“ Baktığımız bu mavilik her yerde, sokağın herkese açık kapısından içeri girmek en iyisi… “
Haziran ayının ilk günleri: Baş ağrılarını, günlük kırgınlıklarını ve acısını bir kenara itti. Şimdi kalabalığın aktığı sokakta, isimlerini bilmediği insanlarla bir aradaydı. Artık bunun bir önemi yoktu, çünkü orada ayrıksı olan hiçbir şey yoktu. Ama yaşamın kalp atışları her yerde düzenli bir şekilde atmıyordu, haritaya konumlanan birçok yerde tedirginlik, savaş, açlık, zulüm, zamansız ölüm vardı. Hepsi dingince duruyordu ve hepsi gerçekti…
Aşağıdakilere her zaman parmak sallamak da ne oluyor, Lütfen o salladığınız işaret parmağınızla, suyun ve toprağın nerede olduğu bizlere gösterir misiniz? Sizler çok yüksekte oturduğunuz için aşağıda hareket halinde olan hiçbir şeyi tam olarak göremezsiniz. Çünkü ben şu an en aşağıdayım, toprağa basıyorum ve az da olsa bir vadinin derinliklerinde akan bir suyun başındayım. Kuş sesleri, börtü – böcek sesleri, yaprakları kırpıştıran rüzgârın sesi, insanın kulaklarına çarptığı bu yerde olmak da güzel, işte o an insan farklı renkleri – sesleri bir araya getirmeye başlar ve bu çok seslilikten artık kaçış yoktu. Onun için ben bu sorunun cevabını hemen veriyorum. Suyun en dipte akması, ister iyi, ister kötü olsun, toprağın ise insanı her koşulda sarmalaması, aşağıdaki şeylerin çok daha hayati olduğunu bize gösteriyordu. Siz saraylarda – beş tepede oturanlar, bunca ihtişama boğulmuşken her şey nasıl iyiye gidebilirdi, tarihten de hiç ders almıyorlardı, zatı muhteremler. İhtişamla – şatafatla ilgilendiği kadar ilgilenmezlerdi, farklı kimlik ve inançlarla; yok sayılmışlar, terörize edilmişler, dilleri yasaklanmış, siyasi yasaklarla ağzı kapatılan, kadın kimliği yok sayılmış, zalimliğin, adaletsizliğin, kendi taifelerinin hassasiyetleri, hukuk sopası olarak her zaman başka yaşam tarzlarının üzerilerindeydi. Yok, Kürtler için, diğer kimlik ve inançlar için hiçbir şey hissetmiyordu doğrusu beyefendiler. Yaşam diyalektiğinde farklılıkların sorunlarını kavramayan insan, yaşamın tamamını da gerektiği kadar kavrayamaz…
Çocuk sesinden, kadın sesinden, müzik sesinden, insana yakışmayan ne varsa, mührü ellerinde ve dillerinde bir sövgüdür ortalıkta dolaşır. İktidar arzusuyla, halkın suratının ortasına kâh gururla, kâh bulunmaz bir Hint kumaşı kılığında, hayat onlara dümdüz akıyordu. Sanki herkes o zatı muhteremden çok yarar görmüş gibi. İnsanın kendini beğenmesine ve üstünlük değip her şeyi yok sayan tutkularına ne demeli! Tarihte dile düşmüş onca lider ve şimdilerde adından – sanından sözü edilemeyen ne tiranlar gelip geçti. Kendilerini tedirgin edense bir müzik sesi, herkesin halaya durduğu hoş bir duyguydu bu, beklide artakalan zevk ü sefa saatlerinde kalmışlardı, bütün bu güzellikleri göremiyorlardı. İnsan yalnız kaldığında bir müziğe sarınmak ister, çıkan farklı bir sese bir avaza tutunmak ister, içindeki karmaşık duygular biraz da olsa hafifleşsin ister. Yaşamak da zordu, güzel olan, doğru olan ne varsa ömürden hep erken göç edip gidiyordu. Peki doğa cömertti, ama ya insan!
