in ,

Bir Modernite Tartışması Işığında Tanpınar Okumaları (I)

Dile Gelen İnsan

Bir yandan Peyami Safa'dan farklılaşan ve Atay'la hemen hemen ortak bir kültür teorisini ortaya koyan Tanpınar, Batının tarihsel kazanımı reddetmeyen kültür anlayışını benimser.

Edebiyatta modern arayışlar tartışmasının çeşitli kavramlarla anlam kazandığı ve „yenilikçi“, „çağdaş“ gibi sözcüklerin sözlükteki tanımlarının ötesinde bir ideolojik konumlanışla vücut bulduğu bilinmektedir. Batı edebiyatına „Modern“ imgesini yerleştiren tarihsel göndermelerin verili modernizm kalıplarının ekseninde ilerlemeci ve bilimci değerlerinin değişmesi çerçevesinde ele alınması gerekmektedir. Günümüz postmodernizm tartışmalarına da işaret eden modernin ötesi aslında bu anlamda modernin sorgulanarak yeni bir forma dönüşmesi olarak değerlendirilebilir. 19.yüzyılın pozitivist aklı Darwin, Comte, Stuart Mille’le ortaya çıkan bilimci değerlerin edebiyata realizm-naturalizm tartışmalarıyla girdiği biliniyor. Elbette bilimin ilerlemeciliğinin bir zaman sonra kimliğini metalaşma, bilimsel tapıcılık evreleriyle yansıtmasından doğan kopuş yazıda sözünü edeceğimiz kimi modern olanın ve kamusal alandaki modern aklın eleştirisini yaratmıştır. Tanpınar’ın romanlarındaki eski-yeni tartışması doğu ve batının bir kopuş fenomeni olarak Türkiye toprağındaki yerini ortaya koyar. Bu tartışma 19.yüzyılın Proust romancığındaki izlekle yer yer örtüşmekte bir tarihseli sorgulama, tarihsel olanı kuşatma anlayışı metnin ana ekseninde yer almaktadır. Bergson’un sezgiciliği, Einstein’ın görecelik kuramı bilimlerin tarihine farklı bir tartışmayı sokar: Gerçek bir yanılsama mıdır? Freud’un bilinçaltına tanıdığı özgürlük, edebiyatın naturalizmin katı yüzünü giderek görmezlikten gelmesine yol açacak, pozitivizmin insanın maddenin ötesindeki beklentilerine yanıt veremediği kanısı metne bambaşka bir söylem alanını ekleyecektir: Düş, gizem, simge ve metafizik…

Yukarıdaki sözünü ettiğimiz süreç modernin içinde „yaban“laşma sürecidir. Kafka’nın çevremizi saran büyük ruhsal ve yaşamsal bunalımı tasvir edişi gibi edebiyat metninde moderne dair kalıpların içindeki büyük trajedinin sezgilerle tanıklığıdır adeta. Hermann Hesse’in ifadelerinden yararlanarak kuralların sessiz itirazında sezgilerle aranılan ve yer yer tarihsele sığına bir arayış öyküsü denilebilir değişen bu söylem alanına.

Batı’da İncil’in öykülerinin yeniden kabul görmesi, İbsen, Nietzsche’nin şablonların ve yeni modernite metaforlarının dışında duran varoluşun tartışmaya açık bakışlarını yaratmaları elbette Batı ve doğu tartışmalarının bir izlek olarak belirginleştiği Tanpınar söyleminin önceden yaratıcısı olmuştur böylece. 1 ve 2.Dünya savaşlarını batı uygarlığına ideolojik faturası kapitalizmin yeniden tartışılmasıdır. En temel kavram olarak ilerlemeciliğin savaş ve teknolojik kalkınma olarak insanlık tarihine yazılmasına dair bir öfkeyle. Bunun edebiyatımızdaki yansıması Tanpınar’ın Huzur romanında 2. Dünya savaşının dehşetengiz psikolojisi, batı uygarlığının savaşın içindeki „özne“ oluşudur. Doğu adeta bir yazgıya terkedilmiş, batılı verileri onaysız kabullenmektedir. Aynı gerilim Atay’da aydın yabancılaşmasıyla ve kimliksizleşme olgusu ile resmedilir. Ama eksen yine doğu-batı geriliminin tezahürlerini sunar. Bu süreç Türkiye edebiyatında 40’ların devlet politikası ve değişim sürecinin akışıyla bağlantılıdır. Aydınlar arasında oluşan modernist ve ilerlemeci tavır ve bir devlet aydını veya bürokratik aydını peşi sıra üretirken bir yandan toplumun kültür değişimi içerisinde iki kültürel nosyonun içerisinde bocalayan bir başka aydın cephesini oluştur. Aslında bir yandan ortakmış gibi görülebilecek Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ideolojik algıları farklı göndermeleri taşır. Ortak alan tek kutuplu bir hayat süren insanların kişilik bölünmelerine dair belirgin kaygılar ve ikilemlerdir. Bu ortak algı bir yandan İbsen, Hermann Hesse, Proust’un yazma evresinde de belirgin paralellikler taşımaktadır. Bu anlamda belli eksenlerde Hesse’in „Step Kurdu“, Tanpınar’ın „Huzur“,“Saatleri Ayarlama Enstitüsü“, Peyami Safa’nın „Fatih Harbiye“, „Matmazel Noraliye’nin Koltuğu“, Oğuz Atay’ın „Tutunamayanlar“‚ı benzer izlekleri ister istemez yakalar. Yer yer metafiziğin hakım olduğu bu alan moderniteyi yine de modernite içinde tartışmanın sancılarını da üretir. Tanpınar’ın Bergson’un zaman- süre ve dirimsel atılım kavramlarından yararlanarak, geleceğe doğru giden her an geçmişi duyumsayabilen bir kültürel sentez arayışı da demin sözünü ettiğimiz bocalamanın bir sonucu olmuştur. Bir yandan Peyami Safa’dan farklılaşan ve Atay’la hemen hemen ortak bir kültür teorisini ortaya koyan Tanpınar, Batının tarihsel kazanımı reddetmeyen kültür anlayışını benimser. Bu tavır doğu ve batının kendi kültürel nosyonlarının çatışmasına dair farklı bir uzlaştırıcı bakıştır. Bu bakış açısı bir yandan şiirde Şeyh Galip’e bir yer tanırken, diğer yandan Tanzimat modernizmin şiirsel beğenisini de bu edebi beğeninin içerisine yerleştirir. Batı Baudlaire’den başlayarak, Edgar Ellan Poe’ya kadar bir dizi ozanıyla kültürel uzlaşının içerisinde yer alır.

