Röportaj: Halil Yeni
Nâzım Hikmet 1938 yılında orduyu ayaklanmaya teşvik ettiği iddiasıyla Askeri Mahkemede yargılanarak on beş yıl, İstanbul’da da donanmayı ayaklanmaya teşvik suçundan yirmi yıla mahkûm olur. İki cezanın birleştirilmesiyle Hikmet, toplam yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. Girdiği açlık grevi sonrası 1950 yılında çıkarılan afla serbest kalana dek yaklaşık 13 yıl tutsak kalır. 13 yılın 12 yılını Bursa cezaevinde geçirir.
‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ ve ‘’Kuvâyi Milliye Destanı’’ kitaplarının tamamını, ‘’Piraye’ye mektuplar’’ ve ‘’Yatar Bursa Kalesinde’’ kitaplarının bir kısmını Bursa hapishanesinde yazar. Kitap çevirileri yapıp, tiyatro oyunları ve film senaryoları kaleme alır. Mahkûmlara felsefe, tarih ve politika dersleri verir. Orhan Kemal’i yazar, İbrahim Balaban’ı ressam, İsmail Başaran’ı şair yapar. Yazdığı mektuplarla Kemal Tahir’in yazarlığına ve A. Kadir’in şairliğine yön verir. .
Bursa Hikmet’in yaşamında önemli izler bıraktı. Şair, araştırmacı ve yazar Güney Özkılınç ise Bursa’da yıllar süren önemli bir araştırmaya imza attı. Nâzım’ın Bursa hapishanesinde yazdığı şiirlerinde adı geçen kişileri ve yakınlarını buldu, konuştu. Kayıtlar aldı. Nâzım Hikmet’in Bursa anılarını, bilinmeyen fotoğraflarını derledi. Şair tarafından bu yıllarda resmedilen kimi tablolarını ilk kez gün yüzüne çıkardı. Ve bu bilgi birikimini yeni baskısıyla Kor Yayınları’ndan çıkan ‘’Nâzım’ın Bursa Yılları’’ adlı kitabında yayımladı. Yazar eseriyle 2011 yılı Nâzım Hikmet Araştırma Ödülü’nü alırken, kitap, M. Sadık Aslankara tarafından ‘’Bursa’nın Nâzım’ı’’ adıyla sinema belgeseli haline getirildi.
Nâzım Hikmet’i ölüm yıl dönümünde Güney Özkılınç’a sorduk. Özkılınç ile Hikmet’in Bursa hapishanesinde geçen yıllarını konuştuk.
Yaklaşık beş yıl süren bir araştırma yaparak Nâzım’ın ölümünden 40 yıl sonra, onunla hapis yatmış bazı mahkûmlara ulaştınız. Nâzım Hikmet’in Bursa anılarını, bilinmeyen fotoğraflarını, yaptığı porte resimlerini derlediniz ve bu araştırmanın sonucunda bulduklarınızı “Nâzım’ın Bursa Yılları” adlı kitabında topladınız. Sizi yıllar süren bu araştırmaya yönlendiren duygu yada düşünceler nelerdi?
Kitabın ilk baskısı için 5 yıllık bir araştırma dersem daha doğru olur; çünkü kitabın her baskısı önceki baskıdan daha ayrıntılı oldu. Örneğin Kor Yayınları’ndan çıkan 4. ve son baskısını da sayarsak araştırmanın 5 yıldan daha fazla bir süreye yayıldığını söyleyebilirim.
Ben 1995 yılından itibaren Nâzım’ın hapis yattığı Bursa’da yaşamaya başlamıştım. Onun Bursa Hapishanesi’nde kimlerle hapis yattığını merak ediyordum. O zamana kadar onunla hapis yatan Orhan Kemal ve İbrahim Balaban’ın anılarını okumuştum. Nâzım’ın özellikle Kemal Tahir ve Va-Nu’lara yazdığı mektupları okudukça onun gittiği kaplıcaları, ona yardım eden Bursalıları merak ettim. Nâzım’ın eserlerinde geçen Bursalılar var mıydı? Diye düşündüm. Bunlar kimdi? Nerede yaşıyorlar neler yapıyorlardı? Şair, hapis yattığı bu insanlarla neler paylaşmıştı?
