in ,

Türkiye kapitalizmi ve krizleri

Ekonomi-Politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş Türkiye kapitalizmini ve krizlerini yorumladı

Mustafa Durmuş krizi değerlendirirken 2022 bütçesinin emekçiler için bir kemer sıkma politikası anlamına geldiğini belirtti ve Türkiye kapitalizmi için nekro kapitalizm tanımlamasında bulundu

Prof. Dr. Mustafa Durmuş, Türkiye ekonomisi, Merkez Bankası’nın faiz indirimi kararını ve hükümetin ekonomi politikalarına ilişkin açıklamalarda bulundu.

Ekonomi-Politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş Evrensel’den Serpil İlgün’ün sorularını yanıtladı.

Durmuş, “neoliberalizm” kavramını kullanmayı doğru bulmadığını belirterek, “Ben artık uzun zamandır neoliberalizm demiyorum içinde yaşadığımız döneme, bazıları postliberalizm diyor, ben nekro kapitalizm terimini kullanmaya başladım. Kapitalizmin ve devletin mafyatik, ırkçı, savaşçı, dincileştirilmiş, kadın düşmanı, farklı kimliklere düşman yapılarının ön plana çıktığı ve askeri savaş kompleksinin de çok belirgin biçimde rol almaya başladığı bir döneme girilmiş gözüküyor. Maalesef Türkiye de kendi özgünlükleriyle buna benzer bir çizgi içinde yürüyor” dedi.

Bütçeye geçmeden önce, bütçeyle de bağlantılı olan geçtiğimiz hafta Meclis Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaşan 64 maddelik ‘Vergi Usul Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ni soralım. Değişiklik yapmaya neden ihtiyaç duyuldu ve bu 64 madde içinde emekçiler lehine bir düzenleme var mı?

Zaman zaman vergi kanunlarında değişikliklere ihtiyaç olur. Ama bu değişiklikler bir torba yasa mantığıyla yapılıyorsa, özellikle de anlaşılması zor bir biçimde gündeme getiriliyorsa ve belli dönemlere sığdırılıyorsa bunu takip etmek lazım. Bu 64 maddelik değişiklik de torba yasa mantığıyla yapıldı. Bence iki konu başlığı çok önemliydi. Bir tanesi 850 bin civarında basit usule tabi mükellef var, bunlar berberimiz, bakkalımız, taksi şoförü vs. Bu kesimlerden alınan ortalama 250 milyon TL’lik bir vergi gelirinden vazgeçileceğini söylediler. 850 bin insanın vergi dışı bırakılması, çok ciddi bir popülist siyasi hamle olarak görülmeli. Yani geleneksel olarak sağ, muhafazakar, hatta aşırı sağ partilerin ve düzenin yanında olan bir kesimin de yaşam koşulları kötüleştiği için bu kesimlerde bir çözülme başlamıştı. Dolayısıyla onları tutabilmeye dönük bir hamle.

Ama bir yandan bu hamleyi yapıyorsunuz onları koruyacakmış gibi, diğer yandan bunların karşısına “Bin market” diye bir proje çıkarıyorsunuz. Yani devletin 1000 büyük süpermarket kuracağını söylüyorsunuz, bu zaten bu kesimin en büyük korkusu. Bu nedenle burada eklektizm var.

Pakette asgari ücretliye ya da işçi sınıfına dönük bir iyileştirme var mı?

Hayır, hiçbir iyileştirme yok. Siyasal iktidar burada siyasi ve sınıfsal tercihini netleştirmiş gözüküyor. Vergi politikalarını düzenlerken işçi sınıfına sırtını tamamen dönmüş durumda.

850 bin küçük esnafın vergiden muafiyetinin 500-600 milyon liralık bir vergi geliri kaybı yaratacağını söylüyorsunuz. Bu nereden ikame edilecek?

