Rusya solunun Ukrayna “operasyonuna” bakışı üzerine daha önce çeşitli defalar yazdım ve bunlarda, iki köklü tutum farklılığına rağmen antifaşist mücadele bakışının ağır bastığının altını çizdim.
Rusya solunun Ukrayna “operasyonuna” bakışı üzerine daha önce çeşitli defalar yazdım ve bunlarda, iki köklü tutum farklılığına rağmen antifaşist mücadele bakışının ağır bastığının altını çizdim (https://medyagunlugu.com/haber/altust-olusun-esiginde-51216).
“Yenilgicilik” ve “kutsal savaş”
Bu tutum farklılıklarının tarihi kökleri var; bunlar 1914 ve 1941 yıllarına tarihlenmeli. İlki, Lenin’in formülüne dayanır: emperyalist savaşı kendi burjuvazine karşı iç savaşa çevir. Proletaryanın ve ezilen halkların düşmanı ortaktır: emperyalizmdir bu; dolayısıyla halklar, emperyalistlerin menfaatleri için birbirlerini boğazlamak yerine, kendi burjuvazilerini devirmek için savaşmalıdırlar. Bu, yenilgiciliktir ve Rusya’da devrimi başarılı kılan sloganlardan biridir. Lenin’in bu konudaki en ünlü makalesi (“Emperyalist Savaşta Kendi Hükümetimizin Yenilgisi Üzerine”, 1915; Пол. соб. соч. Т. 26. С. 286) şu vurucu cümlelerle başlar:
“Devrimci sınıf, gerici bir savaşta kendi hükümetinin yenilgisini istemeden edemez. Bu, bir aksiyomdur.”
İkinci slogan, bu cümlenin temel şartı sağlanmadığında doğar: “gerici bir savaş” değil “ilerici bir savaş”, “kutsal savaş” olduğunda. Bu, Lenin’in Marx’a dayanan “haklı savaş” formülasyonundan türetilmiştir (ve Sovyetler Birliği sayesinde uluslararası hukuka giren bir kavramdır bu da). Stalin’in faşist Alman saldırısı başladıktan sonraki ilk (3 Temmuz) konuşmasından: “Bu kurtuluş savaşında yalnız olmayacağız. Bu yüce savaşta hitlerci elebaşılar tarafından köleleştirilen Alman halkı da içinde olmak üzere Avrupa ve Amerika’nın halkları sadık müttefiklerimizdir.”
Bu, savaş yıllarının ünlü marşında simgelenir: “Asil bir gazap kaynasın dalgalar gibi! Halkın savaşıdır süren, kutsal savaş!”
“Kutsal savaş” İkinci Dünya Savaşı’nın değirmeninden geçmiş bu ülke için hiçbir zaman boş bir slogan olmaz. Bu yüzden, faşizme karşı savaş çağrısı (marşın sözleriyle: “Ayağa kalk, dev ülke, ölüm kalım savaşı için kalk ayağa, faşist güçle, karanlıkla!”) solda güçlü bir karşılık buldu. Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri Komünist Partilerinin yüzlerce üye ve militanı çatışmalarda yer aldı; ekim sonu itibariyle halen bunların en az 150 üyesi cephedeydi ve hemen hepsi en az bir defa yaralanmıştı. Gene bu tarih itibariyle partinin resmi açıklamasına göre seferberlik celbi alanlardan başka 300’den çok RFKP’li de cephedeydi ve bunların yarısı merkezi olarak örgütlenerek gönüllü gönderilmişti.
Bahar başına kadar savaş karşıtı-pasifist bir tutum takınan Rusya Komünist İşçi Partisi ilk tutuma yaklaşıyordu. RKİP’in pasifist tutumu başlangıçta, özellikle büyük şehirli aydın ve yarı aydın küçük burjuvaziden (eğitimli meslek sahipleri ve üniversite gençliği) ciddi bir destek gördü; ama bu savaş karşıtı hareket de büyük bir hızla söndü.
Bu sönüşte “orduyu itibarsızlaştırmaya” yönelik emsal niteliği taşıyan idari ve cezai soruşturmalar kuşkusuz etkili oldu, ancak çok da abartılmaması gereken bir etki bu, zira emsal teşkil eden sayılar gerçekte çok sınırlı: ekim sonu itibariyle cezai soruşturmaların sayısı 120’nin altında, idari soruşturmalar ise 4 bin 500 civarında. Pasifist hareketin hızla silinmesinin diğer bir nedeni, iktidarın propaganda faaliyeti, ancak bu da dolaylı bir etki, zira iktidar propagandası devlet televizyonlarına dayanıyor, oysa hareketin kitle tabanı televizyonların frekansının dışında.
