Rasim Öztaş
Madalyonun diğer yüzünde güçlü surlara sahip olmasına rağmen Sicilya’dan getirtilen birkaç bin kişilik paralı askerin dışında ordusu olmayan, Latin işgalinden sonra eski ekonomik gücünden yoksun, halk desteğini yitirmiş, Suriçi’ne sıkışıp kalmış küçücük, hatta minnacık bir devlete karşı yapılan savaşa çok fazla anlamlar katmamak gerekiyor diye yazıyor olmalı
Her ülkenin bir resmi tarihi vardır, bir de gayri resmi tarihi.
Her sınıf kendi tarihini kendisine göre yazar.
Resmi tarihin içinde zaferden zafere koşup ülkeler fetheden sultanlar, padişahlar, ordular vardır, ama bu tarihin içinde işgal edilen topraklarda yaşayan insanların yaşadığı acılar, katliamlar, yağma ve talanlar yoktur. Bunları ancak gayri resmi tarihin içinde bulabiliriz.
Tarih boyunca yaşanan acılar resmi tarihin içinde olmadığı için İstanbul’un “fethi” her yılın 29 Mayıs’ında büyük etkinliklerle kutlanılır, buradan hamaset söylemleri çıkartılarak insanların milliyetçi duyguları kabartılmaya çalışılır.
Dünyanın iki başkentinden biri (diğeri Roma) olduğu söylenen İstanbul’un alınması elbette ki önemli bir olaydır. Bir işgal hareketi olsa da bin yıllık bir devleti tarih sahnesinden silmekle kalmamış, kimilerine göre bir çağı kapayıp yeni bir çağı açmıştır. Bu açıdan bu fethin dünya tarihindeki yerini göz ardı etmemek gerekiyor.
İstanbul’un alınması Osmanlı tarihi açısından da önemlidir; çünkü bu savaşla devlet olmaktan çıkılıp imparatorluğa adım atılmıştı.
Bir de madalyonun öteki yüzü var.
Madalyonun diğer yüzünde güçlü surlara sahip olmasına rağmen Sicilya’dan getirtilen birkaç bin kişilik paralı askerin dışında ordusu olmayan, Latin işgalinden sonra eski ekonomik gücünden yoksun, halk desteğini yitirmiş, Suriçi’ne sıkışıp kalmış küçücük, hatta minnacık bir devlete karşı yapılan savaşa çok fazla anlamlar katmamak gerekiyor diye yazıyor olmalı.
Bu nedenle askeri anlamda büyük bir öneme sahip olmayan İstanbul kuşatması ve işgalinin büyük bir kahramanlık destanı olarak anlatılması çok gerçekçi değildir.
Patrik tahtına oturan fahişe
4. Haçlı Seferi’ni bilenler vardır. 4. Haçlı Seferi’nde Katolik Haçlı Ordusu, Ortodoks Bizans’a karşı sefer yaparak İstanbul’u işgal etmişti. İstanbul’da yaşanan Latin işgali 57 yıl (1204 – 1261) sürmüş, bu işgal sırasında Haçlıların gerçekleştirdikleri katliam ve talanlar Vandalların 5. yüzyılda İtalya ve İspanya’da yaptıkları vahşeti aratmamıştı.
“Bizans tarihi uzmanı Steven Runciman, Kostantinopolis’in Antik Yunan’dan kalan sanat yapıtları ve başyapıtlarla dolu olduğuna dikkat çeker. Venedikliler böyle şeylerin değerini bildiklerinden, buldukları hazineleri alıp götürdüler. Ancak, Fransızlarla Flamanların yok etme arzusuyla, naralar atarak sokaklara ve evlere saldırdıklarını belirten Runciman, manastırların, kiliselerin ve kütüphanelerin bu yağmadan kurtulamadığını söyler. Sarhoş askerlerin, Ayasofya’da bile, kutsal kitaplarla ikonaları ayaklarıyla ezdiklerini, bir fahişenin patriğin tahtına oturarak açık-saçık şarkı söylediğini, her türlü meskenin yağmalandığını belirtir. Şehir’in maddi kültürünün neler olduğunu anlamak için yağmalama hedeflerine bakmak yeterli görünmektedir. Fahişenin patrik tahtına oturması gibi, sembolik ters yüz oluşlarla adeta ele geçiriş haykırılmaktadır.”[1]
İstanbul’un Latin işgalinde en vahşi yağma ve katliamlara uğramasının nedeni Bizans’ın Ortodoks olmasına Katolik Avrupa’nın duyduğu öfkedir.