Ben bunları düşünürken 1990’lı yılların hemen başında şair Sennur Sezer ve Kemal Özer’le tanışmıştım. Onların Bursa’daki bir etkinlikleri sonrasında onlarla sohbet olanağı bulmuştum. Onlara, Nâzım Hikmet’in Bursa’da geçen yıllarını merak ettiğimi ve yazmayı düşündüğümü söylediğimde özellikle Sennur Sezer bana şu cümleyi söylemişti: “ Onu ancak Bursa’da yaşayan biri araştırıp yazabilir…” ve ben o gün başladım diyebilirim Nâzım’ın Bursa Yılları’nı yazmaya…
Bursa’nın neredeyse her yerinde Nâzım Hikmet’in izini sürdünüz. Şairin şiirlerinde yada mektuplarında geçen yerlere gittiniz, insanları aradınız. Kimini buldunuz, kimisi hayatta değildi yakınlarıyla konuştunuz. Çok merak ediyorum bu mekân ve insan üzerine kurulu uzun yolculukta sizi en çok etkileyen şey ne oldu?
Bu yolculukta beni etkileyen şey şairin “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinin ilk sayfalarında adı geçen Sarı Seyfettin olmuştu. Bu önemli eserde geçen Seyfettin Durmaz İnegöllüydü ve Nâzım 1942 yılında Bursa Cezaevi’nde onun yağlıboya resmini yapmıştı. Onun yaşadığı evi ve çocuklarını bulmuştum. Araştırmama hız veren ilk olay buydu diyebilirim.
Nâzım, kaleme aldığı eserlerinden dolayı keyfi ve hukuksuz bir şekilde tutuklansa da Bursa hapishanesinde yazdığı şiirler demir kapıları yıkar, yüksek duvarları tırmanıp, dikenli tel örgüleri aşarak ülkemizin ve dünyamızın her yerine ulaşır. Sesinin ulaştığı kişilerden biride Ernesto CHE Guevara’dır. Kitabınızı henüz okumamış olanlar için dünya şairi Nâzım Hikmet ile dünya devrimci hareketinin önderlerinden CHE’yi buluşturan bu bilgiyi okurlarımız için paylaşır mısınız?
Nâzım’ın Bursa’da yazdığı “Karıma Mektup” şiiri, dünya devrimci hareketinin önderlerinden Che Guevara’ya kadar ulaşacaktır. O, direncini ve umudunu tutsak olduğu hapishaneden anne ve babasına yazdığı 6 Temmuz 1956 tarihli mektupta, Nâzım Hikmet’in dizeleriyle sonlandırarak mektubun sonunu şöyle bitirir:
“Tüm yaşamım boyunca sürekli duraklamalarla gerçeği aradım, şimdi yoldayım ve yaşamaya devam edeceğim bir kızımla daireyi tamamlıyorum. Şu andan itibaren ölümümü bir yenilgi olarak değerlendirmeyeceğim, aksine Hikmet gibi şöyle diyeceğim: ‘Yalnız yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim…’ Hepinizi kucaklıyorum. Ernesto”
Nâzım’ın, Bursa hapishanesindeyken Orhan Kemal’in hayatına, yazdığı mektuplarla Kemal Tahir’in yazarlığına ve A. Kadir’in şairliğine yön verdiğini biliyoruz. Ben az bilineni, İbrahim Balaban’ı sormak istiyorum. Hasmını öldürdüğü için cezaevine giren Balaban burada Nâzım ile tanışır ve ondan aldığı eğitimle kentin ve ülkemizin en önemli ressamlarından biri olur. Onunla tanıştığınız da neler hissettiniz?