Pasifist hareketin silinmesine neden olan esas gelişme şu: “faşizme karşı kutsal savaş” çağrısı toplumda ciddi bir karşılık buldu ve diğerlerinin alanını daralttı.
Ahlaki çatışma, düzensizlik ve örgütsüzlük
Bu, herkesin savaşmak için can attığı anlamına gelmiyor. İç içe geçmiş bir dizi neden var; belli başlı birkaçını kalın çizgilerle göstermek gerek.
İlki şu: aslında bir ahlaki şok hali devam ediyor. Cenk Başlamış, etnik Ruslarda Ukraynalılara karşı tepedenci bir bakış olsa bile onları kendilerinden gördüklerini hatırlatmıştı. Doğru bu; dolayısıyla savaş, başta etnik Ruslar, en genelde de Rusya halkı açısından aynı zamanda bir kardeş kavgası olarak da görülüyor. Savaşın kaçınılmazlığı düşüncesi ile yarattığı ahlaki sarsıntı arasındaki çatışma gündelik hayatta bile güçlü bir şekilde hissediliyor.
İkincisi, gerek cephede gerekse de seferberlik kapsamında ortaya çıkan muazzam düzensizlik ve örgütsüzlükten başka askeri malzemelerin karaborsaya düşmesi de isteksizliği artırıyor. Ukrayna’da birleşik ordu grubunun başına Sergey Surovkin’in atanmasından bu yana cephedeki düzensizlik ve taktik bozgunların yerini örgütlülük ve stratejik tahkimat almış gibi görünüyor. Surovkin’e daha önce hiçbir ordu komutanına nasip olmamış büyük bir devlet medyası kampanyasının eşlik ettiği doğru, ama bir komutan olarak başarılı olduğu da doğru. Surovkin fiilen genelkurmay başkanlığı yapmakla kalmıyor, aynı anda hem (resmi görevi) hava ve uzay kuvvetleri, hem (birleşik ordu grubu) kara kuvvetleri, hem de (fiilen) Karadeniz donanma komutanı.
Kısmi seferberlik kapsamında ortaya çıkan düzensizlik ve örgütsüzlük ise ancak seferberlik planının zor bela tamamlanması sayesinde görünmez oldu. Federal bölgelerin birçoğunda yanlış celpler, teçhizat eksiği, askerlerin görev yerlerine bir türlü gönderilememesi, uzun süre toplanma yerlerinde bekletilmesi gibi kimi büsbütün gülünç sayısız olayla karşılaşıldı. Üstüne üstlük kapitalizm ısrarının doğrudan bir görüngüsü de buna eşlik etti: eğer üretim, bölüşüm ve dağıtım devlet eliyle yapılmazsa, tekel kârı ortaya çıkar. Askeri malzemelerin fiyatları bu nedenle bazı durumlarda 10 kattan fazla arttı.
Nasıl bir kapitalizm?
Üçüncüsü, gönüllülerin ve daha önemlisi seferberlikte celbi çıkanların ailelerinin nasıl yaşayacağı uzun süre belirsizliğini korudu. Federal bölgeler bunlar için kendi bütçelerinden kimi aylık, kimi tek seferlik paylar ayırdı; ama her federal bölgenin öngördüğü farklı bir miktardı ve bu da ayda 8 bin ile 50 bin ruble arasında değişiyordu (yaklaşık 2 bin 500 ile 15 bin TL). Dahası, bankaların seferberlik celbi alanların ve gönüllülerin kredi geri ödemelerini durdurma ve ertelemedeki isteksizliği de buna eklendi. Federal hükümet ancak Putin’in 19 Ekim kararnamesine paralel olarak bu duruma müdahale etti. Putin aynı gün, seferberlik celbi alanlara acemiliğin ilk gününden terhisine kadar erlere aylık 195 bin ruble (yaklaşık 60 bin TL), rütbeye göre daha yüksek ücret ödeneceğini duyurdu. Anlaşılan, federal bölgelerin ödemelerinin üstü federal bütçeden karşılanacak.
