Sizlere geçmişte gördüğüm bir düşümü anlatacağım; Bu düşte makasçı yoktu. Düşümü kesmediği gibi canlı olarak verdi. Baştan sona kadar mutlu olduğumu söylemem gerekir, yaşadığım yerin yukarısında, gökyüzünün bir üstünde Uzak Medeniyeti işaret ediyordu.
Sınırları belirlenmemiş bu yerde çiftçiler tarlalarına doğal ne mahsul ektiyse fazlasıyla alırdı. Çiftçi emeğinin hakkını aldığından mutluydu. Tüketici aldığı temiz ürünü yediği için çok mutluydu.
Kadınlar her yerde söz hakkına sahip, erkekler kadınların söylediği sözleri saygıyla dinlerdi. Kadınlarda erkeklerin söylediği sözlere saygı gösterirlerdi. Ara sıra doğruyu bulmak için tartışsalar da ortak noktada anlaşma sağlanırdı.
Öğrenciler bilime dayalı, eşitlikten, birlikten, paylaşımdan yana ders gördükleri için düşünceleri durmadan yenileniyordu. Kendi branşlarını seçerken geleceklerini belirliyorlardı.
Sokaklar pırıl pırıldı. Yerlerde kâğıt parçaları, naylon poşet, sigara izmaritleri, diğerleri yoktu. Temizlik işçilerine fazla iş düşmüyordu. Evler ve apartmanlar birbirinin önünü kesecek şekilde değildi. Çocukların oyun alanları ile ailelerin oturabileceği yerleri genişçeydi.
Sokakta sanat ve edebiyat vardı. Düşüncelerin tartışmaları vardı. Hepsi gelecekleri içindi.
Gazetecilerin yazdıklarına, televizyoncuların yayınlarına, verdikleri haberlere karışan yoktu. İnsanlara doğru haber vermeyi bir görev sayarlardı.
Yöneticileri halkının ne yerseler onu yediğini, ne giydiyse onu giydiğini, insanların hangi hakkı varsa, o hak yöneticilerde vardı. Yöneticilerin korumaları yoktu. İnsanların arasında birlikteydiler.
Çıkar savaşları yapılmıyordu. Silah fabrikaları yoktu. Hiçbir dile baskı yoktu. Her anadilin okulları vardı. Televizyonları vardı. Ten renginden, konuştuğu dilden dolayı hiç kimse alay konusu edilmedi.
Sorunları kendi aralarında çözerlerdi. Askerleri, polisleri yoktu. Sınırları, bayrakları, paraları yoktu. Ürettiklerini birbirleri arasında değiştirerek çözerlerdi. Özel mülkiyet yoktu. Her yapılan iş doğa, insan ve hayvanlar içindi.
Buraya kadar çok iyi gidiyordu ama?
Kapının zili zaaarrrttt zuuurrrtt diye çalarken, güm güm diye sesler geliyordu. Kendime geldiğimde, demek ki gelememişim. Mahallenin davulcusunun alacaklıymış gibi kapıma dayandığını sandım. Yatakta olduğumu anlayınca, üzerimdeki pijamalarımla kapıya doğru yalpalayarak gittim. O anda:
“Kim o? Bu ne yahu? Davulunu git başka yerde çal. ”
Dışarıdan aslanın kükremesine benzer bir ses:
“Aç kapıyı… Kanundan kaçılmaz! Yoksa kapıyı kırar da gireriz. Sonun çok kötü olur.” Dedi.
Kapıyı açar açmaz evin içine bir dalış yaptılar. Her odada hazine bulacaklarmışçasına külotum, fanilam, kazaklarım, pantolonlarım, çarşafım, battaniyem havalarda uçuşarak tahta zemine çakılıyorlardı. Salonda kitaplığımdaki raflar boşaltılmıştı. Kitaplarım yerdeydi.
Başka bir düş görüyorum sandım? Yüksek perdeden kalın bir ses:
“Anlat bakalım?”
“Neyi?”
Der demez suratıma bedavadan kuvvetlice bir şamar yedim. Yıldızları, kuşları, güneşi birbirine girmiş halde görmeye başladım. Yine aynı ses:
“Bizden kaçacağını mı sandın? Senin düşünüde yakaladık. Kodese girde gör bilmem neyini.” Dedi.
Bunun şube tarafı da oldu. Okşanmalar ve küfürler birbirini kovaladı. Son aşamada yargılayıcıların önüne yemlik gibi attılar beni. Çok sevmiş olmalılar ki, suçum: “Düşümde tehlikeli şeyler görmemmiş!”
Mahkeme kapıları benim yolum oldu. Yıllar sonra gördüğüm suç bireysel olduğu için delili yokmuş ama silahlı örgüt kurabilirmişimden cezamı kestiler.
Şuanda neredeyim dersiniz? Alfabetik sıraya göre açılan bir cezaevindeyim.
Kısacası dostlarım:
“Bizde hukuk denilen şeycik sermayeden yana işliyor.”
Şimdi işi çözdünüz mü?
Veröffentlicht am 12.01.2020
Not: Yazar Hüseyin Habip Taşkın bu öyküsü ile yazarlar kervanımıza katıldı. Kendisine hoş geldin diyor öykü, makale ve benzer türden yazılarının devamını diliyoruz.