İbrahim Balaban, Nâzım için şöyle derdi: “O bir güneşti ve ben o güneşin içinden doğdum.” Balaban, 1921 yılında Bursa Seçköy’de dünyaya gelir. Doğduğu köyün üç yıllık okulunu bitirir. 1937 yılının son günlerinde, henüz 16 yaşındayken Hint keneviri yetiştirmek suçundan cezaevine girer. Altı ay hapis ve on altı bin lira para cezasına çarptırılır. Ancak para cezasını ödeyemeyince üç yıl cezaevinde kalır. Cezasının bitmesine az bir zaman kala dört mahkûmun saldırısına uğrayan Balaban, cezaevinden çıktıktan sonra evlendiği gün, düğün evini basan hasmını öldürür ve yeniden cezaevine girer. 1942-1945 ve 1948-1950 yılları arasında Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’le hapis yatar.
Balaban, Nâzım Hikmet’le Bursa Cezaevi’nde hapis yatan ve yaşayan en önemli Bursalı tanık; Orhan Kemal’le birlikte usta şairden feyz alan iki önemli isimden biridir. Kendisiyle 20 Eylül 2008’de yaptığım ilk görüşmede söylediği, “O dünyanın en büyük insanı, o benim ustam” cümlesi, ancak o kadar derinden, o kadar yürekten çıkabilirdi ağızdan. Onun Nâzım’a duyduğu sevgi sonsuzdu. Nâzım’ın şiirlerini ezberleyerek dışarıya ulaşmasını sağlayanlardan birisidir Balaban. Yüzünde Nâzım izi olan her insanla karşılaştığımda duyduğum heyecan ve merak Balaban’da elbette diğerlerinden öndeydi.
İbrahim Balaban’ı konuşmuşken İsmail Başaran’ı anmamak olmaz gibi geliyor. Komşusunu vurduğu için yedi yıl hapis cezasına çarptırılan ve iki buçuk senesini Bursa hapishanesinde Nâzım Hikmet’le geçirdikten sonra kan davasını sonlandırıp şair olan Başaran hakkında neler söylemek istersiniz?
1910 yılında İznik’e bağlı Müşküle köyünde doğan İsmail Başaran’ın yaşamı, göl kıyısında, zeytin ağaçları arasında geçer. Kendi deyimiyle, “Bir çınar ağacının kökleri gibi toprağa bağlanmış”tır. Komşusu Ömer Sarı’yı vurup 3 Mart 1941 tarihinde ağabeyiyle Bursa Cezaevi’ne giren Başaran, yedi yıl hapis yatar. Hapisliğinin bir kısmını Bursa Cezaevi, bir kısmını da İmralı’da geçirir.
“Buğday Direniyor” adlı şiir kitabında Nâzım’a dair şiirleri de vardır. Başaran, Yön, Edebiyat 76, Güney Sanat ve Edebiyat 81 gibi dergilerde yazılar yazmıştır. Hapisten çıktığında on yedi yaşındaki oğlu Ali’yi vuran Mehmet Özdemir’i öldürmeyi artık aklından bile geçirmemiştir.
Bursa Cezaevi’nde birlikte hapis yattığı Nâzım Hikmet’ten insanları sevmeyi, insanların kişisel hırslarının esiri olmaması gerektiğini öğrenir Başaran. Umudu öğrenir ondan, sosyalizmi öğrenir.
Müşküle köyünün gençlerine Nâzım’dan öğrendiklerini anlatır, o gençlerin Nâzım’ın düşünceleriyle şiirleriyle tanışmasını sağlar.
Yer hapishane, mahkûm Nâzım olunca insanın başına sıra dışı olaylarda geliyor mutlaka. Cezaevine girme nedenlerine baktığımız zaman ürküntü duyacağımız kişilerin Nâzım’ın yanında tabiri caizse ehlileştiğini görüyoruz. Kırk üç kişiyi öldürüp beş yüze yakın insanı yaralayan ve karşılığında 740 yıl hapis cezasının yanında dört kez idam cezası alan, 38 ayrı cezaevinde kırk sekiz yıl hapis yatan Abdullah Palaz’da bunlardan biri. Bize Palaz’ın Nâzım’la olan ilişkisini kısaca anlatır mısınız?