Ama kredi borçları meselesi zamanın ruhunu eksiksiz yansıtan bir barometre oldu. Ortak yaşam (apartman) giderlerinin, emeklilik primlerinin karşılanacağı, aylık ödemelerin yapılacağı (demin yazdığım gibi, bundaki belirsizlik ancak bir ay sonra kısmen çözüldü), vergi muafiyeti ve sağlık güvencesi sağlanacağı seferberlik kararnamesinin hemen ertesi günü Senato Başkanı Matviyenko tarafından vaat edildi, ama banka kredileriyle ilgili hiçbir şey söylenmedi. Merkez Bankası bankalara seferberlik celbi çıkanların kredi borçlarını ertelemeyi, ödemeler geciktiğinde faiz yükü bindirmemeyi vb. önermekle yetindi.
Bununla birlikte Duma bir hafta sonra kredi tatili öngören bir kanunu geçirdi. Kanun, borçlulara iki alternatif gösteriyor: 1) aylık ödeme tutarının azaltılması, 2) yükümlülüklerin geçici olarak durdurulması. Kanuna göre ölüm halinde kredi borçları tamamen silinecek.
Bankalara yüklenen bu son yükümlülük, Maliye Bakanlığı’nın açıklamasına göre, bankaların net kârlarının yüzde 1-2’sine mal olacak. Bu, cephede belli bir ölüm sayısının öngörüldüğüne yorulabilir. Daha önemlisi ise şu: bankacılık sektörünün 2022 başından bu yana (ve 7 yıldır ilk defa!) yaklaşık 1,5 trilyon ruble zararda olduğu düşünülürse (bankaların toplam sermaye stokunun yüzde 20’sinden çoğunu bulan bir zarar bu), “kredi tatili” bankalar için yeni bir zarar kapısı anlamına geliyor. Bankacılık sektörü bu zararlar karşısında çökmediyse eğer, bu, öncelikle Merkez Bankası’nın monetarist siyasetinin (sektörün çökmesine izin vermek, bu siyasetin iflas ettiğini kabul etmek olur), ikincisi de sektöre hâkim olan devlet bankalarının eseridir. Demek ki bankaların zararlarını artıracak bu kararlar, devlet bankaları açısından neoliberal dönemin ruhundan kaynaklanan özerklik eğilimlerinin bastırılması demek; özel bankalar açısından ise (en çok da şimdi mali oligarşinin başında olan Potanin açısından) devletin onlara yönelik “ekonomi dışı zorunun” artırılması anlamına gelir.
Üstelik kısmi seferberlik ilanıyla kredi borçları düzenlemesinin (kanun tasarısı Komünist Partisi tarafından sunulmuştu) yapılması arasındaki süre sadece bir hafta; dolayısıyla zamanın ruhu baskın niteliğini korusa bile sol muhalefetin ve Kremlin’in daha iradi bir rol oynadığı, Merkez Bankası’nın ise neoliberal siyasetin tayin edicisi olmaktan çıkıp sistem içi teknisyen rolünü daha çok benimsediği anlaşılıyor.
Demek ki sadece seferberlik kapsamında askere alınanların aylık ödemeleri, bütçeye en az 60 milyar ruble yüklüyor. Buna kredi borçlarının ertelenmesinden doğacak “zararlar”, vergi ve ortak yaşam gideri muafiyetleri, prim ödemeleri, vb. eklenirse muazzam bir tutar ortaya çıkar.
Bunların tamamı federal bütçeden karşılanıyor değil, önemli bir bölümü federal bölgelerin bütçelerinden çıkıyor gerçi, ancak her halükârda Ukrayna operasyonunun toplam bütçe yükünü görülmemiş ölçüde artırdığı açık. Öyleyse temel sorun, bu açığın kapatılmasıdır.
Yükü kim sırtlanacak: halk mı, burjuvazi mi?
Son yazım (bak. https://www.ydh.com.tr/HD17370_rusya–butce-nasil-finanse-edilecek-.html) bununla ilgiliydi ve orada şöyle yazmıştım: “Demek ki geleneksel olarak bütçe fazlası veren Rusya, yaptırımların en azından 3 yıl daha devam edeceğini kabul edersek (etmeliyiz) bu süre boyunca açığı kapatmanın yolunu bulmak zorunda. Bu, benim birçok defa olduğu gibi son olarak Putin’in Doğu Ekonomi Forumu’ndaki konuşması vesilesiyle de yazdığım bir eğilimi güçlendiriyor: büyük burjuvazinin vergi yükünü artırmak.”
