“Hikâyem sekiz yaşında başlamıyordu. Hikâyem ne zaman başlıyordu? Kuşaktan kuşağa geçen bu travmaların sebebi neydi? Bu topraklar mı üretiyordu bu travmaları?”
Gün geliyor kırılan kemikler yen içinde kalmayı reddediyor. İsyanları çığlık olup duvarları, sınırları aşıyor, bir şekilde buluyor yolunu. Kitapta anlatılanları daha önce de gördük, duyduk, biliyorduk. Değiştik mi, değiştirebildik mi?.. Tekrar yaşanmaması adına vicdanımızın ince sızısını ovaladıktan sonra ne yaptık? Ekranlarda “Bir kereden bir şey olmaz” diyenlere klavyelerimizin başından cevap verdik, üzerimize düşeni yapmış olduk çoğumuz. “İnsanın anavatanı çocukluğudur. Ruhun parmak izi çocukluğudur.” cümlelerini bireysel hayatlarımızda görünür kıldık. Bizler ufacık da olsa adımlarımızı attık. Zaten böyle başlayacaktı değişim, herkes kendi evinin önünü süpürürse her yer temiz olacaktı. Olmadı. “Bitmedi, bir yerlerde devam ediyor.” Oysa başka bir dünya mümkün!
“Neden ben?” sekiz yaşında bir çocuk bu varoluşsal soruyu soruyorsa artık çocuk değildir. Ben, “Neden ben?” dediğim gün büyüdüm.
Okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden, karşılaştığım olaylardan sonra kendime not olsun diye başladım bu tarz yazmaya. Önceleri alıntılar yaptığım defterlerim oldu sonrasında hissettiklerim ve bende kalanları yazdığım satırlar eklendi bu notlara. Kutsal Tecrit’i okuduktan sonra kitaplığa kaldıramadım. Bırakın dünyanın her yerini hemen yanı başımızda yaşanıyordu benzer olaylar. Neyi, nasıl anlatacaktım ki? Meliha Yıldız zaten anlatmıştı her şeyi. Küçükken önce annesine anlatarak başlamıştı dili döndüğünce sonrasında sesi çıktığı kadar herkese anlatmış ya da çalışmıştı. Yıllar önce objektifin karşısında toplumun gözünün içine baka baka anlatmış, 2021’de de yayınlanan kitapla ulaşmaya çalışmıştı. O zaten elinden geleni yapmıştı ben hakkında ne yazabilirdim ki? Yazamayacaktım da zaten. İçim elvermiyordu. Sonra…
“Konuyu açıp seni üzmek istemedim, senin konuşmanı bekledim. Neden bekliyorsunuz ben konuştum işte, bütün dünyanın duyması için konuştum, daha ne yapabilirim bu konunun konuşulabilir olması için. Sonra anlıyorum ki aslında konuşamayan biz mağdurlar değilmişiz, insanlar konuşmamızı istememiş, bizi duymak istememişler. Objektif karşısında ben her şeyi anlattıktan sonra, birinin bana bu konuda soru sormaktan çekinmesi aslında benimle değil kendisiyle ilgiliydi. Biz maruz kalanları susturan hep bu oldu. Konuşuyorduk ama karşımızda büyük bir sessizlik vardı. Sessizlikle boğuluyorduk.”
Okunanlar rafına bir kaldırıp bir indirdiğim kitap susmuyordu. Ezberlediğim bir şiir gibiydi paragraflar, zihnimde dönüp duruyordu. Yazarın objektiflerin karşısına geçtiğini bilmiyordum, bu kitap sayesinde öğrendim. Benim bildiğim yaşanan olaylardı sadece. Yaşanan olaylar ete kemiğe bürünmüş Meliha Yıldız’ın kaleminden haykırıyordu. “Bilmemenin arkasına sığındığında başlıyor zaten kötülük.” Okumuş olmakla kalmamalıyım, düşüncesi içimi kemiriyordu. Yazınca bitecek mi, kendimi sıyırabilecek miyim bu sorumluluktan? Ben annemin kumasıydım, cümlesi hafızamdan silinecek mi? Hayır. Daha fazla ne yapabileceğime dair büyük büyük fikirlerim yok ama başlamalıyım, başlamalıyız bir yerlerden bunu biliyorum. Hem de hemen çünkü gerçekten başka bir dünya mümkün.
Karı koca kavgasının arasına girilmez sözünü kaldırıp çöpe atmalıyız belki ya da kızını dövmeyen dizini döver anlayışını hepten yok ederek başlamalı, aman bizi şahit yazarlar diye kaçıp gitmemeliyiz olay yerlerinden. Böylece herkesin kendi evinin önünü süpürmesinin bir adım ötesine geçebiliriz, geçebilir miyiz? Ardı arkası kesilmeyen sorular dönüp duruyor zihnimde. Oysa tüm kalbimle biliyorum ki başka bir dünya mümkün.
