Okuma yolculuğumda, Bursa Osmangazi Belediyesinin Ahmet Hamdi Tanpınar anısına düzenlediği yarışmada 2021 yılının birincilik ödülünü alan KAMBUR -Bir İntihar Çok Ölüm- adlı eserle kesişti yolum. Kitapla çıktığım yolculuk kelimenin tam anlamıyla baş döndürücüydü.
“Ardımda yokluğumun vereceği hafiflikle boy ölçüşemeyecek bir ağırlık bırakarak öldüm. Yıllardır beni ezen, iyice küçülten tüm ağırlıklarımı herkese pay ettim de öldüm.”
Otuz beş yaşında hayatına son veren Acibe karakterinin anlatıcısı olduğu ilk bölümden itibaren sık sık nefeslenmek zorunda kaldığım romanın içerisinde kayboldum. Son sayfaya kadar altını çizdiğim cümlelerden alıntı yapmak istesem sanırım kitabın yarısını yazmak zorunda kalırım.
“Bedenimdeki kusur benim yüreğimi karartmıyor ama senin yüreğindeki kötülük el attığın her şeyi siyaha boyuyor.”
Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere düz bir okumada, karakterin çocukluğundan bu yana fiziksel durumu nedeniyle yaşadığı dışlanma ve boynunda ‘ucube’ yaftası var. Okur olarak son sayfayı kapattığımız zaman aslında o kambur bu topraklarda yaşayan herkesin hissine kapılıyoruz. Evet, gerçekten de o kambur hepimizin. Kimisi yüreğinde kimisi düşüncelerinde hatta yaşam biçimlerimizin orta yerinde taşıdığımız koskoca bir kambur. Bu kısım yolculuğum boyunca aldığım notların arasında yerini buldu elbette. Fakat bu kitapla birlikte kendimi bir edebiyat şöleninin içerisinde buldum. O şölenin tam ortasında kalacağımı henüz bilmediğim satırlarda allı turnalar aldı götürdü beni. Evini özleyen herkesin mi diline dolanmış, kulağında ezgi olmuş bu türkü? Ah, o allı turnalar…
“Her insan yansıdığı kadardı aslında. İlginçtir ki yansımaktan ibaret olan yaşamda en elzem aynalarım kırıktı, kırılmıştı ve içime kör, içime karanlık yaşayıp gidiyordum.”
Dipsiz kuyularla dolu olan odalarda herkes kendi içindeki benlerle savaşan bir aile Ayvazlar. Hepsi ayrı ayrı hayatta kalmaya çalışırken iki kardeşten biri çizdiklerine ruh üflüyordu diğeri eşyalara. Gidenlerin, kalanların, yok olanların ardından geriye kalanlar biriktirilemeyen anılar ve puslu görüntülerden ibaret.
“Veda ve gitmek aynı eylem dâhilinde olsa da hissiyatındaki yakıcılık nedeniyle derin farklar barındıran iki kelimeydi. İnsan veda ederken ruhundan bir parça bırakırdı, azalırdı. Gitmek ise mekândan, insandan ya da nesneden uzaklaşmaktı. Her giden eksilmezdi ama her veda eksiltirdi.”
Benim için büyülü bir yolculuktur tüm okumalar. Kitabın her okurunu başka yerlere götürdüğü tartışılmaz bir gerçek. Sanırım “Kambur/ Bir İntihar Çok Ölüm” kitabı için ne anlatsam az ne söylesem yetersiz kalacak. Genel çerçeveden baktığım zaman konusuyla atılan düğümlerle, okurun heyecanını ve merak duygusunu hiç yere düşürmeyen akışıyla bile tek başına alkışı hak eden bir roman. Tüm bunların yanı sıra benim en çok etkilendiğim nokta eserin biçemi oldu. Metnin içerisindeki motifler, metaforlar, göndermeler ve ustaca seçilmiş karakter isimleriyle bambaşka bir atmosferin içerisine girdim. Eskiyle yeninin, şimdiyle geçmişin, gelenekselle modernizmin dolambaçlı sokaklarında dolaştım. Hem Türk hem de yabancı romanlar ve onların karakterleri, dönemler, akımlar, arasında gidip gidip geldim. Kitabı eline alan kişi ne tür okuma yapmak isterse istesin kesinlikle eli boş kalmıyor. Yazar tüm okurları kucaklayabilmeyi ustalıkla yakalamış.
Romanda adı geçen Faruk Nafız ve Rıfat Ilgaz karakterle yaşadım ilk uyanışımı. Rıfat Ilgaz, eğitim fakültesinde okuyan üniversite öğrencisi ve en büyük hayali bir kitabının yayınlanması. Abisi Faruk Nafız ise kaptan. Hafızam ilkin karıncalanan bir televizyon ekranına dönüştü ardından netleşti, olabilir miydi? Gerçek hayatta Rıfat Ilgaz’ın babasının bir dönem kaptanlık yaptığını anımsadım hayal meyal. O zaman Faruk Nafız sıradan seçilmiş bir isim olmamalıydı. İtiraf etmeliyim ki Çamlıbel’in hayat hikâyesine çok hâkim değildim. Eserlerine şöyle dönüp bakınca yarım kalan bir okul temsili buldum, adı ‘Kanbur.’ Kanbur sözlükte pek çok anlamı dışında orta oyununda geveze ve sevimsiz bir karakter olarak geçiyor. Yazar okurunu bir orta oyununa mı davet ediyor, diye düşündüm istemsiz. O andan itibaren elimdeki kitap beni daha çok heyecanlandırdı. Anlaşılan bu defaki yolculuğum labirentli bir bahçede geçecekti, masmavi gökyüzünün altında çiçeklerle bezenmiş yeşilin hâkimiyetinde.