Daha haziran ayında Gazprom’un geçen yılın temettü ödemeleri neredeyse tamamen (1,248 trilyon ruble, 20 milyar dolardan fazla) çevre vergisi olarak hükümete geçmişti. 20 Ekim’de Milli Varlık Fonu’ndan 1 trilyon ruble daha (15 milyar dolardan çok) bütçenin finansmanı için ayrıldı. Hem “mali blok” hem de “ithal ikameci blok” yükü devlet tekellerinin omuzlarına yüklemeye devam ediyorlar; ama bu, onların artık kaldıramayacağı bir sınır ağırlığa varıyor, zira sadece bütçenin finansmanı değil kapitalist işleyişin sürmesi de bu devlet tekellerine bağlı: Gazprom’un hisselerindeki en ufak bir dalgalanma borsada fırtına etkisi yaratır.
Devlet tekelleri bütçeyi finanse edemez hale geldiklerinde geriye şu iki alternatiften biri kalır: ya halk, ya burjuvazi. Ya ilkinden sızdıracak, ya ikincisini sıkıştıracak. İlki kolay olmakla kalmaz, olağan burjuva iktidarları için biricik kaçınılmaz yoldur; zira adı üzerinde, burjuva iktidarıdır bunlar. Ancak iktidar burjuvazinin doğrudan iktidarı değil, çeşitli biçimleriyle bonapartist veya küçük burjuva diktatörlüğü veya burjuvaziyi kategorik olarak tasfiye eden herhangi bir halk iktidarıysa (ille de leninist olması gerekmez bunun), yük halka değil burjuvaziye bindirilir.
Ben şunları, “Rusya…”dan başka, hemen bütün yazılarımda da birçok defa tekrar ettim:
— emperyalizm döneminde biricik sömürgecilik biçimi emperyalist sömürgeciliktir;
— emperyalist sömürgecilik bütün diğer bağımlılık ilişkilerini (siyasi, kültürel, ideolojik, dini, dilsel, vb.) tayin eden iktisadi bağımlılık ilişkilerine dayanır;
— iktisadi bağımlılık ilişkisinin temeli sermaye ihracıdır;
— yeryüzünde üç atlı troyka dışında emperyalist bağımlılık ilişkisi üreten merkez yoktur;
— herhangi bir rejimin ekspansiyonist eğilimleri (Suriye’yi parçalama girişimleri, Afganistan’dan pay kapma savaşı, Libya’nın yok edilmesine bölge ülkelerinin de katılması, vb.) onun emperyalist olduğuna işaret etmez; dahası, aslında çoğu zaman tam tersidir, zira teritoryal ekpansiyonizm çağdaş emperyalizmin içkin bir görüngüsü değildir;
— Rusya iktisadi yapısı ve kapasitesi itibariyle emperyalist olmak şöyle dursun orta halli bir çevre ülkesinden farksızdır;
— Rusya’yı sömürgeleşmekten alıkoyan tek şey, iktidarın bonapartist niteliğidir ve bu kendine, ekonomi dışı zoru uygulamaktan kaçınmayan planlı devlet kapitalizmi sayesinde nispeten istikrarlı bir maddi zemin üretmiştir.
Bonapartizmin dönüm noktaları
Bonapartizm klasik marksist literatürde olumsuz bir anlamla yüklü; faşizm tartışmalarının ilk döneminin bonapartizmle iç içe geçmiş olmasının nedeni de budur. Ne var ki bonapartist rejimler ille de sağcı olmak zorunda değildir; tanım itibariyle küçük burjuva diktatörlükleri de bonapartisttir. En genelde, iki tür bonapartist rejimden söz edilebilir: III. Napoléon tarzı sağcı-gerici, Peronist tarzda solcu-ilerici.
2000 sonrası Rusya’da bu eğilimlerin ikisi de iç içedir. Sadece bunlardan birinin bazı dönemlerde diğerini domine ettiği gözlenmekle kalmaz (2002-2012’de sağcı, 2012-1016 arasında solcu eğilimlerin arttığı gibi), bunlar eş zamanlı olarak da iç içe geçer (“mali bloğun” monetarist baskısına rağmen finans sektörünün az çok boğulmasında, büyük burjuvazinin kilit sektörlere girmesinin engellenmesinde veya bu sektörlerdeki faaliyetlerinde planlı devlet kapitalizmine boyun eğmeye zorlanmasında olduğu gibi).
