“ Her şeyi paylaşmaya hazır bir hayat. Umarım: yarın kendimize geliriz de ve var olmaya kaldığımız yerden yaşama devam ederiz… “
Bak, tek rengi hiçe sayan bir mevsim önümüzde duruyor, boş yere ortaya atılmana, yeşer, yeşer, diye bağırmana hiç gerek yok. Bilirsin, tek renk, tek duygu, tek envai çeşit sofralar oldukça bencildir, ortak duyarlığımız çoğalmadıkça… Bu bencilliğimizle ancak rutin bir hayatın ömrünü biraz daha uzatmak adına birkaç çentik atmış oluruz o kadar. Sokak sözcüğü ya da kavramı dediğimizde kendimi en özgür hissettiğim beyaz – esmer tenin her tonuyla bir arada yürüdüğüm “ Hint – Avrupai “ alan olarak bende capcanlı şekillenir. Yaşadığım ilçenin trafiğe kapalı postane sokağı, önceleri sevgi yolu olarak düşünülmüş ama sevgiye dair bir alt yapının olmadığı hemen ilk anda insanın gözüne çarpıyor. Nedense daha önce görmediğim bir manzarayla karşılaşıyorum. Aslında o görüntünün bir fotoğrafını çekip, şehrin en işlek caddesine asmak geçiyor içimden. O sokakta, tahminen on bir – on iki yaşlarında bir kız çocuğu, iki küçük masayı birleştirip kendince bir stant oluşturmuş. Bir masada kitap diğer masada ise annesinin el emeği süs eşyalarını görücüye çıkarmıştı. Oradan geçerken masanın üzerine sergilenen kitaplar dikkatimi çekiyor, bakınırken kız çocuğu bakışlarımı yakalıyor, akabinde merhaba demek ihtiyacını hissediyorum. Ve küçük kıza, kızım merhaba diyorum o da merhabama kibarca karşılık veriyor. Kitap sergisinin içindeki kitaplara dikkatli bakınırken içerisinde benimde yeni kitap çalışmam olan “ Yaz Yaprağı “ kitabını görüyorum. Kitabımın o sergide olması oldukça beni bugünün stresinden birazda olsa uzaklaştırıyor. Kapitalist sistemde çalışan her motorlu taşıt, ve rahat yaşamın, yoksulun sofrasından her gün bir çeşit katığın eksilmesine neden olduğunu bilmek, canımı sıkıyor. Bu yeni ekonomik modelde, ekmek ve su eşliğinde her gün sofralarda katık yaptığımız besinler bir – bir yemek masalarından kalkıyordu.
“ Artık sabahların aydınlığı da sızmıyor sofralara, baharda geldi. “
Hiç değişmeyen baskın ve egemen renkleriyle, mevsimlerin nasıl geçtiğini göremeden büyüyen çocuklar. Bu kadar durağan kalabalığın içinde sarılabileceğimiz bir an, küçük bir kız çocuğu, kitaplar ve annesinin el işlemeli emeği. Görünürde çok yürek ısıtan bir manzara, ortada fazladan atılacak bir şey yoktu. Bu türden duyarlıkların çoğalmasına bende varım demek geçiyor içimden ve susuyorum, o güzel anın hatırına. İşte yinede unutulmuyor küçük bir kızın çocuğun yaşama tutunma mücadelesi. Her çocuğun kendi yüreğinde mırıldandığı bir şarkısı ya da türküsü vardır. Çünkü onların kalp atışlarında kötülük hiçbir zaman yer bulmaz…
Nisanda, mayısta yaşadıklarımız bizi hiç yanıltmadı, haberiniz olsun… Usta: Türkiye ‘ den İrlanda ‘ ya iki genç yolcu var, hem de üniversite öğrencisi, buradan duyurulur… Sevgili insan: “ Geççekle “ duyguları okşayan popüler ite bir şarkı ve siyasetin bunlar önümüzdeki seçimde gidecekler algıları içerisinde, çarşıda – pazarda yoksulluğu halkın ağzından onaylatmak, şirin gözükmek çabaları dışında, sistemi değiştirmek gibi muhaliflerin de bir projelerinin olmamasıydı, efendiler siz kitlelerin gazını almaya devam ediniz… Yurtdışına gitmek için nişan tarihlerini erkene alan Burak ve Rozerin ‘ de bu çok da övündüğünüz tek – tek nakaratları arasında ülkeden gitmek istiyorlar. Bu günün gençliği tek – meşru olan dil nakaratlarınızı yıkmak üzere, yabancı dil kurslarında mesai