“Frenklerin ekmeğinden ise, Türk’ün kılıcı daha iyidir”
Latin işgalinden sonrası da Bizans için hiç iyi geçmedi. 14. yüzyıl taht kavgaları ve iç savaşlara sahne oldu.
“… imparatorluğun ekonomisi, birincisinin üzerinden (birinci iç savaşın üzerinden -bn-) çok az zaman geçmişken yaşanan ikinci bir çatışmanın gerginliği altında hemen hemen çökmüştü; ayrıca, kendi yöneticilerinin birbirlerine karşı bir kez daha savaş ilan ettikleri haberinin yayılması, Bizans halkı arasında yöneticilere karşı düşmanca tepkilere yol açmış ve toplumu, şimdiye kadar hiç görülmemiş biçimde karşıt kamplara bölmüştü.”[2]
Latinlerde Bizans Ortodoksluğuna duyulan öfkenin bir sonucu olarak işgal anında gerçekleştirilen yağma ve katliamlar daha sonrasında İstanbul halkında Katolik Hıristiyanlığa karşı farklı bir öfkeyi açığa çıkarttı. Bizanslılarda Katolik inancına, dolayısıyla Vatikan’a karşı gelişen bu öfke İstanbul’un Osmanlılar tarafından işgal edilmesine kadar sürdü.
Latin işgalinden sonra Bizans bir daha kendine gelemediğini söylemiştik. Bu güçsüzlük durumu Bizans son dönemlerinde Osmanlının işgal tehlikesine karşı Ortodoks kiliseleri ile Katolik kiliselerinin birleştirilmesi yönünde bazı adımların atılmasını sağladı.
İki kilisenin birleşmesi için 1438 yılında Bizans ve Roma konsüllerinin aldıkları kararlar Bizans ruhban sınıfı tarafından kabul görmedi. Halk da bu birleşmeye tavır aldı.
Halktaki memnuniyetsizliğe rağmen 12 Aralık 1452 tarihinde Bizanslı yöneticiler Ayasofya Kilisesi’nde bir araya gelerek, 1438 yılında alınan Floransa kararlarını okuduktan sonra birleşmeye onay verdiler, ama bu birleşme halkta Latin işgalinde yapılan yağma ve katliamları hatırlattığı için yine olumsuz bir etki yarattı. Bu nedenle Bizans, Osmanlı ablukasında Avrupa devletlerinin savaşın seyrini değiştirmeyecek birkaç küçük yardımı saymasak destekten yoksun ve savunmasız kaldı. Bu girişim aynı zamanda sarayın halkın desteğini yitirmesine de yol açtı.
İlber Ortaylı Bizans halkında ortaya çıkan bu memnuniyetsizliği şöyle özetler:
“Bizans’ın son patriği II. Athanisos da şiddetli bir Katolik düşmanıydı ve Floransa konsülünün kararlarını reddettiği gibi, birleşme taraftarı rahipleri de kiliseden Sinod kararıyla attırmıştı. ‘Frenklerin ekmeğinden ise, Türk’ün kılıcı daha iyidir’ sözü tarihi bir vakıadır.”[3]
Kısaca İstanbul’un fethi bir imparatorluğa karşı düzenlenen sefer sonrasında gerçekleştirilmedi. Doğru dürüst ordusu olmayan, Latin işgalinden ticaret yollarını kaybettiği için ekonomik olarak tükenmiş, taht kavgaları ve iç savaşlar nedeniyle iyice güçten düşmüş, halk desteğinden yoksun, Suriçine sıkışıp kalmış küçücük bir devlete karşı düzenlenmiş bir savaşın sonunda ortaya çıkan bir zaferdir.
Bizans halkının saraya sırtını dönmesine rağmen, kuşatma sırasında Osmanlı askerlerine direndiğini bir not olarak düşmek gerekiyor.