Yıl 1941’dir. Sabaha karşı Bursa’ya ulaşan mahkûmları, tarihî binanın önünde onlarca polis ve jandarma beklemektedir. Bursa Cezaevi’ne girer girmez üstleri soyulup tek bir donla kalakalan Abdullah ve arkadaşları, cezaevinin zemin katında bulunan kanalizasyona atılırlar. Küfürler, hakaretler… Palaz, Bursa Cezaevi’nde o günkü ortamı şöyle anlatır: “Burada artık insanlık yoktu. O, koca devlet de yoktu. Burada Allah da yoktu. Burada yalnız bok, pislik ve vahşet vardı.” Kanalizasyonlardan alınıp boş bir koğuşa çırılçıplak bir hâlde bırakılan Abdullah ve arkadaşlarına bu muamelenin yapılmasının bir nedeni de diğer mahkûmlara gözdağı vermekti. Abdullah, o günün intikamını almaya söz vermiş, bunu gardiyanların yüzlerine karşı da açık açık söylemiştir. Demir parmaklıklara dayanıp var gücüyle bağırır Abdullah: “Bir maşrapa su verin bari Allahsızlar!” Bu feryat figandan sonra şunlar yaşanacaktır: “Tam o sırada, ileriden asker bozması kaputtan bir paltoyu omuzlarına atmış, saçları karmakarışık, gözleri çakmak çakmak, dev gibi bir adam demir parmaklıkların önüne geldi. Demir parmaklıklara tutunup içeriye baktı, sonra hiç ses çıkarmadan koşarak gitti. Biraz sonra elinde bir testi ve bir bardak ile geri geldi. Testinin parmaklıklar arasından girmesine imkân yoktu. O da bardağa su doldurup içeri uzattı. Acele ile Konyalı Cafer’in yanına gittim. Yüzünü yıkadım, ağzını çalkalattım. Ben de susuzluktan yanıyordum ama onlar, yani yerde yatan arkadaşlar bok yutmuşlardı. Ağızları bile bok içindeydi. Onun için önce onların hacetini görmem gerekiyordu.
O dev gibi adamın, parmaklıklar arasından doldurup doldurup verdiği bardakla diğer fenalaşmış arkadaşları da temizledim. Sonra da bizler elimizi, yüzümüzü yıkayıp birer bardak da su içtik. ‘Sağ ol ağbi’ dedim, o dev gibi adama. ‘Sağ ol, Allah razı olsun!’ O, bir şey demeden cebinden yeşil renkli bir sigara paketi çıkarıp içinden üç tane kendine ayırdı, gerisini bize verdi. Köylü sigarasıydı verdiği. Kibritini çıkarıp sigaramı yaktı. Ben de diğer arkadaşların sigaralarını benim sigaradan yaktım. O sigara bize sanki cennet taamı gibi geldi. On beş saattir ağzımıza hiçbir şey girmemişti. Sigaraları yer gibi içiyorduk. ‘Geçmiş olsun ağalar’ dedi o dev gibi adam. ‘Geçmiş olsun, gene görüşürüz!’ Arkasını döndü gitti. Ben, arkasından öyle bakıyordum. Tam o sırada bir mahkûm geçiyordu. Bağırdım: ‘Baksana arkadaş! Şu giden adam kim?’ Mahkûm, o dev gibi adamın arkasından baktı. ‘O mu? Şairdir, yazardır, tarihçidir. Aynı zamanda da vatan hainidir.’ Mosmor oldum. Titremeye başladım, ağzımdan salyalar akıyordu. ‘Adı ne lan?’ Adam korktu, hızlı adımlarla uzaklaşırken arkasına dönüp bağırdı: ‘Nâzım Hikmet! Komünist Nâzım Hikmet!’ Ben de arkasından avazım çıktığı kadar bağırdım: ‘Ulan puşt! Hiçbirinizin kıçı sıkmadı bize bir yudum su vermeye. O verdi de onun için mi vatan haini oldu? Ben buradan çıkarım, sana da bunun hesabını sorarım.’”
