in , ,

Şilan Delipalta: “Artık Boğaziçi direnişi öncesinde değiliz; ne marjinalleştirebiliyor ne terörist yaftası yapıştırabiliyorlar gençliğe”

2 Nisan’da görülen ilk duruşmasında tahliye edilen Şilan’la iki aylık tutukluluğunu, üniversiteli gençlik hareketini, kadın ve LGBTİ+ dinamiğinin gençlik hareketi içinde neden ve nasıl bu kadar öne çıkabildiğini ve üniversiteli gençliğin bu hareketli iki ayda kat ettiği mesafeye dair izlenimler

Üniversiteli Kadın Kolektifi’nden Şilan Delipalta

Üniversiteli Kadın Kolektifi’nden Şilan Delipalta, Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör olarak atanmasının ardından başlayan direnişe destek için 2 Şubat’ta Kadıköy’de düzenlenen eylemde gözaltına alındı.

Çıkarıldığı mahkemede Anıl Akyüz’le birlikte tutuklanan Şilan, iki ay boyunca tecritte tutuldu. O içerideyken, sesi dışarıdaydı. Yoldaşları Boğaziçi direnişine destek eylemlerine, İstanbul Sözleşmesi’ni savunma eylemlerine giderken onun resimlerini de eksik etmedi.

2 Nisan’da görülen ilk duruşmasında Anıl’la birlikte tahliye edilen Şilan’la iki aylık tutukluluğunu, üniversiteli gençlik hareketini, kadın ve LGBTİ+ dinamiğinin gençlik hareketi içinde neden ve nasıl bu kadar öne çıkabildiğini ve üniversiteli gençliğin bu hareketli iki ayda kat ettiği mesafeye dair izlenimlerini konuştuk.

Delipalta, 2 ay boyunca özgürlüğü sınırlansa da umudunu yitirmediğini, tecritte kalırken gelen mektuplar sayesinde mücadelenin canlılığını hep hissettiğini, dışarı çıktığında ise iki ay gibi kısa bir süre içinde tutuklandığı döneme göre gençlik hareketi açısından çok daha ileri bir durumla karşılaştığını söylüyor.

“Gümbür gümbür akan bir kitle ve bambaşka sloganlar, renkler…”

2 Şubat’ta tutuklandın, 2 Nisan’da tahliye edildin. İki ay içinde neyin değiştiğini gördün? Tutuklanmadan önce nasıl bir manzara vardı, tahliye olduktan sonra gördüğün ne oldu?

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atandığı 2 Ocak gününden benim tutuklandığım Kadıköy eylemine gelene kadar bir dizi eylemler gerçekleşmişti. Toplumsal muhalefetin tüm özneleri de, başta üniversiteliler olmak üzere, gerek sosyal medyadan gerek Boğaziçi Üniversitesi önündeki ve Kadıköy’deki eylemlere doğrudan katılarak tutumunu ortaya koymuştu. Çok coşkulu bir süreçti.

Sonrasında benim gözaltına alındığım eylem, Kadıköy’de daha önce gördüğüm kalabalık eylemlerin hiçbirine benzemiyordu. Yani böyle gümbür gümbür akan bir kitle ve bambaşka sloganlar, renkler… Daha önce “Hayır” kampanyası (2017 Anayasa değişikliği referandumu) sürecindeki eylemlere de benzeyen ama bir anlamda da benzemeyen… Mesela şu açıdan benziyordu: Üniversiteliler kendi inisiyatifiyle bir eylem gerçekleştiriyor ve arkasında tüm Kadıköylülerin yürüdüğü, bir yandan pencerelerden tencere tavaların çalındığı, aşina olduğumuz görüntüler. Ama bin kişilik bir eylemde herkesin zıplayabildiği ya da “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganının sadece kadınlarca atılmadığı ya da vegan dövizlerin, yani hayvan özgürlüğü mücadelesine ait sloganların yazılı olduğu dövizlerin ayrıksı durmadığı, sanki herkesin elinde varmışçasına oranın doğal görüntüsü haline geldiği bir eylemdi bu.

“Bir an durdum eylem anında, arkama baktım”

Kadın eylemlerinin, iklim grevi eylemlerinin ya da hayvan özgürlüğü mücadelesinin eylemlerinin bir bütünüydü sanki o günkü üniversite eylemi. Tabiî bu benim hissettiğim coşkuyla abartı gibi gelebilir. Ama o anda baktığımda gördüğüm buydu. Bir an durdum eylem anında, arkama baktım, ucu bucağı yok ve bir yerde zıplayan insanlar bir yerde ellerini kaldırıp “Gel, gel, gel” yapan insanlar ki en öne geçip kamerayı açtım ve sadece çektim yani. Eylem bittikten sonra video kurgu yapmayı planlıyordum.