24 Şubat’tan sonraki ilk yazım, “Altüst oluşun eşiğinde” başlığını taşıyordu. (Bak. https://medyagunlugu.com/haber/altust-olusun-esiginde-51216.) Orada, çatışmanın içerideki etkisi üzerinde uzun uzadıya durmuş ve “kapitalist restorasyon sonrası Rusya’nın geleneksel sağcılığından” (devletin ekonomi dışı zor kullanmaktan kaçınmadığı ama güvenlik tehdidi saymadığı durumda servet birikimine göz yumduğu vahşi kapitalizm) “Belarus’un geleneksel ‘solculuğuna’ geçiş” olabileceğini söylemiştim. Peşi sıra da şunu eklemiştim:
“Ama gene de bunun bütünüyle sol keynesçilik olacağını sanmıyorum. Bu siyaseti Rusya için en optimal haliyle uygulamaya karar verdiğinde bile bazı oligarkları tasfiyeye girişir, onların ve” (şimdi tasfiye edilmiş olan Navalnıycı) “orta burjuvazinin aleyhine ‘adaletli’ bir gelir dağılımı yaratmaya çalışırken solculaşacak, devlet tekellerini ve devletle bütünleşmiş tekelleri (herhalde bunların başında Lukoil geliyor olmalı) kollarken sağa kayacaktır.”
O sırada Rusya’nın karşısında iki anayol ve bir patika vardı:
“Ana yollar şunlar: ya yakın bir zamanda dünya kapitalizmine entegrasyonun kaldığı yerden yeniden başlayacağına kanaat getirecek ve böylece büyük burjuvaziyle uzlaşma arayışına girecek; ya da sınıfsal altüst oluşu sınırlarına kadar zorlayıp ‘azami iktisadi hürriyete’ dayanan, orta burjuvaziyi fiilen tasfiye ederek küçük burjuvazinin yükselmesinin önünü açan, bu arada emekçi kitlelerde ortaya çıkabilecek hoşnutsuzluğu engellemeye yönelik önleyici tedbirler alacak. … Muhtemelen bir ara patika bulmaya çalışacaktır; ama bu çok ince bir denge siyaseti gütmesini gerektirir. Derin bir kriz ortamında bu dengeyi sürdürmek çok güç. İçeride çatışmalı bir süreç olacaktır; çatışmadan başarıyla çıkmasının yolu da emekçi kitlelerin yoksullaşmasını önlemekten veya sınırlamaktan geçiyor.”
İtiraf etmek gerek ki, Kremlin 24 Şubat’tan beri bu patikada ustalıkla, pek az yalpalayarak yürüdü; bu ustalık, kitlelerin ona güvenini artırdığı gibi, onun kendine güvenini de pekiştirdi.
Patika tükenir mi bilinmez ama artık daraldığı açık. Patika ısrarı büyük burjuvazinin direncini artırıyor; bu en çıplak haliyle “madencilerin” Kremlin’e açtığı savaşta ortaya çıkıyor. Bütünüyle büyük burjuvaziye teslim edilmiş olan bu sektörün en büyükleri, maden taşımacılığına yönelik demiryolu tarifelerinin düşürülmesi için arka arkaya ultimatom verdiler. Oysa Kremlin yaz aylarından beri iki defa ve kesin ifadelerle “hayır” demiş olmakla kalmadı, Nornikel’in (Potanin) çaldığı demiryolu ağının tekrar devletleştirilmesinde olduğu gibi madenciler üzerindeki baskıyı artırmaya kararlı olduğunu da gösterdi. Kremlin, tıpkı Transneft’in petrol üreticisi burjuvaziyi dizginlemesi gibi, RJD’yi de (Rusya Demiryolları) madencileri dizginlemek için kullanmak istiyor; ama bu defa sadece “mali blok” değil “ithal ikameci blok” da büyük burjuvazi için kulis yapıyor.
