in ,

DÜŞ YOLCULARININ ARDINDAN

Duygu Uzel

Ağrıyan bacaklarına rağmen torunu Alper’in elinden tutup gelmişti. Çocuk koştu, dede onun enerjisiyle doldu.

Yedi yaşındaki kızı Duygu’yla geldi. Tam karşımdaki banka oturdu. Duygu gönlünce koştu serçelerin peşinden. İlkin çantasından bir paket çıkardı anne ardından kızına seslendi. Kollarını iki yana açarak döndü küçük kız. Annesinin uzattığı paketi kocaman gülücüklerle karşıladı. Kanat çırpan serçelerin çabukluğuyla açtı. Bir gün çizerse eğer evleri sevgi tütsün, yazarsa sevgi yazsın, diye almıştı annesi resim defterini ve kalemleri. Meğer doğum günüymüş o gün…

Onların ardından yeğenlerini toplayıp geldi Mert, nişanlısı Meryem’le birlikte. Müzik öğretmeni çıkacaktı Meryem seneye. ‘Bir Dünya Bırakın Biz Çocuklara’ öğrencilerine öğreteceği ilk şarkı olacaktı. “Şimdi” dedi yeğenlerine; “haydi dördümüz birlikte söyleyelim şarkımızı.” Ve aynı anda başladılar: ‘Bir vatan bırakın biz çocuklara, ıslanmış olmasın gözyaşlarıyla…’

Elinde fidelerin olduğu çantayla geldi Fadime Teyze, az soluklanmak istemişti. Etrafına bakıp derin derin çekti içini. Avucunun içinde terden küçülmüş kâğıt mendiliyle sildi gözünün pınarından taşan yaşları. Az ötesinden geçen gence seslendi. “Bana yardım eder misin,” diye sordu. “Ederim elbette,” dedi delikanlı, “neden etmeyeyim.” Cebinden çıkardığı küçük poşete bahçeden toprak dolduracaklardı, ne kadar toplayabilirlerse artık. Şaşırdı genç adam. “Sordu neden buradan topluyoruz,” diye. İçinde otuz üç fidenin olduğu çantayı işaret etti Fadime Teyze sonra; “onlar için evladım,” dedi…

Çağdaş, beş yaşın kollarına sığabilecek kadar karanfil yüklenmişti. Neredeyse yüzünü kaplayan karanfillerin üzerinden bakmaya çalışıyordu. Amara’nın bahçesinden girdikleri sıra; “burası,” dedi babası. İkizi Ezgi annesinin elinden sıyrılıp koştu. O da karanfil taşımak istiyordu. Ezgi istedikçe Çağdaş daha sıkı sarıldı kucağındaki demete. Ağlamaklı olan kızın yardımına annesi koştu. Kendi kucağındakilerden verdi; Ezgi’nin yüzü aydınlandı. Nereye bırakalım diye sordu baba, “her yere” dedi anne; gözleri birbirinde kilitlendi. Ezgi bana koştu, gölgeme bıraktı kucağındaki karanfilleri, Çağdaş çınara, anne ve baba diğer ağaçlara… Otuz üç kan kırmızısı karanfil dağıldı Amara’nın bahçesindeki ağaçlara…

Ağrıyan bacaklarına rağmen torunu Alper’in elinden tutup gelmişti. Çocuk koştu, dede onun enerjisiyle doldu. Neden sonra küçücük parmağıyla beni işaret etti dedesine. Birlikte yamacıma gelip oturdular. “Bak,” dedi dede. “Bu ağaç yaz kış hep yeşildir. Uzaklara uçamayan serçelere yuva olmak için hiç dökmez yapraklarını, heybetinden ödün vermez.” Torun minicik elleriyle dokundu bana. Yaralarımı sevdi hiç farkına varmadan. Tek tek dokundu bedenimdeki yıldızlara. Minicik elleriyle onların ışığına ışık kattı.

Ağaçların hafızası var mıdır, diye soruyorsun ya bana; vardır. Sadece ağaçların değil, eşyaların bile hafızası vardır. Ondandır canlıların ardında bıraktıklarına anlam yüklemelerimiz. Köşedeki koca çınara sordun mu hiç neden böyle salınır yaprakların, diye. Gerçi eskisi kadar iyi duymaz kulakları; yüreklerden kopan o feryatlardan sonra. Ama anlar ne sorduğunu; sıkışır kalbi, yaprakları tek tek titrer temmuz sıcağında üşümekten. Gözleri buğulanır, el ele gidenlerin arkasından bakarken.

Hani şu gidip gidip meyvelerinden nasiplendiğin dut ağacı mesela; ona gökkuşağını sor. Sevdalıdır gökkuşağı zamanlarına, onu boyayan ellere. Gökyüzüne inşa edilen köprü, der her seferinde. Dallarını açar kucaklamak için. Selam durur köprüyü yapanlara…

Dört mevsim yeşil olmakla övünürüm; serçelere yuva olmakla, gözü bana değenlere umut olmakla. Dallarımdan köklerime dek uzanan yangının alevi her gün biraz daha harlanıyor, kimse görmese de. İçimdeki yangın çoktan boyumu aştı. Bakma sen böyle dik durduğuma, daha o gün yıkılırdım onlara verdiğim söz olmasa. Bedenimde açılan yaralarım çoktan kabuk bağlardı başka türlü olsa. Oysa şimdi bağlasın istemiyorum. Bağlamasın ki anlatabileyim…

Parlayan gözleri gördüm sabahın ilk ışıklarıyla beraber; sanırdınız ki güneş onların gözlerinde doğmuş. Heyecanla çarpan kalplerini hissettim her birinin. Baştan aşağı bayram sevincine bürünmüş çocuksu saf sevgileriyle suladılar gövdemi. Şenlendi gördüğün şu bahçe; rengârenk çiçekler açtı adeta her köşesinde. Temmuz sıcağına baharı aşılıyordu gençler. Oyuncak getiren kitap getirene düşlerini anlatıyordu, kitap getiren belgesel çekmek isteyene. Elindeki çayı yudumlayan delikanlı şiir okuyordu arkadaşına: ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.’ Ekliyordu arkasından; bu şiirin hayata geçişidir bizim yolculuğumuz, diye. Tepeleme umut doluydular, ağızlarına dek sevgi. Sımsıcak yürekleriyle sırtlarını dayadılar gövdeme; gönendim umutlarının büyüklüğünden. Dallarım yüzünü güneşe döndü günebakan çiçekleri misali…

Düş yolcuları diyorlar onlara, küllerinden doğan Anka kuşları… Uç minik serçe uç; korkma bedeninin küçüklüğünden kanatlarının gücünden. Çırptığın her kanatta biraz daha yakınlaşacaksın onlara. Merak etme tanırsın; hem de görür görmez. Bulutlarda soluklanırlar kimi zaman; masmavi umutları, kızıla kesen sevdaları taşırlar kanatlarında. Gökkuşağından köprü inşa ederler çocuklar için. Onlar için dünyaya bedeldir bir çocuğun yüzündeki gülümseme.

Bundan tam yedi yıl önceydi minik serçem, oysa daha az önce yaşanmış gibi her şey…

Duygu Uzel

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Hochschule Aalen erhält rund 400.000 Euro Förderung für gemeinsames Batterie-Forschungsprojekt mit VAF

Christiane Endrich mit der Wirtschaftsmedaille des Landes Baden-Württemberg ausgezeichnet