Bir köpeği her geçenin eliyle sevdiği, insan seli akarken bir yandan çok renkli, çok parçalı, cümbüş gibi bir şey, bir yandan da bütünlüklü. Yani eylemin sonundaki ile başındakinin birbirini aynı duygu ile sarıp sarmaladığı bir cümbüştü orası. Benim böyle bir süreç içerisinde, böyle bir coşkulu eylemde gözaltına alındıktan sonra tutuklanmış olmam, tutuklu olduğum süre boyunca yansıdı tüm duygu halime, ruh halime, aynı zamanda kendimi güçlü hissetmeme… O coşku hali uzun süre kaldı bende. Yani bir ay boyunca Kadıköy’deki eylemin coşkusuyla zaten tutuklu olduğumu hissetmemiş bile olabilirim. Zaten mektuplar geldikçe, insanların benim kadar etkilendiğini fark etmiş oldum Kadıköy eyleminden. En çok ona vurgu yapıyorlardı, aynı eylemdeydik, o gün hepimiz hissettik onu, yani hepimiz oradaydık.

“Artık Boğaziçi direnişi öncesinde değildik”

İki ay boyunca ben o coşkunun tüm insanlarda olduğunu sezdim. Gelen her mektupta vardı, bir buçuk ay sonra da mektup geldi, tahliye olmadan bir gün önce de mektup okudum. Sürekli mektup geldiği için. Her yazanın, üzerinden ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, direnişin bir yerinde, ister en ortasında ister bir ucunda, mutlaka büyük bir coşku ile bu süreci tariflediği, bir yandan kaygılarını da ifade ettiği, yani sürecin sonunun nereye evrileceğini bilemediği bir hal. Ama nihayetinde artık Boğaziçi direnişi öncesinde değildik. Yani onu yazılan mektuplardan bile anlayabiliyordum.

Sonra çıktığımda nasıl oldu? Ben bir kere şunu fark ettim: Arkadaşlarımla konuştuğumda bazı şeyleri anlamakta zorlandım. Dayanışmaların şimdi nasıl işlediğini anlamakta zorlandım. Çünkü çok şey biriktirmişler. İki ay hem çok kısa bir süre ama bir yandan da bu kadar kısa bir süre içerisinde çok fazla şey birikmiş.

Ev hapsine alınan arkadaşlarımızın evinin önüne dayanışmalar gelmiş mesela. Benim gözümde şöyle canlanıyor. Fatih’in ortasında dans eden, vals yapan bir Boğaziçilinin olduğu, esnafıyla, komşusuyla bir dayanışma halinden bahsediyoruz. İki kere baskın yapılmış bir evin önünde yapılıyor bu. Ne marjinalleştirilebiliyor ne terörist yaftası yapıştırılabiliyor bu evde yaşayanlara. Çünkü en nihayetinde öğrenci hareketinin talebini toplumsallaştırdığı bir zeminde gerçek anlamda olabildiğince meşru ve asla marjinalleştirilemiyor.

LGBTİ+ karşıtlığı üzerinden gelişen saldırı boşa düşüyor

İktidarın özelde Boğaziçi direnişine genel olarak da tüm toplumsal muhalefete LGBTİ+’lar üzerinden saldırma gibi bir politika izlediğini görüyoruz. Bunun gençlik hareketi içerisindeki karşılığı nedir?

LGBTİ+ hareketini ya da onun öznelerini marjinalleştirme çabası sadece öğrenci gençlik hareketine mahsus bir şey değil. Kadın hareketi açısından da bunu deniyor ve topyekûn saldırırken kadın hareketinin özneleri ve zeminleri de, öğrenci hareketinin özneleri ve zeminleri de toplumsal taleplerle LGBTİ+’ların eşitlik ve özgürlük mücadelesi arasındaki ilişkiyi şu dönemde çok iyi bir dengede tutuyor. İki hareket de sürecin LGBTİ+’lar mücadelesi ile iç içe işlemesi gerektiğinin farkındalığıyla hareketi inşa ediyor ya da eylemlerini böyle kurguluyor ve bu konuda cüretkâr davranıyor. Bunun için böyle bir toplumsallık anında, ister “toplumun değerleri” desinler ister nefret politikaları ile saflaştırmaya çalışsınlar, sonuçta kayyum politikasına karşı çıkanların, Melih Bulu saçmalığına karşı çıkanların saflaştığı bir dönemde LGBTİ+’lardan çok Melih Bulu’nun saçmalığı konuşulur hale geliyor. O yüzden ben biraz boşa düştüğünü düşünüyorum. Yani bu ben tutuklanmadan önce de böyleydi. İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin ardından gelişen hareket içinde de böyle.