Şair nedir, yazar nedir, hele hele komünist nedir? Bunları bilmeyen Abdullah, bu kelimeleri o zamana kadar duymamıştır. Ama öyle yiğit bir adam için “vatan haini” denmesi onun ağırına gitmiştir.
Yine kitabınızdan öğrendiğimize göre Nâzım Hikmet’in Bursa cezaevi ağalarından Laz Eyüp tarafından kaçırılma planı var.
Evet, ama o plan, demokrat biri olan cezaevi müdürü Tahsin Akıncı’nın başını yakar düşüncesiyle Nâzım tarafından iptal edilir.
Nâzım Hikmet iki büyük eseri ‘’Memleketimden İnsan Manzaraları’’ ve ‘’Kuvâyi Milliye Destanı’’ kitaplarının tamamını, ölümünden sonra Mehmet Fuat tarafından yayımlanan ‘’Piraye’ye mektuplar’’ ve ‘’Yatar Bursa Kalesinde’’ kitaplarının bir kısmını Bursa hapishanesinde kaldığı bu uzun dönem boyunca yazdı. Buradan yola çıkarak Nâzım’ın hapishaneyi bir okula çevirdiğini ve onu susturmaya çalışanlara büyük bir ders verdiğini söyleyebilir miyiz?
Elbette söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yokluk yıllarında Nâzım cezaevinde birlikte hapis yattığı mahkûmların kendi ekmeklerini kazanmaları için cezaevine dokuma tezgâhları getirilmesini sağlar.
Ama en önemlisi onun, hem cezaevinin hem Bursa’nın bir öğretmeni olmasıdır. Cezaevinde tarih, felsefe, politika saatleri vardır. Bu dersler, Nâzım Hikmet tarafından verilmektedir.
Bursa hapisliğindeki yirmi dört saatini şöyle anlatır Nâzım:
“… Belki sizi ilgilendirir diye, normal yirmi dört saatimi yazıyorum: Sabah yedi yataktan kalkmak, yedi kırk beş radyoyu dinlemek, sekiz buçuktan on ikiye kadar Tolstoy’un Harp ve Sulh romanını tercüme. İkiden dörde kadar dokuma atölyesinde çalışmak. Dörtten yediye kadar, adını henüz koyamadığım ve bir türlü bitmeyen kitabıma çalışmak. Yedide radyoyu dinlemek… Sekizden on bire kadar, küçüklü büyüklü şiir yazmak. On birden on ikiye kadar kitap okumak. Yemekleri ne zaman yediğim malûm. Bu şartlar içinde bazen günlerin yirmi dört saatten ibaret olduğuna içerliyorum.”
Nâzım Hikmet’in ölümünün ardından Bursalı hapishane arkadaşları tarafından İznik ilçesinde bulunan bir tarlaya onun anısına bir çınar ağacı dikilmişti. O çınarın başına neler geldi?
İznik’te bir köy Müşküle. İsmail Başaran hariç yüzünü dahi görmedikleri bir ozanın onlara İznik Gölü ve dünyaya bir başka pencereden bakmasını öğrettiği bir Anadolu köyü…
Müşküle’ye Nâzım Hikmet’in ölüm haberi geldiği gün karar verilmişti aslında bu çınarın dikilmesine. 4 Temmuz 1964 günü, Nâzım’ın vasiyetine uyularak Bursa-İznik yolu, Müşküle ayrımına yakın, zeytin ağaçlarıyla kaplı Rıfat Talan’ın arazisinde; İbrahim Balaban, Mimar Emin Canpolat, İsmail Başaran, Fevzi Kavuk, Emin Alper ve diğer Müşküleliler bir araya gelirler.