Şöyle düşünün, 1 trilyon 228 milyar liralık önümüzdeki yıl vergi toplanacak. Bunun içinde 500 milyon çok fazla bir şey gözükmeyebilir. “Ben bundan vazgeçerim ama karşılığında oylarımı da konsolide etmiş olurum” denilebilir. Fakat burada başka bir sorun var; yasada bir kısıt var. Diyor ki, bu imkandan yararlanması için esnafın yıllık gelirinin 240 bin lirayı geçmemesi lazım. 240 bin lirayı geçmemek için esnaf ne yapacak, kayıt dışılığa yönelecek, fatura kesmeyecek, herhangi bir şekilde belge düzenlemeyecek. Yani söz konusu kayıp aslında diğer vergiler düşünüldüğünde 500-600 milyonun üzerine çıkacak ama siyasal iktidar kendi bekası için bunu kabullenmiş gözüküyor.

Bu dönem için bu vergi kanunları çıktıktan sonra yeni bütçe gündeme geldi. Bütçenin sunulduğu haline baktığımız zaman, vergiyle ilgili olarak 1 trilyon 228 milyar liralık bir rakam, fakat 278 milyar liralık da bütçe açığı var. Yüzde 3.5 civarında bir orana denk düşüyor. Bu ciddi bir olay, dahası iktidar 2023 yılında 336 milyar liralık bir vergi gelirinden de vazgeçiyor. Bunu vergi harcamaları adı altında bütçede gösteriyor.

Nedir vergi harcamaları?

İktidarın muafiyet, istisna, indirim gibi teşviklerle almadığı vergilerin toplamı. Bunu her yıl listeliyor ve bütçe kanununa ekliyor. Bu sene de eklediler. 2021’de bu rakam 231 milyar. Dikkatinizi çekerim, 130 milyar lira birden artmış durumda. Dedik ya basit usule tabi olan esnaflardan 500-600 milyon lira vergi gelirinden vazgeçiliyor. Vazgeçilenin çok daha büyüğü burada. Bu bütçe açığının yüzde 120’sine denk. Yani 278 milyar lira bütçe açığı vereceksiniz, ama bu arada sermayeden 336 milyar liralık vergi almaktan da vazgeçeceksiniz. O vergiyi alsanız aslında bütçe açığı değil, bütçe fazlası verirsiniz. Analiz ettiğimizde burada da sınıfsal perspektif çok daha net ortaya çıkıyor. Çünkü bunlar büyük teşvikler.

Emekçilerin yararlandığı bir kalem var mı?

Emekçilerin bundan yararlandığı bir tek kalem var, AGİ (asgari geçim indirimi). O da şu anda ortalama olarak aylık 320 lira. Peki 2022 yılında AGİ ne kadar ona göre kıyaslama yapalım. Benim hesaplamalarıma göre, 54 milyar lira. Düşünün sermayeye 336 milyar liralık bağışta bulunuyorsunuz, almıyorsunuz; bunun 54 milyarını emekçilerden AGİ altında almayacaksınız. Ama bundan da emekçilerin tamamı yararlanamıyor. Çünkü AGİ’yi, patronların çoğu uygulamıyor. Küçük işyerlerine gittiğiniz zaman size şunu söylüyorlar, “Biz net ücret üzerinden anlaştık, ne AGİ’si!” Dolayısıyla bu da aslında sermayeye verilen bir teşvik. Yani bütçede de vergiden vazgeçmek anlamında emekçilere herhangi bir imkan yok.

Gelir Vergisi Kanunu’nun geçici 67. maddesi var. Bankalardaki mevduatlardan alınan faizleri düzenliyor. Yeni düzenleme yapıldı, 2021 yılının sonuna kadar olan vergi indirimleri 2025’in sonuna kadar uzatıldı. Öyle ki eğer 6 aya kadar bir mevduatınız varsa elde ettiğiniz faiz gelirinden sadece yüzde 5 vergi kesilecek, 6 ay 1 yıl arası yüzde 1, bir yıldan sonra hiç yok. Yani bankadan 50 milyon liralık faiz geliri elde etseniz bile hiç vergi ödemeyeceksiniz. Bu vergi politikasının nasıl sınıflar arası uçurumu arttırdığını, bunun bir zenginleşme, yoksuldan alıp zengine aktarma mekanizması olduğunun da net bir göstergesi.