14 Şubat pankartında yazan “Atanmış değil seçilmiş aşk istiyoruz” şeklindeki yazı LGBTİ+ hareketinin sözünü taşıyor. Yani LGBTİ+’ların sözünü daha fazla taşıyor diyebiliriz. Bir yanda, evet, “öldürülmek istemiyoruz” demek o, sevdiğimiz sevildiğimiz için. Ama bir yandan da ben atanmış cinsiyetim nedeniyle bana atanmış sevgiler istemiyorum da demek. Buna rağmen polis memurunun gelip de LGBTİ+ hariç her şeyi kabul ediyoruz demesi eylemde çok garip. Yani hiçbir kadına cinsel yönelimini ya da tercihini sormadan böyle akıldan uzak bir biçimde meseleye yaklaşmanın örneği. Devlet aklında rasyonellik aranmaz ama garip bir örnek gibi. Pankartta yazanın manası açısından da bir yandan hepimizin talebi olduğunun da bir göstergesi.

15 Temmuz sonrasında üniversiteli kadınların kazanımları hedef alındı

Boğaziçi direnişiyle birlikte üniversiteli gençlik hareketi içinde kadın ve LGBTİ+ görünürlüğünün arttığını, özellikle kadın dinamiğinin öne çıktığını görüyoruz. Neden?

Biz bir süredir “Feminist Üniversite” kampanyası yapıyorduk zaten, Boğaziçi direnişinden de önce. Buradaki en büyük zemin de şuydu: Özellikle 15 Temmuz sonrasında akademik ihraçlarla birlikte üniversiteli kadınların güvenliğini sağlayan KASAUM, CİTÖK, CTS gibi tüm mekanizmaları ya işletilemez hale getirdi ya da doğrudan kapattı. Feminist akademisyenlerin 90’lı yıllardaki mücadelesi sonucunda kurulmuş mekanizmalar bunlar. Bunun dışında yine üniversiteli kadınların yaşadığı birçok problem ile birlikte aslında bir demokrasi problemi haline de geliyor bu. Çünkü üniversitede kendi güvenliğimiz ile birlikte aslında mesela cinsiyetçi eğitime karşı mücadele edebileceğimiz kanallar da kapalı. Akademisyenlerin üniversitede bilgi üretim süreçlerine üniversitelilerin katılması açısından bir tartışma zemini de yok. Üniversiteli kadınlar için bu daha zorlu gelişiyor.

O yüzden aslında feminist üniversite dediğimiz şey, kadınların eşit ve özgür bir biçimde bilgi üretim süreçlerine katılımı ya da üniversitede söz, yetki, karar hakkını ifade eden özerk-demokratik üniversite mücadelesinin özgün bir kampanyasıydı. Hemen üzerine Boğaziçi direnişi olunca biz zaten yaptığımız birtakım tartışmaların haklılığını göstermiş olduk. Benim tutuklandığım süreçte bu daha da açığa çıkmış. Özellikle 8 Mart ile birlikte kadın hareketinin ivme kazanması bunda çok büyük etkendir. Zaten dediğim gibi, pek çok slogan gibi “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganı da Boğaziçi direnişinin sloganı haline geldi. “Aşağı bakmayacağız” sloganı kadın hareketinin yıllardır attığı sloganın bir benzeri. Bu sadece biçimsel bir şey de değil. Tüm dayanışmalarda, aynı zamanda Boğaziçi direnişinin özneleri açısından da BÜKAK ve BÜLGBTİ gibi zeminlerin Boğaziçi direnişinde doğrudan sözünü kattığı, sözünü katmanın ötesinde direnişe renk verdiği bir süreç yaşamış olduk.

Mesela tutuklu bir kadın olarak, öğrenci hareketi gündeminin çok dışında duygularla ya da özerk-demokratik üniversite mücadelesinin içerisinde aynı zamanda kadın dayanışması vurgusuyla yazılmış onlarca mektup aldım. Kadınlar deneyimlerini anlatırken ben de kendi deneyimlerimi bulmuş oldum. Bu direnişle hepimizin ortak deneyimlerinin aynı zamanda politikleştiği bir zemin de yakalamış olduk.

Tek kalma hali ile yalnızlık hali aynı şey değil

Tutukluluğun nasıl geçti?