Fevzi Kavuk ve diğer Müşküleliler çınar dikeceklerini önce Yaşar Kemal’e söylerler. Yaşar Kemal’in “İyi olur” demesi üzerine Müşküle’ye onu da davet ederler. Yaşar Kemal, bu törene katılamaz. Çınar dikilir bu Anadolu toprağına. Tutmaz derler ama tutar ve boy verir çınar.
Çınar dikilmiştir! Onun seslendiği yoldaşlar dikmiştir çınarı. Çınarı duyanlar koşar ziyarete gelirler mayıslarda, haziranlarda… Kimler yoktur ki gelenler arasında: Sadun Aren, Nihat Sargın, İbrahim Balaban, Şükran Kurdakul, Kemal Tahir, Samiye Yaltırım (Nâzım’ın kız kardeşi), Ataol Behramoğlu, Turgut Kazan, Şahap Bakırsan, Kıymet Coşkun… Onlarca, yüzlerce, binlerce insan… Onun dirisine tahammül edemeyenler, olmayan mezarı başındaki çınarına da tahammül edemezler. Jandarma, çınarı ziyarete gelenlerin yolunu kesip onlara baskı yapar. Arazi sahibi Rıfat Talan, zeytinlere gölge düştüğünü söyleyerek ama aslında baskılara dayanamayıp oğlu Ali’ye çınarı kestirir. Yıl 1978’dir. Ali, 11 Haziran 1995’te ölen babası Rıfat Talan’ın cenazesinden sonra Fevzi Kavuk’la yaptığı bir konuşmada itiraf edecektir bunları. Sonra kök tekrar filizlenir, büyür… Nâzım dostları yeniden gelirler 1 Mayıslarda. Jandarma yine yolları kesip çınarı bekler… Çınarı tekrar keserler. Bu sefer üzerinde bir de ateş yakarlar. Çınar daha sonra kimseye haber verilmeden yeniden dikilir göl kıyısına. Onu dikenler uzun süre yerini gizlerler. Şimdilerde her 3 Haziran haftasında dibinde etkinlikler yapılır.
Dünyanın bazı ülkelerinde sanatçıların yaşadığı evler, üretimlerini yaptığı mekanlar ölümlerinden sonra müzeye dönüştürülürken, kentin okullarına, kültür merkezi yada meydanlarına isimleri verilirken, Nâzım Hikmet’in 12 yıl kaldığı Bursa cezaevi yıkılıp yerine adliye binası yapıldı. Kent meydanına dikilmek istenen heykele izin verilmediği gibi adalet binası önündeki caddeye konulmak istenen ‘’Nâzım Hikmet’’ ismine de izin çıkmadı. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Ne söylenebilir ki… Onun adını vermeyi bir tehlike olarak görüyorlar. Bu yolla onun düşüncelerinin de yaşayacağını hafızalardan silinmeyeceğini biliyor olmalılar! Nâzım’ın adı üniversitelerde kürsülere, okullara, büyük caddelere verilmelidir. Birçok şairin, yazarın, siyasetçinin adı verilirken Nâzım’a ambargo koyulmasını anlamak mümkün değil. Burada bir şeyi anımsatmak isterim ki sadece adını vermek değil onu yaşatmak da önemli.
Son olarak şunu sormak istiyorum Nâzım Bursa’ya Bursa da Nazım’a sizce neler kattı?
Nâzım, Hopa Cezaevi’nde ilk kez karşılaştığı Anadolu insanlarıyla Bursa Cezaevi’nde uzun süre hapis yattı. Bu insanların çoğu Bağımsızlık Savaşı’nda yer almıştı. Nâzım Bursa’da hapis yattığı insanlardan çok şey öğrendi o insanlara çok şey öğretti. O, en önemli diyebileceğimiz ”Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserini mahkûmlarla sohbeti sırasında geliştirdi. Hapis yattığı Bursa’da sadece cezaevinde değil cezaevi dışında da etkili oldu Nâzım. Kentin aydınlarını da derinden etkiledi.