İktidar bunu yeniden bölüştürme aracı olarak görüyor ama tersinden bir bölüştürme aracı. Yoksuldan alıp zengine veriyor. Bu bir mülksüzleştirme, bir yoksullaştırma projesi. Artık proletarya da diyemiyorum çünkü artık prekaryaya döndü, sınıfın en alt kesimleri haline gelmeye başladı çok büyük kitleler. Böyle olduğu zaman da tabii ki çok zor durumda kalıyorsunuz.

2022 bütçesi kemer sıkma politikası

İktidar yanlısı gazeteler, 2022 bütçesinin dar gelirli vatandaşa destek bütçesi olduğu, sosyal hassasiyetin damga vurduğu yönünde propaganda yapıyor. “Refahın tüm toplum kesimlerine yaygınlaştırmasına yönelik politikalar devam edecek” deniliyor. Refah mı yaşıyoruz ki, bu toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırılacak?

Siyasal iktidar ve medyasının zaten şöyle bir propagandası var, işler aslında iyi. Dışarıdan gelen engellemeler, bir de içeride muhalefetin engellemeleriyle tökezliyoruz, ama şahlandık yine, yüzde 21.7 büyüdük! Bunu çok büyük başarı olarak sundular. Ya da “Bu sene yüzde 9 büyüyeceğiz!” Doğru, bu sene yüzde 9 büyüyebiliriz ama IMF açıkladı, öbür sene yüzde 3.3’e kadar düşüyoruz. Bu bir çakılma hali. Refahın falan büyüdüğü yok ama toplum olarak şöyle bir miyopluğumuz var, biz makro düzeyde önümüze konulanlara bakıyoruz. Tüm bunlar ne anlama geliyor bunu anlayamıyoruz. Evet, belli kesimlerin refahı salgında bile çok artmış durumda. Bunlar iktidara yakın olan sermaye grupları, bunlar cemaatler, iktidardan nemalananlar, vakıflar vs. Bunların durumları gayet iyi zaten, hiçbir şeyden şikayetleri yok tek sorunları özellikle 2019 seçimlerinden sonra tekerleklerine biraz çomak sokulması. Dolayısıyla onlar kendi içinde bulundukları durumu, halkın genel refah durumu gibi yansıtıyorlar. Gazeteleri, medyaları bunun propagandasını yapıyor. Onlar da çok iyi biliyorlar ki bu bütçe aslında bir kemer sıkma bütçesidir.

Kemer sıkma bütçesi olduğunu başka nereden anlıyoruz?

Bu Cumhurbaşkanlığı gerekçesinde, bütçenin kendisinde var, ne diyor bütçe? Bu sene yüzde 3.5 olan bütçe açığını önümüzdeki yıl 2.9’a düşüreceğim. Bu ne demektir, harcamaları daha fazla kısacağım, vergileri daha fazla arttıracağım! Siz bir yandan daha salgından çıkamamışsınız, DİSK’e göre 8 milyona dayanmış işsiz sayısı, yoksulluk, enflasyon hayat pahalılığı almış başını gidiyor, siz böyle bir dönemde mali disiplin adı altında kamu bütçesinin kısılmasını, kemer sıkmayı mı savunursunuz, yoksa kemerleri gevşetip kamu bütçesini bu krizden çıkış ve halkın refahını yükseltmek için mi kullanırsınız? Birazcık emekten yana düşünebilen bir hükümet olsaydı “Zaman zenginlere ve belli kesimlere verilenleri azaltıp, halkın refahının arttırılmasının zamanıdır” derdi. Bunun tam tersini yapıyor.

“Zengine kaynak aktarılıyor”

İşçi emekçiler olarak giderek daha öfkeyle takip ettiğimiz bir diğer mesele, geçmediğimiz yolların, köprülerin, gitmediğimiz hastanelerin, uçmadığımız havaalanlarının parasının cebimizden çıkması. 2022 bütçesinde bunlar için 512 milyar ödeneceği açıklandı. Döviz istikrarlı bir şekilde yükselirken 512 milyar gerçekçi bir rakam mı?