Öncelikle bir tartışmanın iki tarafı olarak görebileceğimiz doğu ve batı kavramlarının yapay bir ayrımdan öte tarihsel bir ayrışmayla ilişkilendirilmesi gerektiğini görmemiz gerekir. Bu tarihsel ayrışma belki bir bilinç ayrışması ya da batıdaki ekonomik düzenin belli bir sermaye gereksinmesi sonucu yüzyıllarca sömürge pazarları üzerinde konumlanmasından kaynaklanan bir tarihsel ayrışmanın elbette sonuçları aydın için değişen kimi kriterleri veya değer ölçülerini yaratacaktır. 1923 tarihsel kopuşunu yaşayan Osmanlı aydını içinde sanırız bir kuşağın üstüne konumlanan Cumhuriyet belleği belli oranlarda bir öncekini yadsıma zorunluluğundan aydında da karşıt tepkileri de yaratabilmiştir… Doğuya tarihsel bir sahip çıkma projesi belli bir sorgusuzluğu da içine katarak yürümüştür kimi Cumhuriyet dönemi aydınında. Peyami Safa’nın, Tarık Buğra’nın ideolojik donanımının belirleyen ve de estetik ölçütlerini kuran bir sahiplenme düşüncesi ise Tanpınar için bütünsel bir batı- doğu algılaması ve bunu estetik değerler sisteminde adeta doğu ve batı mitolojilerinin ortak bir algılamada ve birlikte yeniden kurgulanması gibi bütünlük üzerinden yürümek zorundadır. İkili varoluş olarak adlandırılabilecek bir gerçekliğin saptamasıdır bu. Gündelik yaşamın içindeki uyanıklıkla uyku halinin karşıt gibi görünen bir birleşimi ya da bilinçle bilinçaltının bireyi bütün olarak harakete geçirmesi olarak da algılanabilir bu durum. İnsan benliğinin Tanpınar romanlarında kendi varoluş köklerini yeniden keşfe çıkması olarak özetleyebiliriz bu yaklaşımı. Tanpınar romanların karakterize edilen temel bir varoluş sorunu olarak sunulan bu ikili durum bilinci bir batılılık durumu ve iç beni doğulu özgeçmiş olarak ele alır. Ancak Bergson’un vurguladığı şekilde iç-benin kendisi aşması ve değişikliğe uğratması bir zorunluluktur. Bu noktadan bir korumacılık değil bir yargılama ve doğu-batı kavramsallıklarını çözümleme zorunluluğu vardır. Zaman bir iç yüzümüz olarak bizi kuşatıyorsa Tanpınar için iç- ben içindeki belirgin bir akış, duyuların gerisinde bir çözümleme zamanın içinde an kavramına yaklaştırır bizi. Osmanlı bir kültürel değer olarak bu anlamda bütünsel bir andır…Eşya bu anlamda kendi dünyası içerisinde zaten bir kök, bir geçmişi barındırır. Eşyanın ve varlığın içerisindeki derinliği keşfetme çabası Tanpınar‘ da kültürü ve uygarlığı da bir derinlik içerisinde çözmeyi zorunlu kılar. Belirgin bir metafizik yaklaşımdır bu ancak estetiğini bir yandan Yunan dünyasıyla kuşatan diğer yandan doğunun masalsı öğeleriyle, tasavvufun derinleşen aşk kavramıyla birleştiren bir İstanbul duyarlılığıdır. 19 yy‘ dan 20 yy‘ a farklı mirasları taşıyarak geçen bir İstanbulluluk. Bir yandan Osmanlı’nın çöken konak ve saray aristokrasisinin yıkılışına tanık olmak, diğer yandan 40’larla birlikte yeni kültürün, apartmanlarda yaşamaya başlayan yeni bir küçük burjuva kuşağın doğuşuna tanık olmak…

Erinç Büyükaşık

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Osmanlı tarihine ışık tutan nadir kitaplar açık artırma ile satışa çıktı!

Die Belagerung der Sekten