Elekçi ırmağı, iki gündür aralıksız yağan yağmurlarla öyle coşmuş öyle taşmıştı ki geçtiği ormanlardan, fındık bahçelerinden, köylerden arsızca kapıp sularına kattığı ağaç parçalarını, kütükleri ve molozları, çevresine korku salan sesi ve hızıyla Karadeniz’e taşıyordu. Deniz, ırmaktan gelen bu ganimetleri ilçenin batı yakasında plaj olarak kullanılan geniş kumluk bölgeye yığdı.
Çevrede oturan yoksul insanlar, sabahın erken saatlerinde kışlık yakacak nimeti olarak gördükleri odunları toplamak için plaja koştular. Zeki, karısı Zeliha, yanlarında çocukları Aydın’la Ayşegül de bu niyetle oradaydılar. Komşularının daha evvel gelip çuvallarını doldurduklarını görünce biraz canları sıkıldı. Onlara katılarak geride kalan suda yıkanmış eğri büğrü dalları, ağaç kabuklarını, çuvallarına koymaya başladılar.
O sırada hafif hafif yağan yağmur birden şiddetlendi. Gökte savaş vardı sanki. Şimşek bulutlara kurşun atıyor, ateşler sulara inerek denizi ikiye yarıyor, bu ateşten ürken dalgalar, ayağa kalkarak kahverengi sudan bir canavara dönüşüp kıyıdakileri yutmaya geliyordu sanki. Dalgalar çekildiğinde önüne kattığı odunları, dallari, şişeleri, yosunları, kütükleri, naylon poşetleri kumsala fırlatıyordu.
Yağmur çivi misali damlalarıyla insanları döverken rüzgar da en sert haliyle yaprak gibi sağa sola savuruyordu. Doğanın bu acımasız halleriyle yaşamasını öğrenen fakir yöre insanları, kışlık odun ihtiyaçlarını bu kadar çetin bir yolla karşılamak için denizin, yağmurun ve rüzgarın hoyratlığına katlanıyordu bugünkü gibi.
Zeki ve ailesi, son şimşeğin, kulakları sağır eden gürültüsü kopunca odun toplamayı bırakıp yakınlarındaki bekçi kulübesine sığındılar. Tek pencereli, küçük, tahtadan yapılmış bu mekanda şimdilik yağmurdan korunmuşlardı. Orta yaşa ermiş Zeki, uzamış sakallarını sıvazlayarak yanındakilere: “Biraz bekleyelum, hava düzelur belki.” Deyince karısı Zeliha ıslanan yemenisini silkelemeyi bırakıp beyaz yüzündeki ince kaşlarını çatarak: “Bu furtuna dinmez, ben size söyleyim. Eve gidek. Baksananıza bizden başka gimse galmadu burda! “ diye çıkıştı. Küçük kızları, sapsarı saçlarındaki suları sıkarak yaşlı gözlerle yalvardı: “Üşüyom, hem de korkuyom ben. Eve gidelim nolur anne! “
Kulübenin küçücük penceresinden doğanın denizdeki savaşını izleyen Aydın, horonla ısınmaya başlamak için bir türkü tutturdu:
“Karardı Karadeniz, taştı bu yana taşti
Haber verin yaruma gözlerim doldi taşdi“
Türküyü yarıda kesip ergenlik heyecanıyla sağ elini sallayarak: “Baba, anne, bakın goccaman bi gütük geliyo denizden! Dalga getiriyo… Bakın! “deyince hareketlendiler. Zeki, heyecanla pencereye geldi: “Gerçek mi? Başka bi şey olmasın?” “Gütük baba, hem de böyük, dallı budaklu! “Hayde! Gızım sen burda gal! “sözleri karşısında Zeliha’nın: “Bu furtunada nasıl yaparuk? “sorusu yanıtsız kaldı.
Dört metreye yakın kalın bir ağaç kütüğü bu verimsiz günün en büyük kazancı olabilirdi. Dev dalgaların içinde bir görünüp bir kaybolarak gelin, beni alın, diyordu sanki. Zeki koşarak sulara daldı.
Yukarıda sicim gibi yağmur, aşağıda hırçın dalgalarla boğuşarak ilerledi. Beyaz köpüklerin içindeki kütüğün bir ucunu güçlü kollarıyla yakaladı. Kıyıdakilere seslendi. Aydın ile Zeliha sulara dalıp güçlükle azgın dalgaların içinden kütüğün öteki ucunu tutmaya çalıştılar. Zeki: “Haydi asulun! Gıyıya gıyıya!“ diye bağırıp durdu. Deli deli yağan yağmurdan acımasız karayelden önlerini zor görüyorlardı. O sırada gelen koca bir dalgayla her biri bir yana savrulurken kütük de gözden yittip gitti.
Zeliha ıslak, yorgun bir halde : “Bi kütük yüzünden canımızdan mı olacaz? ” yakınmasıyla kulübeye döndü.
Tekrar sulara dalan Zeki, iki kolunu yukarı kaldırdı: “Gel buraya alçak kütük! Bugün bizim gısmetimizsin. Seni almadan gitmeyecez. Gurban olam deniz onu bize bırak. Zaten senin işine yaramaz ki! “ yakarmalarıyla her yanından sular akarak bir zaman bekledi, kütüğü göremeyince kulübeye döndü.
Üçü de ıslanmış korkuluklara dönmüştü. Gerilen sinirleriyle kavgaya tutuşmaya hazırlanırlarken “Geliya gütük geliya baba çok yakında.” diyen Aydın’ın çığlığıyla bir kez daha dışarı fırladılar. Ayşegül kaygılı gözlerle arkalarından bakakaldı.
Islanmalar, korkular unutulmuş, durum kütüğün denizden alınıp zaptedilmesi savaşına dönmüştü. Rüzgar, dalgaları şişirip adam boyuna yükseltmiş kütük içlerinde bir görünüp bir kaybolarak onlara yaklaşıyordu. Kısa zamanda kütük yanında odun parçalarıyla önce çakılların sonra kumların sonra da çimenlerin üstüne atıldı. Zeki, Zeliha ve Aydın, bir insanı boğulmaktan kurtaracak gibi koşarak kütüğe sarıldılar. İkisi iki başından birisi orta yerinden kuşattılar. Onun da artık bu kadar hırpalandıktan sonra gitmeye niyeti yok gibiydi. Çok sürmedi, sırası gelen büyük bir dalga beyaz köpüklerini hiddetle savurdu üstlerine. Bir an görünmez oldular. Ardılındaki dalga da yükseldi, yükseldi, daha ileri savurdu köpüklerini. O hızla da çekildi.
Önce Aydın canlandı, sonra Zeliha, sonra Zeki… Aydın’ın iri gözleri çakmak çakmak: “Artık elimizden gaçamadı. Dutun, çekelum! “diye bağırdı. Tükenmekte olan güçlerini toprlayıp kütüğü denize uzak, yola yakın bir yere taşıdılar
Islak bedenlerinde ağır bir yorgunluk, dudaklarında buruk bir gülüşle bakıştılar. Zeki: “Vermeduk… Alduk ya… ” diyebildi titreyen dudaklarıyla.
Meryem Gülbudak