2022 bütçesinde Sağlık Bakanlığına 122 milyar civarında bütçe ayrılmış. Baktığımız zaman oldukça yüksek aslında. Diyorsunuz ki, herhalde sağlığa inanılmaz bir kaynak ayrılıyor. Ancak Sağlık Bakanlığı bütçesinin önemli bir kısmı şehir hastanelerine aktarılacak paralardan oluşuyor maalesef. Çünkü 2017’den bu yana şehir hastanelerine yılda ortalama 16 ile 20 milyar lira arasında kiralama veya hizmet bedeli adı altında aktarma yapılıyor. Üstelik bunlar dış krediyle yapıldığı için hazine garantisi vermişsiniz, hasta garantisi vermişsiniz ve de demişsiniz ki, “Ödemelerinizi döviz cinsinden yapacağım!” Dünyanın hiçbir yerinde bundan daha kârlı, bundan daha pahalı, daha az riskli projeler olamaz. Belirttiğiniz gibi bu sadece şehir hastaneleriyle ilgili değil, hidroelektrik santraller böyle yapılıyor, büyük havalimanları, büyük köprüler böyle yapılıyor, bunlarda da yolcu garantisi, geçiş garantisi gibi garantiler var. Öyle tuhaf bir durumla karşı karşıyayız ki, örneğin köprüler ya da yollarla ilgili bir yandan geçerken ciddi paralar ödettiriliyor size, haraç gibi harç ödüyoruz, o da yetmiyor geçiş garantisi verildiği için geçmezsek de vergimizden ödüyoruz. Bunu da dövize endeksli ödüyoruz. Bu arada kur da inanılmaz artıyor. Sadece eylül ayında yapılan faiz indiriminden sonra TL, dolara karşı 1 TL kaybetti. Dolar, avro arttığında işletmecilerin kârı artmaya başlıyor. Sizce de bu yoksullaştırma, zengine kaynak aktarma yöntemi değil mi? Şimdi yavaş yavaş toplum bunu görmeye, anlamaya başladı.

“Toplumun tüketecek hali kalmadı”

Hayatlarımıza birebir dokunduğu için soralım; verili koşullar üzerinden baktığınızda kur yükselişini sürdürecek mi? İktisatçı, Prof. Dr. Veysel Ulusoy, kur seviyesi ve oynaklığının bilerek ve isteyerek yaratıldığına ilişkin şüphelerini dile getirdi. Sizin gözleminiz ne?

Kurun bu kadar yükselmesinin yüzeydeki, bir de derindeki nedenleri var. Derindeki sistemik nedenlere ana akım iktisatçılar pek bulaşmak istemiyorlar. Yani ülkenin dışa bağımlılığı, tarımın dışa bağımlılığı, dış borç seviyesinin yüksek olması vs. Bütün bunlar kurun belli bir düzeyin üstüne çıkmasıyla ilgili. Çünkü sonuçta kur da bir değişim değeriyse bu değeri de belirleyen bazı faktörlerin olması lazım. O da söz konusu dövizi elde etme maliyeti. Bu maliyet giderek artıyor. Birincisi bu. Ama yüzeyde de başka sorunlar var, bunlardan bir tanesi Veysel Hoca’nın söylediği şey, yani spekülatif biçimde yükselmesiyle ilgili. Mümkündür, çünkü daha önce de bunları yaşadık. Serbest bıraktılar yukarı çıktı, yukarıdan sattılar sonra düştü, tekrar aldılar falan, bütün bunların yapıldığını biliyoruz. Ve iktidara yakın çevrelerin de bununla ilgili basınç yapma ihtimalleri de yüksek. Ama ortada bununla açıklanmayacak başka gerçekler var.

Nedir?

