy şu an sokağın ismini unuttuğum sokağına Muş – Varto’dan göç eden Zozan yengem ve Musa ağabeyim, yine aynı köyden yakın akrabamız olan henüz yeni evlenmiş “ Tacettin – Hewes” çifti ile birlikte bir varoluşçu – gecekondu bir evde, tabii ki dışarıda tuvaleti mevcut olan bir haneyi birlikte paylaşıyorlardı. Ben de onlara üniversite sınavı sonrası misafirliğe gittim. Bu arada amcaoğlu ve yakın akrabamız olan yeni evli çiftin, hep birlikte yaşadıkları bu evde hayli bakkal ve kira borçları birikmişti, bir de benim de gelmem onlara farklı bir yük, bir masraf omuzlarına bindirecekti. Üniversite sınavından hemen sonraki günlerde Alibeyköy ve çevresinde iş aramaya başladım. Eyüp ilçe merkezinde dükkân ve işyerlerinin cam vitrinlerinde “ Eleman Aranıyor” iş ilanlarına odaklanmış bir şekilde etrafı bir – bir gözlerimle kolaçan ediyorum. Bir yazlık sinemanın gişe penceresine asılmış iş ilanıyla karşılaştım, gündüz olmasından dolayı sinema gösterimi – matineler yoktu. Sinema salonuna girmeden önce gişe bölümünde orta yaşlarda bir adam oturuyordu, çok kısa bir merhabalaşmadan sonra doğrudan ihtiyacım olan iş hakkında sorular sormaya başladım. Daha sonradan ismini öğrendiğim “ Yaşar Ağabey” Bulgar göçmeni hoş cana yakın oldukça samimi canlı gözleri olan bir kişilikti. Kısa boylu olması onu daha da samimi ve sıcak bir o kadar da insancıl yapıyordu. İnsanı hemen kendi çekim merkezine alıyordu. Evet, çocuğum bize erkek eleman lazım ama bu yazlık sinema salonuna değil. – Gel, hemen gidelim önce bir iş yerini gör, eğer kabul edersen orada ne iş yapacağına dair sana daha detaylı bilgi vereceğim. Eyüp ilçesine yürüme mesafesinde olan Halıcıoğlu Köprüsüne çok yakın bir kâğıt depolama işletmesine götürdü. Çocuğum bak, burada hazır kalıplar var dışarıdan gelen kâğıtları balya yapacaksınız, yanına da birkaç eleman al… Bu kâğıt deposunda daha önce çalışan işçilerim vardı, hepsi akrabaydı memleketlerinde nahoş olaylar yaşanmış, onlar da benimle konuşup işyerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Evet, artık iş yerini gördün ve ne iş yapacağını biliyorsun. Ben de seni çok sevdim, henüz liseyi yeni bitirmişsin dolayısıyla buralara kadar geldiğine göre işe ihtiyacın var, sana kanım çok ısındı. Bu kâğıt deposu artık bundan sonra senin sorumluğun altında, haydi kolay gelsin, ekibini en kısa zamanda oluştur ve hemen çalışmaya başla dedi. Ben de birkaç gün içerisinde saha yokuşunda çay içtiğimiz kahvehaneden altı işçi arkadaşla konuşup anlaştıktan sonra en kısa zamanda işe başladık. İşte bu işe gidip gelmelerim esnasında “ Aksaray – Alibeyköy “ dolmuş hattı güzergahında yaptığım yolculuğum aklıma geldi. İşte bu hatırat, Nar – bel konutlarından ilçe merkezine inmek için beklediğim, atmış iki yaşından birkaç ayı ömür haneme çentiklediğim anda, akıl heybemden bir – bir o eski günler geçti. O zamanlar dolmuş kültürü o günlerin ruhunu yansıtan arabesk müziğinin istem dışı kulaklarımıza çalınan, jilet ve kanlı kelimelerle kenetlenmiş bir dolu insan kalabalığıydı. İsteğimiz dışında, kaderci bir bakış açısını zihnimize dikte ediyordu. Hiç kimsenin cebinde artık rengârenk mendiller yoktu ama hepimizin cebinde “ ihtiyaçtan kaynaklı” akıllı bir telefon var. Bilişim çağında her gelişmenin biz insanlar üzerinde ileri bir adım olduğunu söylememizin cevabını umarın gelecek nesiller daha iyi verebilirler. Şimdiki dolmuş yolculuğunda ise arabesk müziği yok, ama cep telefonlarına yüklenen müziğin sesi arada birde olsa sessizliği bir yerinden deliyor. Sadece gözlerle birbirini tartan insanların somurtkanlığı ilk bakışta göze çarpıyor. Gerçek yaşamın gözle görülür adaletsizliği içerisinde bana bir şey olmaz – bananeciliğin, geriye kalan parçalarımızın gerçeğe dönüştüğü anda ise fikir değiştirmeye yakın insan manzaralarını burada görmek mümkün…