Baba Meskur Bey’in kütüphanesindeki Vadideki Zambak romanı ve son sayfasına yapıştırılan mektup çok çarpıcıydı. Vadideki Zambak’ın konusu ve karakterlerinin elimdeki romanla çapraz çağrışımını son derece ilgi çekiciydi. Bunun dışında Fransız yazar Balzac’ın ölümünden bir yıl önce eşine yazdığı mektupta annesinin canavarımsı özelliklerinden bahsetmesini anımsadım iki satır arasında, bir Fransız yazar ve romanıyla Ayvaz ailesinin muhteşem harmanlanması. Kitap bittikten sonra buraya tekrar dönüyor okur ve soruyor; o zaman Meskur Ayvaz her şeyin farkında mıydı? İşte tam da o sırada bitmeyen bir mahur beste çalıyor plakta…
Zihnimde Madam de Mortsauf, Müsemma Ayvaz el ele vermiş ilerlerken yine Fransız yazar Flaubert’in Madam Bovary’si de bu çembere dâhil oluyor Anna Karenina ise uzaklardan el sallıyor. Sayfalarda satırların peşinde soluksuz yol aldığım sıra Fransız Edebiyatı’nın arasına Dostoyevski’nin ünlü romanı ‘Suç ve Ceza’ giriveriyor. Suç her zaman o suçu işleyenin midir? Bu işte bireyi o suça iten sistemin hiç mi günahı yoktur?
Vadideki Zambak romanında 19. yüzyıl Fransa’sındaki toplumsal hayatın izdüşümlerini görürken Kambur’da kendi coğrafyamıza bugünden bakıyoruz. 1950’lerde Cumhuriyet dönemine tanıklık ederken İkinci Dünya Savaşı’nı da geride bırakan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Abdullah Efendi’sinin rüyalarından yorumluyoruz bazen, bazen de adı Huzur olmasına rağmen okurken huzursuzluğa büründüğümüz Mümtaz ve Suat karakterlerinin kişiliğinden.
Yolculuğum sırasında gözlerimi Servet-i Fünûn Edebiyatı ve İkinci Yeniciler’in arasında açıyorum. Kocasını sirozdan kaybeden Müsemma teraslı bir çatı katında Turgut’la gökyüzünü seyretme hayalleri içerisinde takvimden yaprakları eksiltirken sirozdan hayatını kaybeden Turgut Uyar kulağıma ‘BİR İNTİHAR AKŞAMI ÜSTÜNE SÖYLENTİ’ adlı şiirinden:
“…Neyi söylesem bir kahramanlıktı
içinde azıcık buluştuğumuz
bir bulutla bir kâğıt peçete arasında
kısacık yoğun bir akşam
şaşırdım hüznümü nerelere bıraksam
bir yanda kasıklarımın sarsılmaz gücü ve
kısacık yoğun bir akşam.” dizelerini fısıldıyor.
Kitabı da gözlerimi de kapatıyorum. Farklı edebiyat akımlarının güncel bir anlatıya dönüşmesinin nasıl kurgulandığını ve o süreci merak ediyorum. Önce her iki dönemin özellikleri, sanata bakışları, estetik ve duyarlılıkları ince ince metne yerleştirilmesini izliyorum sonra oradan çıkıp elimdeki katman katman açılan romanda yerli yerine oturuşlarına bakıyorum. Yazarın cümlelerine dönüyorum tekrar, her bir noktasına virgülüne. İçlerinden birini çekip çıkarsan domino taşı gibi devrilecek hepsi, öylesine nokta atışı. Çehov’un sözleri geliyor aklıma: “İlk bölümde duvarda asılı bir tüfek olduğunu söylüyorsanız, ikinci ya da üçüncü bölümde o tüfek patlamalıdır.Eğer patlamayacaksa o tüfek orada asılı olmamalıdır.” Kambur’da ateş almayan tek bir tüfek kalmamış.
Yazarın ortalığı toza dumana boğmadan yaptığı kurgunun başarısına hayran kalmamak elde değil. Sevgili Esra Kahya’nın çıkmasını dört gözle beklediğim yeni kitapları için kütüphanemde şimdiden kocaman bir yer açtım.
AHMET HAMDİ TANPINAR ANISINA 2021/ROMAN
KAMBUR -Bir İntihar Çok Ölüm-
143 Sayfa
Esra Kahya
Bursa Osmangazi Belediyesi Yayınları
Duygu Uzel