Şu, iktidar faiz oranını bilerek ve isteyerek düşürüyor. Faiz oranlarının düşürülmesi demek, TL’nin değerinin ve getirisinin düşmesi demek. Siz istediğiniz kadar vergiyle onu telafi etmeye çalışın, bunu karşılamıyor. Çünkü enflasyonununuz yüksek. Türkiye’de bence enflasyon sadece talep yönlü bir şey değil, çünkü talep yönü çok az. Çünkü toplumun talep edecek, tüketecek hali kalmadı.

Siyasal iktidar kontrolü elden kaçırdı, para politikalarının sınırına geldiklerinin farkındalar. Para politikası ne demektir, faiz demektir, MB politikaları demektir. Faizle bu kadar oynamanın sonucunda onu etkisiz bir araç haline getirdiklerini gördüler. Hiçbir şekilde faizlerin düşürülmesi ne enflasyonu düşürür, ne de ekonomiyi canlandırır. Dolayısıyla geriye bir tek maliye politikaları kaldı. O maliye politikaları da vergiler, harcamalar, işte bütçede yansıdığı biçimiyle ekonomiyi ayağa kaldıracak yeterlilikte gözükmüyor.

MB rezervleri eridi. Rezerviniz yoksa kuru tutamazsınız. Bunun da farkındalar. Yani MB bankasında, kur cephesinde, faiz cephesinde hatta bana kalırsa maliye hazine cephesinde de büyük sorunlar yaşıyorlar. O nedenle bu artık yönetememezlik durumuyla bizi karşı karşıya getiriyor. Parlamento muhalefeti de buna yükleniyor, tamamdır buna bir itirazım yok ama bir de sistemik sorunlar var. Onları da konuşmaları gerek çünkü o sistemik sorunları çözmeyi hedeflemeyen iktidar adaylarının benzer sorunlarla karşılaşması kaçınılmaz olacak.

Türkiye ve nekro kapitalizm


Diyanet ve İletişim Başkanlığı’nın en çok tartışılan kurumlar olmaları hasebiyle bütçelerini yorumlamanızı isteyelim. Diyanet bütçesi, 18 milyar 620 milyondan 20 milyar 729 milyona çıkarılırken; İletişim Başkanlığı bütçesi de yüzde 60 arttırılarak 680 milyon 127 bin lira olması öngörülmüş. Koşullar ne olursa olsun bu kurumların bütçelerinin arttırılması bize ne söylüyor?

Uzun zamandır Diyanet İşleri Başkanlığı Cumhurbaşkanlığının taleplerini yerine getirirken, müesses nizamın da önemli bir parçası haline geldi. Bütçesindeki büyüme bunun bir göstergesi. Diyanet’i sadece bir kaynak aktarma mekanizması değil, toplumun mevcut rejime hazırlanması konusunda, özellikle gençleri hazırlama konusunda bir ideolojik aygıt olarak düşünmek lazım. Dikkat ederseniz pek çok konuda ön almaya başladı. Bu da siyasal İslam’la neoliberal rejimin hemhal olduğunu gösteriyor. Çünkü bunun bir de vakıflar, cemaatler, tarikatlar ayağı var. Yani onlara verilen paradan daha çok, onların toplumu biçimlendirme konusunda yaptığı hizmet çok daha önemli olduğundan çok önemsiyorlar. O nedenle pek çok bakanlıktan daha çok önemlidir Diyanet. Aynı durum İletişim Başkanlığı için de geçerlidir.

Ben artık uzun zamandır neoliberalizm demiyorum içinde yaşadığımız döneme, bazıları postliberalizm diyor, ben nekro kapitalizm terimini kullanmaya başladım. Kapitalizmin ve devletin mafyatik, ırkçı, savaşçı, dincileştirilmiş, kadın düşmanı, farklı kimliklere düşman yapılarının ön plana çıktığı ve askeri savaş kompleksinin de çok belirgin biçimde rol almaya başladığı bir döneme girilmiş gözüküyor. Maalesef Türkiye de kendi özgünlükleriyle buna benzer bir çizgi içinde yürüyor.