Bugün İzmir evrenin yorgunluğunu içmişçesine sendeliyor, görünürde şimşek de çakmıyor, çok uzaktan gök gürültüsü arada bir gürlüyor. Bu kez, yorgunluk bu körfez kentine de bulaşmış, ısınan havanın ölü kalıntılarını sürükleyen daha sıcak bir hava kenttin üzerinden süzülüyor. Sert rüzgârlar, kıpırtısız nesneler üzerinde ıslık çalarak, çerçöp, bir yere bağlı olan ya da oynak nesneler üzerinde ise, bir yerden başka bir yere taşıyarak keyfini çıkarıyor. Biz insanlarda hareket halinde olduğumuz için, bizleri de olduğumuz yerde sarsıyor. Saç, baş – göz dağınık halde, eğer ki kırmızı etekli kızlar da kentimizde kalmışsa, onların da eteklerini yelpazelemeyi de unutmadığını tahmin edebiliriz. Yeni gösterime girmiş Amerikanvari bir filmin çok acemice kopyasını izler gibi, hemen zihnimizde bu filmin sahnesi tekrar canlanır. Haziran ayının son günlerinde, kendini iyiden iyiye hissettiren sıcak hava ve arada bir de olsa sürpriz rüzgârın bir günlük beyliğini ve kokusunu bırakması biz insanlara sürpriz olmasa gerek. İzmir’de evlerin uçan çatıları mı dersiniz, dakikalar içerisinde farklı ilçelere sağanak yağış bıraktığını, ülkenin objektif olmayan, tepeden tırnağa iktidara bağlı medyasından değil de, sosyal medyadan öğrenmek bence daha iyi. Çünkü herkes gibi davranmak, kusurların en masum olanıdır. Kalıntılarını yarın sabaha süpürülmek üzere temizlik işlerine bırakılmış bir kentte uyanırız.

Şu göğsünde taşıdığın yürek keşke bir çocuğun yüreği olsaydı. İşte o zaman sana gel, benimle yan yana otur diyebilirdim. Hani ya, derdim odur ki, henüz çizilmemiş çok renkli çok sesli tablodan fışkıran insan manzaralarını görmek. Çok renkli çok sesli dediysem de, siz inanmayın. Gerçek yaşamda toplumsal kusurlarıyla bir araya gelen tek tip elbise giydirilmiş sokakların, benzeşirken de farklı olanı umursamayan ve hayata iten çoğunluğa karışan topluluklardan bahsediyorum. Aslında dış görünüşüyle dış dünya bize bu çok renkliliği ele veriyor, ama içsel, dilsel – dinsel dünyaları bütün kusurlarıyla birbirini tamamlıyor. Ve benzeştikçe değişmesi belki de bir asır sonrasına aktarılabilir. Aslında bir yere yani mülke bağlı olan kesimlerin umursamazlığı hala bu topraklarda devam ediyor. Laik seküler yaşamın sadece farklı içecek içmekle kıyaslandığı bir ülke gerçekliğinde: Daha önce de tekrarını defalarca gördüğümüz bir oyun tekrar sahnelenmeye çalışılıyor. Bir çocuktan nasıl mı katil yaratılır? Geçen hafta HDP parti çalışanı “ Deniz Poyraz” Kürt bir kadın göz göre katledildi. Birbirine benzeyen ortak kusurların illegal yollarla ortak bir duygudaşlıkta, soygun ve talan düzeninde çokça buluştuğu bir ortamda, bunun alıcısını bulmak pekte zor değil. Kimlik ve inanç çoğunluğunun olduğu bu topraklarda, çünkü her söylem ve yaptırımları kendi kitlelerine olan samimiyetlerini gösteriyor. “ Benim gördüğümü herkes görebilir. İnsanoğlunun damarlarında dolaşan kanın kırmızısı, siyah, beyaz, sarı rengin ne kadar paradoksu varsa hepsi içime işliyor, sen de görebilirsin.” Gözle görülebilir, hani insanın canı ne gülmek ne de ağlamak ister ya, insan hep azalır. Hayat penceresine hüzünle dokunan sağır bir zamandır, bu iki ruhi haletiye arasında yaşanan. Meğer rutin bir yaşamın her gün değişmeyen alıştırmalarıymış, farklı olan tatları hiç tatmadığımız…

Sokağa karışırken, kusurlarımızla ne kadar çok birbirimize benziyoruz. Mesela: Gereksiz yere kibir gömleğini giymek, bir hırstan bile gurur payını çıkarmak, birazda olsa başkasını sevmek zorunda kalmak. Ya da başkalarına duygularımızı aktarmamakla, kendimizi de bilmeyiz ne de birbirimizi biliriz.” İletişimin bir yolu da, bizi çepeçevre saran evrene ve yaşama dair başkalarına ne kadar çok benzediğimizi onlara kendimizi anlatmaktır. Onun için her sanat dalına ihtiyaç duyarız…

Ali Şeker

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

EU-Regeln für Ein- und Ausfuhr von Waffen auf dem Prüfstand

İstanbul Sinema Müzesi’nde Yılmaz Güney’in yok sayılmasının sebebi Kürt kimliğidir