“Toplumun bilmemenin arkasına saklanmasını ben annemden öğrendim. Bilmeyince mazur görülmenin acımasız masumiyeti. Hepimiz bu oyunun parçasıyız aslında. Büyüyünce öğrendim. Gerçekten büyüyünce öğrendim. Gönüllü cahilliğin gücünü. Herkes tarafından kullanılan gücünü. Duygunuzda, deneyiminizde, isteğinizde, acınız da, umudunuzda gönüllü cahilliğin ince öğüten değirmenini. Ama saklanamazsınız, saklanamayacaksınız bilmemenin ardına. Aydınlığın gelip kör noktayı anlatması gibi bilinç gelip bulacak beni, sizi, onları. Belki son anda. Geç olacak belki. Ama bilmeden kimse gitmeyecek bu dünyadan. Şimdi umudum bu. İnancım bu. Geleceğe kendimden bırakacağım dipnotum bu.”
Unutmak her şeyi iyileştirir mi? Zaman gerçekten her derdin her travmanın ilacı mı? Kimse duymamışsa, sadece bizim haberimiz varsa süpür gitsin halının altına. Kimseler görmeden, duymadan geçsin gitsin zaman. Gün gelir rüzgâr eser, fırtına çıkar, deprem olur, sel basar uçup gider hepsi, hayatın akışında kaybolur. Ruhumuzun parmak izleri silinir mi dönemediğimiz anavatanımızdan? Çocukluk resimlerimize gülümseyerek bakabilir miyiz ileri yaşlarımızda? Çiçek açar mı mavi elbiselerimizin üzerindeki tomurcuklar? Bitmiyor sorularım, öfkem dinmiyor, içimdeki ses bağırıyor: Başka bir dünya mümkün!
Zamanaşımına uğrar mı yaşananlar? Nasılsa unutulur hem bir kereden şey olmaz ki! Peki, bir kereden fazla olursa ne olur? Geleceğe kendimizden bırakacağımız dipnotlardan oluşan kütüphaneler bırakırsak çıkacak yangınlara dayanabilir mi?
“Sanırım anlatmak için sadece söylemek yeterli değil. Anlatmak için anlaşılmak da gerekli. Anlatmak işteş bir durum olmalı. Anlatıyorsun anlamıyor. Anlatmamış oluyorsun. Annem anlamadı.”
Anlatmak için anlaşılmak da gerekli, takılıp kaldığım cümlelerden. Öyle çok ki böylesi cümleler… Bu kitaptan bağımsız olarak hayatlarımızda anlaşılmadığımızı düşündüğümüz pek çok konuda nereye kadar mücadele ediyoruz diye düşünmeden edemiyor insan. Kimimiz gücümüzün son noktasına kadar mücadele ediyor, başaramadığımız noktada dönüp arkamızı gidiyoruz. Ya gidecek yerimiz yoksa… Yine toplum olarak dilimize pelesenk olan kocamdır, döver de söver de diyenler ve bunun ardında sessizleştirdiğimiz, devamını sağladığımız evlilikler geliyor aklıma. Sadece kendi adıma değil tüm insanlık adına hem geçmişe hem bugüne öfkeleniyorum. İçim içime sığmıyor çünkü tüm bunların aksine başka bir dünya mümkün.
“Göremezlerdi, çünkü hayat, acılarımızın görünmemesi üzerine kurulmuştu. Tabu böyle bir şey; görünmez, istatistikler ne kadar bağırırsa bağırsın yokmuş gibidir.”
Meliha Yıldız yaşadıklarını anlatmaya başladıktan sonra ona kahraman olduğunu söyleyenler olmuş. Oysa o kahraman olmak istemiyorum, diyor. Kahramanlar yalnızdır. Ben sadece anlaşılmak istiyorum, diye itiraz ediyor. Bir zamanlar başkalarını korumak için susarken şimdi başkalarını korumak için konuşan cesur yürekli kadınlardan biri o. Sessizlik tecridini yıkıp haykırıyor tüm gücüyle. Kutsallarımıza bir kez daha bakmamızı sağlıyor. El âlem engelini sorgulatıyor her birimize. Bizi sessizliklerinde boğmaya çalışanlar karşısında neyin kayıp neyin neyin kazanç olduğunu gözler önüne seriyor. Kaybetmekten korktuğumuz her şey, herkes zaten kayıp değil mi? Görmedim, duymadım bilmiyorum çukurunda düşmenin sınırsızlığı kadar direnmenin de sınırsız olduğunu gösteriyor bize. “Yasa koyucunun bizim evden, bizim mahalleden bağımsız bir kurum olduğunu düşünerek hata yapıyordum.” Herkese ve her şeye inat vazgeçmiyor davasından. Birbirimizi duyup anlayabildiğimiz, yaralarımızı sardığımız, hep beraber olduğumuz başka bir dünya mümkün.
“Bir insanın suçundan bakmak dünyaya. Hep tedirginlikte kalmak. Başkasının yarasına çare olmaya çalışmak. Onları kurtarınca kendini de kurtarıyor olmak. Bana ait olmayan suçlarla bana ait olmayan kurtulmalarda ben olmaya çalışmak. Kimliksizliğimden kimlikler doğurmak. Kadınım ben. Yaşamdan yana olmak düştü bana.”