harcamaya, Almanca, İngilizce, Rusça, İtalyanca, İrlanda, yabancı dil öğrenme arayışlarına çoktan başladılar. Birbirimizin sorunlarını nasılda görmezden geldiğimizi hiç düşündünüz mü, hem yerli hem de milli insan? Geçinmek, ekonomik ihtiyacı yatıştıramadığınız bir açlık, bir sadaka kültürü haline getirmek nasıl bir duygu. Siz sembollerle yurdumun güzel insanını uyutmaya devam ediniz, bunları yazarken bile insan utanıyor ve yazamayacak kadar soğuk bir ruh hali içerisine giriyorum. Burak ve Rozerin: Baba ve dedelerinin yaşadığı Kürdistan topraklarından, Türkiye ‘ nin batısı olan körfez kenti İzmir ya da diğer kentlere, 1978 li yıllara veya öncesine tekabül eden tarihlerde özellikle topraksız Kürt köylülerinin kendi istemleriyle Türkiye ‘ nin başka kentlerine göçtükleri tarih. 1990 ‘ lı yıllar ise Kürt sorunun çözümsüzlüğünün kendini dayattığı bir ortam, zorla yerinden göçe zorlanan Kürt köylülerinin Türkiye ‘ nin başka kentlerine göçmeleriydi. Burak ve Rozerin ‘ nin aileleri o tarihlerde kendilerine yeni bir yaşam alanı, gelecek inşa etmek için aynı ülkenin farklı yaşam alanlarına göçmüş milyonlarca ailelerden sadece iki aile. Burak, Dokuz Eylül Üniversitesi Siyasal Bilgiler bölümünün dört yıllık bölümünü geçen yıl bitirmiş. Rozerin ise: Ekonometri ‘ nin dört yıllık bölümünü bitirmiş, veri yönetimi ve analiz bölümünde yüksek lisan yapıyor. Burak, artakalan zamanlarında amatör tiyatro gösterimi yapan üniversiteli bir genç, ara sırada ihtiyaç duyulması halinde lokantalarda garsonluk yaparak günü kurtarmak adına çalışır. Ama kafasını kurcalayan gelecek kaygısı onu da yurtdışına gitmeye göçe itiyor, şimdiden kendisini zorlu bir yolculuğa ve başka bir ülkede mülteci olarak yaşamayı seçen gençlerden sadece biri olmasıydı. Genel anlamda ekonomik sorunları, demokrasi sorunundan bağımsız ele almak, günümüz dünyasında pek de yürütülebilir politik bir anlayış olduğunu söylemek çok da gerçekçi değil. Bu çözüm bekleyen sorunlarımızı çözemediğimiz kadar da acı dolu bir manzara yaratır. “ Gerçeklik hiç kimseye ait olmadığına göre, barış ve refah içinde mutlu olabileceğimiz bir ülkede, mutlu olmayı herkes düşleyebilir. Herhalde bu düşü de hiç kimse elimizde alamaz diye düşünebiliriz. “ Şu çok açık ki, ülkeden ayrılmak isteyen gençlerin tek neden ve sonuç ilişkisini şöyle okumakta fayda var. Anti demokratik uygulamalar ya da demokrasi – özgürlük kavramlarının bu yaşadığımız süreçte içinin iyice boşaltıldığı bir siyasi ortamdan dolayı uzaklaşmak hiç değil. Tamamen, kötü ekonomik gidişatın kendini iyiden iyiye dayattığı bu güven vermeyen ekonomik yaptırımlardan kaynaklı ve içinde kendi geleceğini göremediği ülkeden bir an önce gitmek istemeleriydi. İnsanın canını çok da sıkan bir gerçeklik olarak orta yerde duran, çözümlenmeyen sorunlardan sadece bir kaçı olmasıydı. 1977 – 78 ‘ li yıllarda benimde içinde olduğum kuşağın yurt dışına gitmek gibi bir düşünün olmadığını kendimden bildiğim için bunu çok açık bir yüreklilikle ifade edebilirim. O tarihlerde dünyada hangi ülkelere vizeli – vizesiz giriş yapmanın gerekli olup olmadığını bilmesem de en azında Ege ‘ den İtalya ‘ ya gitmek için bir pasaportun yeterli olduğunu biliyordum. Çünkü yaşadığım ülkeden ( Türkiye ) ayrılmak ya da yurt dışına gitmek gibi bir düşüm olmadığı için böyle bir arayış ve araştırma içerisine girmemiştim. 