Çok fazla mektup aldım. Hep tecritte kaldım, eğer havalandırmayı saymazsak. Şunu düşündüm bolca, işin edebiyatı da değil anlatacağım: Yalnızlık hali ile tek kalma halinin aynı olmadığı bir şeydi aslında benim yaşadığım. Çok fazla mektup geliyor. Koğuşa geçememiş oldum ama…

Tutuklu yargılanma durumunu ilk defa yaşamış oldum. Haliyle bir hapishane deneyimini de ilk defa deneyimledim. Aslında tutuklandığımı da kararı duyduğumda değil jandarmaya teslim edildiğimde idrak ettim. Polisler giderken jandarmaya kalmış olduk gibi bir şey. Tabiî tutuklandığım anda hissettiğim şeyler devam ediyor bir yandan ama merak da ediyorum, içeride ne var ne yok, nasıl bir yere gideceğim, diye. Nezarethane koşullarından daha iyi olduğu için bir an iyi oldu. İlk 10 saat güzel uyumuşum avukatım gelene kadar. İki test yapılıyor ondan sonra koğuşa alınıyor, ben de ilk 25 gün boyunca ikinci testin yapılacağını düşünerek koğuşa geçmeyi bekledim. Koğuşa almadılar, bana “Burada iki tip koğuş var, bir terör suçlularının olduğu koğuş, bir de adli suçluların olduğu koğuş” dediler. Tabiî bunu bile ağızlarından cımbızla almak zorunda kaldım. Düzgün bir açıklama yapılmadı.

“Kova için kapı tekmeleyeceğim hiç aklıma gelmezdi”

Benim için cezaevinin özeti şu: Hiçbir rasyonellik yok ve ben de uzun bir süre dilekçe yazmayı düşünmedim. Böyle çok hayati bir şey olması lazım ki tekrar dilekçe yazayım. Bürokratik yapının en uç biçimleri var orada. Dilekçe yazmadan hallolmuyor hiçbir şey. Benim bulunduğum yer cezaevinin en sağ tarafında üst kattaydı. Oraya da sıcak su en son geliyor. Tabiî bu da ancak gece 3-4’te gürül gürül bir sıcak suyla duş alabileceğim anlamına geliyor. Üç hafta üst üste kantine kova istediğimi yazdım, gelmedi. Ben de kova istiyorum ki en azından sıcak su aktığında kova dolsun sıcak suyla duş alayım. Avukata çıkınca kantin görevlisini gördüm tesadüfen. “Hazır sizi bulmuşken sorayım, bana kova gelmiyor, dilekçe yazdım ama üç haftadır yok” dedim. “Eski kovasını vermeyene, yeni kova vermiyoruz” dedi. Afalladım, yani bunda yanlış anladığım bir durum var kesin. “Nasıl yani?” dedim. “Eski kovasını vermeyene, yeni kova vermiyoruz” dedi. Dedim, “Benim hiç kovam olmadı ki”. Kadın, yapacak bir şey yok, filan diyor. Ben böyle ısrar edince, “Müdüre dilekçe yazmanız lazım” dedi. Meğer koğuşa geçeceğimi düşündükleri için orada stok olmasın insanların elinde diye kova vermiyorlarmış bana. Kova için kapı tekmeleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. İşkence görürsün kapı tekmelersin, yemek vermezler kapı tekmelersin, ama kova için kapı tekmeleyince dedim tamam burada akıl aranmıyormuş.

“Bakırköy sıcaktı”

Harbiden hiç yalnız hissetmedim. Ajitasyonu filan da değil meselenin. Böyle sürekli mektup geliyor. Aşağıda zaten denetimli serbestliğe başvurmuş ama kendisine de bağımsız diyen, en azından itirafçı olmadığını anladığım siyasi mahkûmlar vardı. Onlar zaten herhangi bir öğrenci gittiğinde iyi karşılıyordu. Koğuşa geçemedim ama haberleştik. Bir de Boğaziçi direnişçisi olduğumu öğrenince “Aaa biz de bekliyorduk seni” iyi ki Silivri’ye göndermemişler dediler. İçeride çok iyi karşılanıyor öğrenci tutsaklar. Bu arada “Silivri soğuk” muhabbeti çok yapılıyor ama Bakırköy epey sıcaktı.

İçeride olduğum süre boyunca şunu fark ettim: İktidar bir süredir tutuklu olma halini çok normalleştiriyordu ama biz tutuklandığımızda dışarıda gerçekleştirilen eylemler, özellikle kadınların yazdığı mektuplar, 8 Mart sonrası atılan fotoğraflar… Boğaziçi direnişi çok büyük bir ezberi bozdu. Yani özgürlüğümüzden mahrum ediliyor oluşumuz karşısında gerçek bir tepki yarattı. Bunu ters yüz eden, “Hayır kardeşim her önüne geleni de tutuklayamazsın, öyle kolay değil” dersini veren güzel bir süreç yaşamış olduk bence.

Söyleşi: Derya Saadet

sendika.org

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Daimler Buses bringt den Mercedes-Benz Super Padron auf den brasilianischen Markt

FATMAN