Elif Şafak*
Türkiye’nin güneydoğusu ve Suriye’nin kuzeyini vuran 7.8 büyüklüğünde deprem gecenin karanlığında geldi. Merkezi; UNESCO gastronomi kenti, geniş mutfağı ve fıstıklı hamurişi tatlılarıyla ünlü, antik yerleşim yeri Zeugma’dan baş döndürücü bir koleksiyona sahip dünyanın en büyük mozaik müzesine ev sahipliği yapan Gaziantep’e yakındı. Sarsıntı o kadar güçlüydü ki dünyanın her yerindeki sismograflar tarafından görüldü. Deprem bittiğinde apartman bloklarını tümüyle yıkmış, yolları yarmış ve insanları beton yığınları altında mahsur bırakmıştı.
Dokuz saat sonra aynı bölgeyi ikinci bir güçlü deprem vurdu, merkezi Kahramanmaraş şehri yakınlarındaydı. 7.5 büyüklüğünde olan ikinci deprem, neredeyse ilki kadar travmatikti. Dondurucu hava şartlarında insanlar evsiz ve çaresiz kaldı, ne yemek ne suları vardı. Trajedinin ilk saatlerinde göçük altından çıkarılanlar bile donarak ölme riskiyle karşı karşıya kaldı. Bu, çok geniş bir bölgeye yayılan bir doğal afetti. Ancak onu bu kadar ölümcül ve acıyı bu kadar şiddetli yapan doğanın kendisi değildi. Buna sebep olan insanların yarattığı eşitsizlik ve yozlaşmaydı.
17 Ağustos 1999’da 7.6’lık İzmit depremi olduğun İstanbul’daydım. Bütün binanın fırtınadaki bir sandal gibi sallanmasını, yeraltından yükselen sağır edici sesi asla unutmayacağım. O gece 18 bin insan hayatını kaybetti.
Depremin ardından fiziksel ve duygusal enkazı toparladık, ondan sonra da insanlara büyük büyük sözler verildi. Yetkililer, bina denetim kurallarının nasıl daha katı olacağı konusunda ateşli konuşmalar yaptı. Ever, düzenlemeler gerçekten katılaştırıldı, ancak bunlar hep kağıt üzerinde kaldı ve asla uygulanmadı. Hepsi boş laftı. Çatlakların üstü boyandı, yarıklara ‘makyaj’ yapıldı ve hasarlı binalar tekrar kullanıma açıldı. Eleştirenlere “hain” denildi.
Üzücü gerçek şu ki; benim anavatanımda korkutucu sayıda bina kanuna uygun değil. Bu depremde kar ve kazanç, kişisel ayrıcalıklar ve nepotizm sebebiyle mahalleler yıkıldı, hayatlar mahvoldu. Şimdi hükümet yüksek ihtimalle müteahhitleri suçlayacak, ve birçoğu gerçekten de bu felaketten kişisel olarak sorumlu; ancak hükümet bu kadar kolay aradan sıyrılamaz. Asla verilmemesi gereken yerler için izinler verildi. Uzmanların “aşamalı çöküş” dediği şeyi sadece apartmanlar değil, hastaneler gibi kamu binaları da yaşadı.
Türkiye’nin çok sayıda müthiş bilim insanı ve mühendisi var. Birçoğu yetkililerin yaklaşan tehlikeye dikkat etmesi için yalvarıyordu, ancak sesleri iktidardakiler tarafından asla duyulmadı. Aksine, korku yaymakla suçlandılar.
İktidardaki AKP, kademeli olarak deprem düzenlemelerini göz göre göre ihlal eden “imar afları” çıkardı. Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Pelin Pınar Giritoğlu’na göre sadece deprem bölgesinde 75 bin kadar bina bu aftan faydalandı. Jeolog Celal Şengör, haklı olarak altı fay hattı dolu bir ülkede böyle bir af çıkarılmasının suç sayılması gerektiğini söylüyor. Depremden birkaç önce hükümetin neredeyse yine böyle bir uygulamaya gidiyor olması acı verici derecede ironik. Geçmişin acı ve hatalarından asla ders almadılar. Asla kibirlerinden vazgeçmediler. Açgözlülük ve kayırmacılık haritaları oldu.
1999 depreminin ardından bir sonraki felakette kullanılması için devlet bir vergi yarattı. Ancak 2020’de toplanan para sorulduğunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan muhabirlere “Gerekli olan yerlere harcandı” dedi. Şeffaflık yok, sadece sistemik sansür ve bilginin baskılanması var.
Bir ülkede demokrasi yokluğuyla bir afetin yarattığı yıkım arasında doğru orantı var. İşleyen bir demokraside denge sistemi halkı harcamalar konusunda bilgilendireceği için güç sahipleri sorumlu tutulabilir. Demokrasinin olmadığı yerde ise insan acı çekmeye mahkumdur.
