Kavramsal açıdan dili iletişim öznesi işleviyle yaşamımız öncül ve birincil saydığımız bir gerçek. Temel ve kabul görmüş bir sav olarak dilin kültür taşıyıcısı olması da ondaki değişim döngüsünü değerlendirmemizi zorunlu kılıyor. Bu değişim süreci, hatta başkalaşımla dil tek başına irdelenemeyecek kadar karmaşık bir olgu oluveriyor çoğu kez bizim için. Siyasal gerilimlerde „ana dil“ meselesinin neden bu derece öncül olduğu sorunun da yanıtı sanırım burada gizleniyor. İnsanın doğuştan itibaren kendi seçimi olmaktan çıkarak benimsediği „ana dil“ çoğu kez bir coğrafyanın siyasal ve kültürel koşullarına bağlı olarak varlığını sürdürüyor. Kültürel bağların bireyin dilini yaratan ana gerekçe olması ailenin de zaten bir devlet aygıtı olarak kültürün taşıyıcısı olduğu gerçeğiyle doğrudan ilişkili. Hatta bu açıdan da dil başlı başına “ideolojik bir aygıt” a da dönüşüveriyor çoğu kez. Bu nedenle dilin “Yurt”ulaşma zorunluluğu onun aynı zamanda geleceğe taşınmasının da anahtarı.
„Ben“ ve „Biz“i kesiştiren dil öznesi adeta toplumsal tarihin bir rehberi, seslendiricisi olarak karşımıza. Ülkemizde kültürel açıdan „dil“ kavramının farklı etnisiteler üzerinden daha yoğun tartışıldığı bu evrede ana dilin bile aslında geçirdiği değişimler, „dil canlı bir varlıktır.“ sözünü doğrular nitelikte kuşkusuz. Ölen toplumun diliyle birlikte yok oluşu “Maya”, “İnka” uygarlıklarının dil birikimlerinin arkaik gale gelişiyle de somutlaşabilir bu bağlamda.
Ülkemizin siyasal haritasında Osmanlı çok uluslu yapısının ister itemez Arapça, Farsça ve Türkçeyi melez bir senteze evrilttiği ve bunun arka planında imparatorluk olgusunun yattığı düşünüldüğünde, cumhuriyet kültürünün Orta Asya’dan başlayarak ulusalcı bir dil savaşını benimsemesini de „ulus devlet“ olgusunun kendi iç mantığında çözme şansımız olabiliyor. Bugün de aynı coğrafya içinde farklı dillerin ortak yaşama alanları sorgulanıyor siyasal parametreler ışığında.
Yapısalcılığın belki de en doğru saptaması dili bir göstergeler bütünü sayması olmuştur kuşkusuz. Dil kendi gerçeği içinde bir yandan çok anlamlı, göndergeleriyle siyasal toplumsal ve kuşkusuz kamusal alana da işaret eder olmuştur bu şekilde. Buna bağlı olarak „özgürlük“ kavram olarak hem dilsel hem de kültürel bir dil nesnesi olabiliyor hayatımızda. Siyasal ve kamusal hayatta din, batılılaşma gerçeği ve gerilimi, ekonomik göstergeler dilin bu başkalaşımında da belirleyen olgulara dönüşüyor hatta. Bugün ben’in dili aslında biz’in dilini de inşa edebiliyor bu bakış açısı doğrultunda. Özgürlüğün grupsal, siyasal anlam alanı, „devlet“ kavramına biçilen rol, demokrasi sözcüğünün siyasal algıdaki değişkenleri de dilin çok anlamlı ve farklı alımlayıcılara açık olduğunun verileri sayılmalı. Ve hatta “Dil”in kendi bağlamında hoyratça bir baskıcı iktidar erkinin arasına dönüşmesi çoğu kez kaçınılmaz olabiliyor.
“Ben” kavramını temelde farklı toplumsal aygıtlarla (iletişim araçları) çoktan biz’in parçası kılan kendi için taşıdığı süreklilikle dili aynı zamanda bugün de siyasal söylemin bir parçası kılabiliyor. Bugün „laiklik“ algısından, „özgürlük“, „hukuk“ kavrayışına her kavram farklı siyasal grupların farklı alımlama süreciyle hayat buluyor. Peki dil bu değişkenleriyle nasıl hem özgürlükçü hem de bir yasakçı özneye dönüşebiliyor? Bir yandan dilin susma ve susturulmanın hukuksal gerekçesi olması, diğer yandan resmi ideolojinin kendine ait bir dil ve kültür kurumsallığını ve hegemonyasını yaratabilmiş olması bir çelişki sayılmalı mı? Kuşkusuz bu da dilin insanla ve insanın yorumuyla yaşam bulması üzerinden değerlendirilmesini beraberinde getiriyor.
Edebiyatın bir üst dil yaratması kadar toplumsal hayatın kendi siyasal diliyle ilişkilenmeli bu sorunun yanıtı. Sonuç olarak dil toplumsal olduğu kadar, siyasal bir canlı olarak irdelenebilir bu doğrultuda. Bugün söylemin dille doğrudan bağı düşünüldüğünde dilin sadece kağıt üzerindeki yansımaları değil, sözel dışavurumu da onu yeterince siyasallaştırmamış mıdır sonuçta?
Siyasetin hem yerel, hem küresel açıdan “dil”le şekillendiği günümüz dünyasında bizi ayıran, bölen ve bütünleştiren “dil”e ez cümle ulusların, halkların söylem iktidarıyla birlikte irdelemek daha mantıklı olacaktır.