AKP, sermaye çatışmasını yönetemiyor

Yüksek İstişare Kurulu toplantısında TÜSİAD başkan ve başkan yardımcısının isim vermeden de olsa iktidara eleştiriler yöneltmesi, “muhalefet partileri ile gelecek için şimdiden temas kurma” gibi yorumlarla karşılandı. Siz bu yorumun yüzeysel olacağını başka bir arka plan olduğunu söylüyorsunuz. Nedir o arka plan?

Şöyle bir şey var, şu ana kadar gelir bölüşümü konusunda TÜSİAD dışlandı mı, hayır. Yani işçi sınıfı ve kapitalistler arasındaki bölüşüm konusunda TÜSİAD payını aldı. Vergi uygulamalarından, vergi indirimlerine, kamu harcamalarından grev yasaklarına kadar hepsini aldı. Sadece iki noktada itirazı var. İktisadi olarak söylüyorum. Birincisi şu; egemen sınıf veya sermaye sınıfı dediğimiz sınıf bir bütün değil, bu sınıfın çeşitli fraksiyonları var. İzlenen politikalar bir bütün olarak son dönemlerde özellikle burjuvazinin tüm kesimini mutlu etmedi. Özellikle kur ve faiz politikaları. Ona karşılar.

Bir başka sorun, kapitalizm krizlere meyilli, bunu biliyoruz. Devletten beklenen de böyle dönemlerde makroekonomik istikrarı sağlamak ve ekonomiyi ayağa kaldırmak. Makroekonomik istikrarda ilk önce paranın değerinin korunması gerekiyor ki, sanayici buna göre yatırım yapsın. Bu yok, paranın değeri tepetaklak. Kısacası TÜSİAD artık şunu görmeye başladı; tamam, şu ana kadar sınıfsal olarak istediğimiz her şeyi neredeyse aldık, işçi sınıfının canına okudular, onlardan yana yasaları iğdiş ettiler ama ortaya çıkan kâr bölüşümünde belli sermaye grupları ve sektörler bize daha çok kayrıldı, biz daha az kazandık. AKP, sermaye içindeki çatışmayı yönetemedi ya da tercih yaptı. TÜSİAD bunu görüyor, “sen makroekonomik istikrarı sağlayamayacaksın artık” diyor.

Son dönemde AKP’ye yakın sermaye gruplarından da serzenişler, dolaylı da olsa eleştiriler gelmeye başladı. Perakende devlerinin de içinde olduğu bu gruplarının hoşnutsuzluğunun kaynağı ne?

Bir kere bunlar çok büyüdüler. Örneğin perakende sektöründeki BİM, A101 vs. bunlar çok büyüdüler. İlk beşteler. İlk beş de piyasanın yüzde 77’sini kontrol ediyor. Ve bunlar son 20 yılın ürünü. Fakat şimdi enflasyon faturasını bir miktar kendilerine kesildiğini gördüler. Bundan rahatsız olmaya başladılar. Artı tedarik zinciri, tarım sektöründeki sorunlar vs. bunlarda da sorun yaşanmaya başlandı. Özetle, sermayenin siyasal iktidarla olan bağları hem güçlü hem de zayıftır. Yani o karşılıklı ilişki, birbirine güven ve birbirine çıkar sağlamakla yürüyen bir ilişkidir. O çıkarlar sağlanamıyorsa, sermaye yavaş yavaş dirsek göstermeye ve kopmaya başlar. Hele ki çok derin krizler söz konusu olduğunda geleceğini de riske atmak istemeyeceğinden daha açık tavır almak zorundadır. Mesela Ülker gibi gruplar açık tavır almadılar ama ne yaptılar, servetlerinin çok önemli bir kısmını yurt dışına çıkardılar. Korku yaşıyorlar çünkü. TÜSİAD biraz daha farklı yerde duruyor ama onlar da zaman zaman korkularını dile getiriyorlar. Bu sesler daha da derinleşecektir, daha da itirazlar artacaktır.

Yolculuk Haber

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Nach EU-Gipfel

Energiewende braucht ein neues Strommarktdesign für dezentrale Bürger-Energie