Devlet aynı zamanda hızlı ve sistemik arama kurtarma çalışmaları yürütme konusunda da başarısız oldu. Afet bölgesinin büyük bölümünde insanlar kendi aletlerini kullanarak, sevdiklerini çıplak elleriyle enkazın altından çıkarmaya çalıştılar. Bazıları sevdiklerinin sesini enkazın altından duydu ve sevdiklerine yardım edemedikleri için büyük acı ve travma yaşadılar. Bir baba, saatlerce oturup enkazın dışında sadece eli kalan ölü kızının elini tuttu. İnanılmayacak derecede uzun saatler Hatay gibi şehirlere yardım gitmedi. Göçük altında kalan insanlar tweet atarak lokasyonlarını bildirip yardım gelmesi için yalvardı. Ertesi gün, hayat kurtarmak için her dakika değerliyken Twitter’a erişimin kısıtlanmasını akıl almıyor.
Çok fazla öfke, çok fazla acı var. Türkiye’de de olsak yoksa diasporanın bir parçası da olsak o yas ve öfkeyi hissediyoruz. Bir an kontrol edilemez şekilde ağlıyoruz, sonra çaresiz bir öfke bizi kaplıyor. Deprem, kolektif psikolojimizde bir şeyi yıktı.
O sırda Erdoğan hep yaptığını yapıyor: kendisini eleştirenlere saldırıp seslerini kesiyor. “Milli birlik” adı altında sessiz ve uysal olmamızı, çenemizi kapayıp müteşekkir olmamızı bekliyor. Erdoğan hükümetin verdiği karşılıkta eksikler olduğunu kabul ediyor, ama gerekçe olarak hava şartlarına işaret ediyor ve bu boyutta bir felakete hazırlıklı olmanın yolu olmadığını iddia ediyor. Bu doğru değil. Bu boyutta bir deprem dünyanın herhangi yerinde büyük zarara sebep olurdu, ancak binalar kanuna uygun yapılsa ve arama-kurtarma doğru koordine edilse yıkım bu kadar yaygın olmazdı.
Türkiye’de birçok kişinin hükümete ve onun partizan, siyasileşmiş kurumlarına güvenmemesi çok şey anlatıyor. En çok güvenilen kurumlar AKUT ve özellikle insanlar için bir umut feneri olan Ahbap gibi STK’lar oldu.
Karanlıkta ışık saçan bazı olaylar da oldu. Türk halkı asla hayat kurtarmak için yardımlarına koşan arama kurtarma ekiplerini unutmayacak: Meksika’dan İspanya’ya, Britanya’dan Macaristan’a, İsrail’den Ermenistan’a ve hatta savaştaki Ukrayna’ya. Yunanistan ilk yardım gönderenlerdendi. Yunan TV kanalları haber bültenlerini Ege’nin iki yakasında da sevilen bir şarkıyla çatı. Bunu biri gözyaşı dökmeden nasıl izleyebilir bilmiyorum. Yunanistan’dan gönderilen bir eldivenin üzerindeki el yazısı notta, “Geçmiş olsun komşu” yazıyordu.
Suriye’deki iç burkan durumun da dünya medyasında yeterince dikkat çekmediğini söylemek önemli. Birçok yere erişim sınırlı. Bu bölgeler zaten yoksulluk, çatışma ve savaşı yaşamış birçok sığınmacıya ev sahipliği yapıyor. Hem Türkiye’nin, hem de Suriye’nin acil yardım ihtiyacı var. Felaket zamanlarında kadın ve çocukların daha fazla etkilendiğini unutmamalıyız. Onlar için güvenli alanlar yaratmalıyız, özellikle de ebeveynlerini kaybetmiş çocuklar için. Ben bu yazıyı yazarken ölü sayısı 19 binin üzerinde, ve üzücü gerçek şu ki gerçek sayı çok daha yüksek olacak.
Mucizeler de yaşandı. Güzel, geniş gözlü bir çocuk enkazın altında çıkarıldı, onu kurtaran adam ekibindeki herkese sarıldı. Kürt bölgesinde bir çocuk dünyaya geldi, göbek bağı hala ölü annesine bağlıydı. İnanılmaz direnç hikayeleri görüldü.
Sineklerin Tanrısı kitabında yazar William Goldling, insanların doğasının vahşi ve bencil olduğunu; felaket anlarında bunun daha da görünür olduğunu yazar. Ancak bu depreme verilen karşılık tam tersi oldu. Bölgede ve onun ötesinde inanılmaz bir birlik ve empati dalgası görüldü. İnsanlar, daha çok Hollandalı tarihçi Rutger Bregman’ın kitabı “Humankind”daki gibi davrandı; iyilik ve başkalarını düşünme kapasiteleri olduğunu gösterdiler.
Ancak yine de deprem ve sonrasında yaşananlar Golding’i haklı çıkardı. Kendi çıkarlarına hizmet eden ve kendini beğenmiş insan doğası anlatısı, ülkemde siyasetin ve iktidarda olanların durumunu çok iyi özetliyor.
* Elif Şafak’ın “Erdoğan, the earthquake and the failings in my homeland” başlıklı yazısının İngilizce orijinali 11 Şubat 2023’te Financial Times’ta yayımlandı, T24 Dış Haberler Servisi tarafından Türkçe’ye çevrildi