Kremlin taarruzunu sürdürüyor; Putin’in 19 Ekim kararnamesi, o gün yazdığım gibi, 24 Şubat kararıyla karşılaştırılabilecek sonuçlar doğurabilir. Kararname, federal bölge yöneticilerine müsadereye varan her tür tedbiri alma yetkisi verilmiş olmasıyla tam bir yapısal dönüşüm için normatif belge kabul edilebilir. İş oraya varır mı, sanmam; ama kararname aynı zamanda bir kararlılık gösterisi ve büyük burjuvazi, meselenin ciddiyetini anlamış olmalı.
Ne var ki Kremlin sadece taarruzda değil; bu her şeyin iç içe geçtiği süreçte büyük burjuvazi karşısında ricat ve taarruz da eş zamanlı. “Mali blok” 24 Şubat’tan önce 350 milyar dolardan çok varlığı batı bankalarında tutarak bunların dondurulmasına neden olmakla kalmadı, Merkez Bankası’nın tahminlerine göre bu yıl boyunca toplam 240 milyar dolar daha çıkması bekleniyor. Dolayısıyla, Zyuganov’un öfkeyle haykırışı temelsiz değil: “Para var, ama başkalarının cebine giriyor ve NATOcuların bize karşı savaşına hizmet ediyor. Bu kesinlikle anormal bir siyaset!” Bu ayın ortasında Kremlin’in, Merkez Bankası’na 10 bin doların üzerindeki nakit dövizin Rusya dışına çıkmasına izin verme yetkisi tanıması da, açıkça büyük burjuvaziye taviz niteliği taşıyor.
Olgular
Demek ki, şu olgularla karşı karşıyayız:
1) Sadece Kremlin’in iktisadi tercihi (planlı devlet kapitalizmi) değil, iç pazardaki ciddi sermaye sıkıntısı da iktidarı yeni bir NEP programına zorluyor. Küçük ve orta burjuvaziyi desteklemeye yönelik tedbirler (ve onlara eşlik eden, yabancı sermaye ortaklıklarının millileştirmekten kaçınılarak denetimin artırılması çabası) açıkça buna işaret ediyor.
2) Bu süreç, kitlelerin Kremlin’e sunduğu rıza artarak devam etmediği sürece başarılı olamaz; bu da giderek daha büyük bir bölümü savunmaya harcanan bütçe kaynaklarını kitlelerin refahını korumak ve hatta artırmak için çeşitlendirmeyi gerektiriyor. Petrol ve doğalgaz gelirlerinin ister istemez düşeceği önümüzdeki süreçte bunu sağlamanın tek yolu büyük burjuvaziyi sıkıştırmak; ama bu, burjuvazinin direncini de artırıyor.
3) Cephedeki durum gerginliğini koruyor, ama birkaç ay öncesine göre daha istikrarlı olduğu da anlaşılıyor. Taktik bozgunların güven sarsıcı olması bekleniyordu, ancak komuta kademesindeki değişikliğin ardından tersi bir tablo giderek güçleniyor; savaş halet-i ruhiyesi yaygınlaşıyor. Bu atmosferde efkâr-ı umumiye taktik yenilgileri olağan karşılar, ama stratejik zafer beklentisi güçlenir. Tam bu nedenle, cephede karşı karşıya gelinen düşmanın Ukrayna ordusu değil NATO olduğu düşüncesi yaygınlaşıyor ve pekişiyor.
4) Siyasi istikrarın korunması için “her şey cephe için” düşüncesinin tahkim edilmesi gerekiyor, ama bu, savaşanların, dolayısıyla halkın önemli bir bölümünün gelecek güvencesi sağlanmadan gerçekleştirilemez. Eğer halkın payına sadece savaşmak, ölmek ve öldürmek, burjuvazinin payına da zenginleşmek düşerse bu gerilim bir yerde patlar. Rusya tarihi buna tanık. Dolayısıyla burjuvazinin bastırılması ve yeni NEP siyasetinin başarısı, cephenin geleceği açısından da tayin edici hale geliyor.
5) Solun baskısı artıyor. Solun örgütsel gücü arttığı için değil, onun talepleri ve sloganları halkın yakıcı ihtiyaçlarıyla daha doğrudan örtüştüğü için.
Solda dört eğilim
Böylece bir kez daha, bu yazının temel konusuna dönüyorum: sol ne yapıyor, neden yapıyor, ne yapacak?