Eyüp Sultan’ın mezarını bulmak
Tarihçi Halil İnalcık İstanbul kuşatmada Bizans’ın durumunu şöyle açıklar:
“Konstantiniyye kuşatması, 6 Nisan 1453’ten 29 Mayıs’a kadar, elli dört gün sürdü. Savunma güçleri 8.500 kişi kadardı; düzenli Osmanlı ordusu ise en az elli bin kişilikti. (…) Savunucuların başlıca düzenli gücünü Cenevizli bir gurup paralı asker oluşturuyordu. Cenevizli komutan (…) yaralanıp gemisine kaçınca da savunucuların morali çöktü.”[4]
Osmanlının gücünü 80 bin, hatta 200 bin asker olduğunu söyleyen kaynaklar da var.
Bizans’ın askeri gücü Osmanlının askeri gücü ile kıyaslanamayacak durumdaydı ve savaşacak moralden yoksundular. Surların etkisini elbette göz ardı etmemek gerekiyor, ama Osmanlı’nın döktürdüğü 550 kiloluk gülleler atabilen topların karşısında bu surların kenti korumaya yeterli gelmeyeceğini görmek gerekiyor. İki güç arasındaki var olan bu eşitsiz güç dengesine rağmen Osmanlı ordusunun İstanbul’un surlarını aşmak için başka güçlere, mucizelere ihtiyacı vardı. Bu mucize Eyüp Sultan oldu.
Eyüp Sultan ilk Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra İslam Peygamberi Muhammed’i yedi ay evinde misafir eden kişidir. İslamiyet’in ilk yıllarında yaşanan Bedir, Uhud, Hendek savaşlarıyla, Halife Ali döneminde Haricilerle yapılan savaşa katılmıştı.
Eyüp Sultan’ın, Muaviye döneminde İstanbul’u almak için yapılan sefere katıldığı söyleniyor. Bu seferin kesin olarak ne zaman düzenlendiği bilinmemekle birlikte, 667 – 674 yılları arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Bu tarihler arasında Eyüp Sultan’ın yaşı 80 – 90 aralığında olmalı. Bu yaşlardaki birinin deve ya da at sırtında üç bin kilometrelik bir yolu aşıp, böyle bir sefere katılmasının ne kadar akla yatkın olduğunu düşünmek gerekiyor.
İstanbul’u almak için sefere çıkan İslam ordusunun İstanbul Boğazı’nı aşarak Avrupa yakasına geçebilme durumu yoktu. Hatta bazı tarih aktarımlarında İslam ordusunun Kadıköy’deki (Kalkedon) surları aşamadan geri döndüğünü belirtirler. Büyük bir ihtimalle Asya yakasına kadar gelip, boğazı geçemeyeceklerini anladıktan sonra geri dönmüşlerdir.
Resmi tarih anlayışına göre Eyüp Sultan bu sefere katılıyor. Yaşı çok ilerlediği için sefer sırasında hastalanıyor. İslam ordusuna kumanda eden Yezid’ten, öldüğü taktirde cenazesi hemen gömülmeyerek (o yıllarda bir askeri sefer anında cenazenin günlerce bekletilmesine tıbbi olarak imkan var mıydı diye sorulabilir), ordunun gideceği en son noktaya götürülerek orada gömülmesini istiyor. Yezid bu vasiyete uyarak, onu götürüp bugünkü Eyüp Sultan Camisi’nin olduğu yere gömüyor. Yani Emevi ordusunun Boğaz’ı geçemediği için adım atmadığı Avrupa yakasındaki bir yere!