Yaşamda didinen kadının da bir onuru vardır, anneliğine bakarken sürtük – çürük diyeceğine, bir çocuğun eline bir kutu süt verilse bundan daha iyi. İşte buradaydı direnen kadın kimliğiyle, en güzel “ Taksim Gezi Parkı „ dönemi. İnsan birine dayanmak ister, zayıf olduğundan değil, yaşamı birlikte paylaşmak ve destek almak için, gerçekten de, kadın hayatı bir başına mucizeydi. Kadının sadece bu sevecenliğine bakıp da, insan güneşin altındayken başkası hakkında nasıl kötü şeyler düşünebilir…
TÜİK ‘ in aylık ve yıllık baz da enflasyonu var olandan daha düşük gösterme çabaları aslında bir suçtu, açıktan da suç işlediklerinin bir beyanıydı bu. İktidarın yoksulluğu – açlığı gizlemek için farklı yaşam alanlarını, her gün yeni bir zam ve vergi yüküyle gitgide daraltan söylemleri, içki içme ve sigara tüttürme rahatlığından da hiç geri durmuyorlar çıkışı, ne kadarda diğer yaşam tarzlarına karşı olduklarının bir göstergesiydi. Bu beyefendiler, yıllardır zevkle yedikleri – içtikleri ya da bireysel alışkanlıklarından kaynaklanan keyif veren hangi gereksinimlerinden özveride bulunduklarını bizlere söylesinler. Bizde bilelim ne kadar özverili olduklarını… Sizler envai çeşit sofralarınızdaki zevk veya keyif veren hangi içecek ve yiyeceklerinizden vazgeçtiniz de bizim haberimiz mi yok! Meşru bir dil ve kimliğin, inancın her türlü maddi ve manevi rahatlığını tatmanıza rağmen, diğer yaşam tarzlarına da milletimizin hassasiyetleri var diyerek, yasak getirende, yine siz iktidarda olanlar değil misiniz? Farklılıkları yok sayan yine bu tahammülsüz dürtülerinizdir. Deneyimlenmiş hatalardan doğru sonuçlar çıkarmak ya da almak, kısır bir döngünün içerisinde dönenip durmaktan başka bir işe yaramadığı, hepimizce bilinen bir şey. Tarihin karanlığına gömülen, ilkel bir savaşa kuşanan kontrolsüz bir gücün, her an ne yapabileceğinin nefretiyle ekonomiyi ıskalamak pençe kilit hareketiyle, nasıl bir duygu hali. Yeryüzünde, homojen bir kimliğin tek başına bir kara parçası içinde yaşaması ne kadar anlamsız bir düşünce. Bilişim çağında da, bu varsayımın kötü bir fikir olduğuna inanlar azımsanmayacak kadar çoktu. Evet, bu gerçek abartılacak gibi bir şeyde değildi. İnsanların her söyleminin altına inilse nasıl da bölük – pörçüktür, hükümleri – düşünceleri nasıl da yüzeyseldir. “ İnsan parmak sayısı çoğunluğuyla pervasızca bir şeyler düşünebilir, hatta çalakalem bir şeylerde yazabilir ama bir müzik enstrümanına elleriyle – duygusuyla dokunup, mesela bir gitar ya da keman çalamaz. “ Şimdide, abalı – çuhalı – varaklı koltuklarda oturanlara bir sorumuz var, yaşayan bir dünyada tek kimlik – tek inanç olan bir ülke var mıdır, derseniz yanıtını bile veremezler. Ve ne de olsa bu soru birilerinin hoşuna gitmez biliyorum. Cevap koskocaman bir hiçtir, yani böyle bir ülke yeryüzünde yoktur. Dışarıda olmak ne kadar güzel, beklide bütün bu mavinin altında, her şeye birlikte bakmak daha da güzeldi. Ve bu görüntülerin tamamını farklı bir biçimde görmek, hayatı bir yük haline getirebilir ama hiçbir şey çözümsüz değildir. Onca senedir halkın sırtından rahat yaşam sürenlerin olur olmaz tepkileri insanı incitebilir, nankörlükleri insanı yıpratıyordu. Nedense, kendi taban ve vakıfların – cemaatlerin ya da kendine yakın, toplumsal sınıfların her söylediğine “ Biz milletin diliyle konuşuyoruz “, diyebilme rahatlığı içinde olmalarıydı. Bulundukları yerde sabit kalanlar tam bir uyum ve huzur içinde görünseler de, üstün körü baktığımızda mavinin altındaki her şeyi ayrıntılarıyla görmemiz mümkün değildi. Ve sayısız şeyler bir şeyleri tamamlama derdindeyken, değişebilirler, biz hareket halindeyken onlarda başka yere gidebilirler. Baktığımız bu mavilik yeter ki, üstümüzde olsun, ben biraz daha dışarıda kalmaya razıyım. Ne kadar tuhaf değil mi, siz orta yaşlılar? Eğer yaşamdan kastınız sadece karın doyurmaksa, alın size bir yol haritası. Hatta kendimi şimdi doğaya vursam orada aç kalma ihtimalim bile yoktu. Kendini her yerde hissetmek güzel bir duygu, her yerde… İnsan hiç konuşmadan da, insanlarla arasında duygusal bir yakınlık kurabilir, sokakta yürüyen bir adamla bile…
İki demir tutamağı sıska elleriyle kavramış, ellili yaşlarında bir adam. Güneş tam tepesinde, apaçık hissettiği umut, özgürce somutlaşacak mı ellerinde. Sokaktan yansıyan güneş, sıcak soluklu nefes alış verişleri hızlandı. Yanında on bir – on iki yaşlarında bir erkek çocuğu, sokakları arşınlayan yolculuğunda bir parçasıydı… Bu koca kentlerde, hiç bir şey onun bu yoksulluğu kadar yalın olamazdı. İnsanın yalnızlıkları vardır, eş, dost, akraba, kardeş, vatandaş, arasında bile her zaman bir uçurum bulunur. Ve ancak bir kâğıt toplayıcısının bu özsaygısına insan saygı duymalıdır. Çünkü insan işleyen el ve gören gözlerini ya da tüm duyularını yitirmeden asla kendinden vazgeçemez…
“ Yaşam her an, işte şurada – burada, ağlayan, sızlayan ve gülen yüzlerle, içinden geçeni dışa vurmak konusundaki kararlığını belli ediyordu. Kâh aydınlığa sürüklüyordu yeryüzünü kâh karanlığa… “
Ali Şeker