1990 ‘ lı yıllar Türkiye ‘ nin içinden geçtiği karanlık yıllar ve terörize edilen Kürt kimliği, devlet dediğimiz aygıtın Özel Harp Dairesine havale ettiği siyasi on yedi bin faili meçhul cinayetin işlendiği yıllar. Kürdistan ‘ da dört – beş bin köyün yakılıp – yıkılıp içinin “ insansızlaştırıldığı “ boşaltıldığı, Kürt insanına hayvan dışkısının yedirildiği karanlık bir o kadarda failleri belli cinayetlerin yaşandığı siyasi bir süreç. Böyle bir süreçte Legal Kürt siyasi hareketi içinde yer alan insanlarımız o zamanki koşullarda Türkiye ‘ den gitmekten, ayrılmaktan başka hiçbir seçenekleri yoktu. O karanlık iklimden kaçmak isteyenlerin birçoğunun, yabancı ülkelere siyasi sığınmacı olarak gittiği biliniyor. Türkiye ‘ de üniversite eğitimini tamamlayıp, tamamen ekonomik ve gelecek kaygısıyla yurt dışına yani yabancı bir ülkeye öğrenci olarak gitmek isteyen, çok sayıda üniversite öğrencisi var. Yurt dışına öğrenci vize başvuru süresi dört aylık bir bekleme süresinden sonra ancak verildiğini söylemek mümkün. Yurt dışına öğrenci olarak giden öğrencilerin o ülkenin konuştuğu dili öğrenme zorunluluğunun yanı sıra sadece o gittikleri ülkede sekiz ay kalma esasına göre tekrar kendi ülkelerine dönmek gibi bir yasal taahhüdü yerine getirme şartı gerekiyor. İşte böyle bir serüveni göz önüne alarak o yabancı topraklara yeni bir başlangıç yapabiliyorlar. Ya da yapabilmenin düşüyle uyanıp kalkıyorlar. Hiç duydunuz mu, bu ülkeden başka bir ülkeye sığınmacı olarak gidip orada kalmak isteyen bir müteahhitle karşılaştınız mı ben hiç duymadım. Ama bunun dışında beyin göçü ve gencecik insanların giderek yurt dışına gitmek istemelerinin nedenlerini ortadan kaldırmak gibi yönetenlerin bir siyasal politikalarının olmadığı gerçeği ortalık yerde duruyor. Yirmili üstü – otuzlu yaşların hikâyesi burada başlıyor, hangi coğrafyada şekilleneceğini onların kişisel mücadelesine bağlı. Yoksulluğu açığa vuran on üç milyon insan, sadaka kültürüyle sadece karın doyurmakla yetinmeyi bilerek – isteyerek kabullenmesiydi şimdiki hikâyemizin adı. Bütün yoksulluklar onulmaz zorluklara yeni bir kapı açıyor, dünden kalan son kırıntılarını rastgele harcadığımız dayanışma ruhumuzda artık kalmadı. Anadolu ‘ dan göçen, her şehir kimliğinin sığındığı bir dört duvarı, birde adını taşıyan ya bir derneği ya da bir lokali vardı. Hepimizin gördüğü bir şey, çarşı – pazarı gezerken, değeri parayla – alım gücüyle ölçülen her şey çok fazla hem de alabildiğinden çok fazla. Ceplerimizi yoklarsak ifadesiz yüzlerle karşılaşırız, ifadesiz hareketlerle karşılaşırız, günün gerçeği bu. Bu kapitalist sistemin yandaşlara paylaştırılmış alanları meşru – meşru gülüyor, ama çoğunluğun verdiği bir rahatlıkla. Mavi göğün altında güneşlenen binlerce insan, acı dolu bir manzarayı içine çekiyor. Bakışlarıyla yakaladıkları gün ışığı, yine kendi ahenginde görünen renklere bulaşmaya devam ediyordu…
Sokaktan sokağa dağılan sessizliğin sesi, bir kuş sesi bile yok çevrede. Doğanın büyüsünden uzaklaşan gün, sessizliğin içine girip bir türlü çıkamadı. Nasılsa en arkalarda unutulmuş bir parkın kanepesinde, oturan bir insan her zaman vardır. Belki de ağır geçen bir mevsime, bütün acıları, bütün iç çekişlerini bırakıp, yarına yeni bir başlangıç yapabilir miyim düşüncesi, yüzündeki kırmızı kanını kendine çekiyor…
Eğer, kariyer ve mesleki konumlarımızı hiç kimse sorgulamazsa, bu sokakta yürüyen insan kalabalığıyla aramızda hiç bir fark yoktur. Onların insan olması ve benimde seninde insan olman o kadar…
“ İnsan yaşadığı toprakların, dört duvar dünyasından uzaklaşırken bile, günden sonraki günleri bir kez daha saymaya başlıyor… “
Ali Şeker