Soner Yalçın’ın 30 Mayıs 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki “Eyüp Sultan’daki mezar kimin” başlıklı makalesinde, tarihçi Profesör Dr. Halil İnalcık’tan aktardığı bir pasaj önemli. Halil İnalcık bu konuyu şöyle açıklıyor:
“İstanbul’un fethi sırasında 4 düşman gemisi Haliç’e gelerek yardım getirdi. İstanbul’da halk surlara çıkarak Türklere karşı gösteriler yaptılar. Bizim asker arasında ümitsizlik doğdu, hatta bir kaynağımıza göre (Çandarlı Halil Paşa’nın da kışkırtmasıyla) bazı askeri gruplar, ‘bu işin sonu yok’ diye kuşatmayı bırakıp gitmeye başladılar. Çok nazik bir durum vardı. O zaman Akşemseddin, Fatih’in şeyhidir. Hacı Bayram tarikatındandır. Eyüp El Ensari’nin mezarını bulmak için kolları sıvadı. (…) Moralin düştüğü bir anda, Peygamber’in Sahabesi’nden olan Eyüp’ün mezarını bularak askere moral vermek amacıyla padişahtan müsaade istiyor. Bugünkü Eyüp mevkiinde kazı yapılıyor, orada eski manastırlar vardı, toprak altında yazılı mermer parçaları buluyorlar. ‘İşte mezar burası’ diye orduya ilan ediyorlar. Askere savaş için yeni bir şevk ve heyecan geliyor.”[5]
Osmanlı Devleti, Rumeli Hisarı’nın yapımına fetihten bir sene önce başlamıştı. Her fetihte yıldönümünde anlatılan kadırgaların yapımı ve karadan yürütülerek Kasımpaşa’dan Haliç’e indirilmesi için uzun zamana ihtiyaç duyulduğunu göz önüne aldığımızda, dökülen topların surların kara tarafına konuşlandırılmasına baktığımızda Bizans’ın Sur dışında bir yere müdahale edecek bir gücü olmadığı ortaya çıkıyor. Zaman açısından da bir sorun olmamasına rağmen, tam da askerlerin moralinin bozuk olduğu bir anda Eyüp Sultan’ın mezarının bir mucize gibi ortaya çıkması insana biraz şaşırtıcı gelebiliyor.
İstanbul’un yağmalanması
İstanbul’un Osmanlı ordusu tarafından alınmasının ardından Latin işgalinde yaşanan manzaranın bir benzeri yaşanmaya başladı. Fatih Sultan Mehmet askerlerine üç gün şehri yağmalama izni vermişti, askerler de verilen izne uygun olarak kenti yağmaladılar.
“Fatihler kazandıkları zaferin ödülünü devşirmekte sabırsızlanıyorlardı. Önlerine çıkan her canlı kılıçtan geçirildi ve kan sokaklar boyunca aktı. Kara surlarına yakın evler ilk yağmalanandı. Kapılar kırılıp açıldı, evler altüst edildi, çocuklar savrulup dışarıya atıldı, kadınların ırzına geçildi ya da yakalandı. Blakhernai’deki saray ve yöredeki kiliseler az sonra ya didik didik edilip içlerindeki değerli şeyler çalındı, ya da yakıldılar. Kitaplar ve ikonalar mücevherle, gümüş çerçeveyle bezenmiş kapları yırtılıp alındıktan sonra ateşe atıldı. Ancak en büyük hazineler Aiya Sophia’da (Aya Sofya) bulunuyor diye bir söylenti dolaştığından, yeniçeriler oraya ilk giren olmaya hevesliydiler. Kilise dehşete düşmüş insanlarla tıka basa doluydu. Kapılar arkadan sürgülenmişti, ama yeniçeriler çabucak kapıyı kırıp içeri girdiler ve direnenleri öldürmeye, altın ve gümüş sikkeleri söküp almaya koyuldular.”[6]
Fetih sonrası kentte yaşanan yağmanın, Sadece Osmanlı Devleti’ne özgü olmadığını, bu dönemdeki bütün devletlerde savaş sonrası yaşanan bir durum olduğunu söylemek gerekiyor. Yukarıda Latin İşgalinden sonra yaşananları anlatmıştık. Tabii bu durum İstanbul’un fethinden sonra yaşananları meşrulaştırmamalı.
Her devlet ya da bu devlete hâkim olan sınıflar kendi tarihlerini yazarlarken sık sık kahramanlık hikayelerine ihtiyaç duyarlar. İstanbul’un fethi ile ilgili anlatılan hikayelere bu açıdan bakmak daha doğru olacaktır. Bizim için önemli alan bu fethin ya da bu işgalin imparatorluk içinde yaşayan halklara daha iyi bir yaşan sunup sunamadığı ve İstanbul’un alınmasından sonra bu kentte yaşayan halkın yaşadığı acılar olmalıdır.
Dipnotlar:
[1] Nurdan Türker, Vatanım Yok Memleketim Var, sayfa 74 – 75
[2] Donald M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları 1261 – 1453, sayfa 237
[3] İlber Ortaylı, İstanbul’dan Sayfalar, sayfa 52
[4] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300 – 1600), sayfa 30
[5] Soner Yalçın, Eyüp Sultan’daki mezar kimin, Hürriyet Gazetesi, 30 Mayıs 2010
[6] Donald M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları 1261 – 1453, sayfa 479
Sendika.Org