İki yazı, bu çerçevede dört başı mamur bir fikir verecektir. İlki, RFKP’nin “Rusya’nın dönüşümü için 20 acil tedbir” başlığı altında yayınladığı programatik önerisi. Bu, RFKP önderliğinin görüşleri olmakla kalmaz, partinin biricik ve tartışmasız ana muhalefet haline gelmesine de yol açan sol yurtsever güçbirliği girişiminin ortak taleplerinin halk nezdinde bulduğu güçlü karşılığı, başka bir deyişle solun talepleriyle halkın yakıcı ihtiyaçlarının örtüşmesini gösteriyor. (Bak. https://www.ydh.com.tr/HD17339_programlarin-kesistigi-yerde.html.)
İkinci yazı, geçen haftanın Gazete Duvar çevirileri, bu tartışma için bir eşik anlamına gelir. (Bak. https://www.gazeteduvar.com.tr/rusya-basininda-gecen-hafta-bu-uslubu-birakin-insan-gibi-davranin-haber-1586043.) Orada, sol içinde dört eğilimi ele aldım.
İlki, daha çok bir entelektüel çevre olan Sut Vremeni idi; bu çevrenin lideri Sergey Kurginyan iki şeyi öne çıkartıyordu: birincisi, halka doğruları söylemek gerekir. İkincisi, batı yanlısı “keyif toplumu” inşası iflas etmiştir; ama bunun alternatifinin ne olduğu belirsiz. Kurginyan’ın gösterdiği alternatif, ikinci NEP’te kararlılık, büyük burjuvazinin tedrici tasfiyesidir.
İkinci eğilim, 24 Şubat’ın hemen ardından Komünist İşçi Partisi’nin takındığı ama sonra süratle uzaklaşmaya çalıştığı pasifist eğilim. Bu eğilim 24 Şubat’tan sonra kısa bir dönem dışında küçük burjuva reformizmini bile etkileyemedi; ancak çatışmanın geleceğine yönelik belirsizlik ona güçlenme potansiyeli kazandırıyor.
Üçüncüsü, RFKP içinde gitgide bu pasifizmle paralellik kazanan, ama hiçbir zaman onunla tamamen örtüşmeyecek bir eğilim. Bu eğilim savaşın faşizme karşı “kutsal savaş” olduğundan kuşku duymuyor, ancak troykayla Rusya arasındaki gerilimin bir nükleer savaşa evrilebileceği endişesiyle, Kremlin’i avantürizmle suçluyor ve çatışmaya bir an önce barışçıl çözüm bulunmasını istiyor. Bunu yaparken temel argümanı, Kremlin’in “sola dönmekten” imtina ediyor olması; başka deyişle, siyasi elitin iktidar tekelinin güçleneceği ve bir diktatörlüğe evrilebileceği endişesi taşıyor.
Dördüncü eğilim, RFKP’nin geleneksel eğilimi. Bu, üçüncü eğilimle birçok açıdan örtüşüyor; ancak hem “kutsal savaş” çağrısını hem sosyalist dönüşüm propagandasını diri tutmak gerektiğini savunuyor. Bunu yaparken üçüncünün temel açmazından yola çıkıyor: çatışmaya siyasi çözüm bulma çağrısı onu kronikleştirmek anlamına gelir; Ukrayna’da NATO, Rusya için bir varoluş sorunu demektir; bu, Kremlin’i tamamen askerileştirir ve bu şartlarda sosyalist dönüşüm çağrısı anlamını tamamen kaybeder. Zyuganov’un son açıklaması, RFKP çatısı altındaki sol-yurtsever güçbirliği içinde yaşanan tartışmalarda parti yönetiminin savunusuydu:
“Harkov önlerine Moskova’da idare merkezine uçuş süresi 4-5 dakika olan NATO füze komplekslerini yerleştirdiklerinde nasıl yaşayacağız? ABD çoktandır hadiselerin bu şekilde gelişmesinin hayalini kuruyordu. Bugün Kiev’deki nazi-banderacı rejim ise gerçek efendisinin her istediğini yapmaya hazır. … Yani esasen bir seçeneğimiz kalmamıştı. Ancak açık olan bir başka şey daha var: eğer iktidar sosyalizm, adalet, dostluk, hümanizm düşüncesini yaygınlaştırmış olsaydı, meseleyi yumuşak güç yardımıyla çözebilirdik. … Ama bizim iktidar vaktinde tepki göstermedi, şimdi sadece bu ağır seçenek kaldı. O yüzden bütün güçlerimizi azami seviyede seferber etmek ve zaferi kazanmak zorundayız.”