“ Çocuklar olmalı hem de her yerde, cıvıl – cıvıl sesleri çıkmalı. Ve bu tamda yaşamın olması gereken bir dilidir. Güneş ışınları içlerinden geçip gitmeli ve büyüyüp serpilmeli sabahın ilk ışıklarıyla… “
Güzel bir bahar günü: gerçek ve gerçek olmayan her şey oradaydı yan yana, güneşin cazibesi de oradaydı. Ve eğer gözümü ayırırsam bir şeyler kaçırmış olabileceğim düşüncesine kapılabilirim. Bütün bu yaşananlar göz önünde olup bitiyordu, tek düze bir biçimde. Öne çıkmak istiyordu, ne çare heyhat! Haksızlık – hukuksuzluk diz boyu onun gözbebeklerine baskı yapıp duruyordu. Orta yaşın bütün rahatsızlıklarını üzerinde taşıyordu, çünkü bu güne değin bedenini çok hor kullanmıştı. Kendi yuvarlak dairesi: kendi etrafında dönen bir çemberin dairesi gibi döndükçe daralmıştı. Hayatın artık burada böylece kal dediği bir yerdeydi. Dışarıdaki yaprakların yeşilini ve gökyüzünün mavisini pencereye yansıtan renklerini saydam bir camdan seyrediyordu, uyumakta olan eve baktı, zaten oradaydı. Gözlerini kentin sokaklarına çevirdi, üzerinde her gün binlerle ifade edilen birçok insan yürüyordu. Yaşlılık açılıp her tarafa yayılacak, günü geldiğinde o toprağa yürüme boşluğu dolacak, o anlamsız “ çok yaşa “ babacığım – dedeciğim cümlesinin süslemeleri bir şekilde sona erecek, yeterince yüksek sesle bağırmalarına da gerek kalmaz. Kentlerde otların büyüdüğü boş arsalara gitmek de artık hayal oldu. Varoluşuna uygun olarak bir köşede birkaç köpek uzamış güneşleniyordu, tekmelenmeden, bu evrende bir yeri olmalıydı bu canlıların. Yine bir köşe başında gördüğü yaşlı bir insanın soğuktan donmuş eline bozukluk ( madeni para ) sıkıştıranlar hep olacak, yeterince yüksek sesle bağırmasına gerek yoktu. Bir şey onu kendi dünyasından çekip çıkarmıştı… Güzel bir bahar günü: Dürüst vicdanlı insan olmakta harikulade bir şey, bu anlamda hiç kimse seni rahatsız etmek istemezdi. “ Bu kirli beyaz denilen şey bir işe yaramıyordu, belli ki bütün renklerin bileşkesi olmak onu çok şımartmıştı… “
Gördüğü sessizliğin dayattığı bu bireyselliğe kapılmış gibiydi. Yüreği her şeyi canlı – canlı görüyordu, öyle ki, bu ritim onu da kendi akışı içine alıp götürecek kadar güçlüydü. Artık yaşamın içindeki, bütünün parçalarını fark etmeye başlamıştı. “ Yine de bu dışarıdaki sesler alınmalı, ilk dokunuşla çırılçıplak ortaya çıkıveren ve ona bakmasını fark ettiren o öteki şeylerin, düşüncelerin, o hakikatin, bir yerinden tutup o gerçeğin riski alınmalı diye düşündü. “ Yaşam apaçık dışarıdaydı ama bunun hiç önemi yok, birinin sevincine, ötekinin acısına kayıtsızdık. Ve bu birazda kendi bakışımızın rollerini oynamaktır, bu kapitalist sistemde büyük çoğunluk kendi rahatını düşünürken… “ Bizleri bu tüketim toplumunda akıllı nesnelere, rahata yönelten şey ise bir yerden sonra çoğunluğa katılma içgüdüsüydü. “ Milyonlarla ifade edilen canlı – cansız nesneler vardı iç içe hareket halinde bununda önemi yoktu. Hiçbir koyun kendi bacağından asılmadığı gibi bunu da hep el veren ya da el verdiğimiz birileri yapardı, koyunu bacağından tuttuğu gibi derisinden yüzülmek üzere parçalara ayırmak için, kurulan yalnız bir ağaca ( darağacı ) ya da metal bir tutamağa asılır. Tüketime dayalı üretimden kopan bir ülkenin bir toplumun şu an için geçerli olan bir sistem, hepimizi üretimden uzaklaştıran kolay bir yaşama alıştırmalarının yoksunluğunu yaşıyoruz. Yıllara paralel olarak devrimci – demokrat yapıları her on senede bir minimize eden, kendi ülkesinin vatandaşı olan Kürtleri, öteki halkları ve inançları, Türkleştirme – Sünnilik asimilasyon politikalarının bir sonucu olarak, köyden kentlere göçertmenin kırk elli senelik halka yansıyan bu faturasında, ülke iktidarlarının hepsinin bir suçu olduğunu görmemiz gerekiyor. Üretilen yaşamın döküntülerini toplamak için yeterince temizlik işçisi, belediye var. Yaşamı daha da yaşanır kılan, akademisyen, bilim insanı, doktor, genç nesil, hemşire ve iş insanı var. Ev hanelerine düşen bu yangını söndürecek yeterince tarım – hayvancılık yapacak çiftçi – iş erbabı insan var. Bende şuraya iyi dileklerimi yazmak istiyorum: Yakında hepimizin kalpleri, yürekleri sevgiye, dostluğa doymuş olacak ve huzur içinde tüm renklerimizle yeni bir güne uyanacağız. Herkese iş – aş bulunacak, fabrikalar – atölyeler – kooperatifler açılacak, tarlalar sarı başaklarla harman yerlerinde gelinlik kızlar gibi boy verecek, bizi bu ulusal riskten uyandıracak yeni bir ekonomik model gelmeli, sonsuza dek. Alım gücüne göre sergilenen vitrinlik envaiçeşit her şeye sadece uzaktan bakabilirsin, paran varsa al – yoksa boynunu bük ve oradan uzaklaş. Git demenin en bariz acımasız şeklini yaşadığımız bu günlerde, birilerinin daha rahat yaşaması için iyi birer tüketici olmaktan başka bir seçeneğimiz her zaman vardı. Saraylarda, sivil – askeri bürokraside yaşayanların, beşli müteahhitlerin, yüzde ellisine razı gösterenlerin, eski ve yeni milletvekillerinin, yüzde birlik kesimin her türlü ürüne erişmesinin çok da olduğu bir ülkede, açlıktan ölen ölsün demenin bu en açık bir itirafıdır. Kürtçe ‘ de güzel bir deyim var “ Mala me giştik bilurvan ê – Bizim evde herkes kaval çalıyor “ bir diğer anlamıyla da, bizim evdekilerin hemen hepsi ya çay ya da sigara tiryakisi. Evet, bizim ülkede herkes bu ekonomik çıkmazın iyiye gideceğine dair metafizik yönümüzü kendi ben ‘ leriyle okşamaya başladılar, umarım iyiye doğru gideriz, ne diyelim! Ekonomiden sorumlu bakanın verdiği bir söyleşide, Türk Lirası zaten şu an en zayıf durumda artık gideceği bir yer yok. Vatandaş rahat olsun. Üretmeden kolayca tüketmenin yollarını halkına öğreten bir sistem, vatandaşı kurbağa sendromuyla yerinden hop oturtup hop sıçratıyor. Bir şeylerin bizi kurtarması gerekmiyordu, tekrar ayağa kalkmasını yaşamla birlikte öğrenecektik. Ve bu arada ani bir çıkışla “ ezan susmaz – bayrak inmez “ sloganı ağzından dökülüverdi. Herkes iyi olabilirdi, iyi biri olmak için çoğunluğun gücünü arkasına alan birinin, içindeki bu meşru korkusuna bir an yenilmesi gerekmiyordu. Korkuyordu, ama bizlerde korkuyorduk, bakanın kafası çok karışıktı bu heterodoks ( ekonomik ) politikalardan dolayı. Biri size, sizin düşüncenizin artık reel yaşamda bir karşılığı kalmamıştır dediğinde, evrensel düşünceyi – faşizme, ışığı karanlığa yeğleyen bir avuç insan her zaman vardı bu topraklarda… Evet, ülkemizde devletin meşru bir resmi dini “ Sünni- İslam “ olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca Türk bayrağı ülkenin her tarafında göndere çekili ve dalgalanıyor. Dışarıdan da herhangi bir saldırı, sataşma yok. Neden, durduk yerde böyle bir söyleme sarılmayı uygun buldu, sorusunun cevabı hepimizde var. Bu kötü ekonomik gidişatı, kendi tarafgir itlerini hoş tutmak adına yaptığını bilmeyenimiz yok. Türkiye tarihine baktığımızda devrimci demokrat insanları katleden ırkçı – faşist yapıların bu “ ezan susmaz – bayrak inmez “ slogana sarıldığını görmek mümkün. Hukuk sisteminde, yasal çerçevede öldürülmekte vardı, Kemal Korkut gibi, bu açık bir gözdağıydı, onlarca siyasi cinayetin işlendiği ve zaman aşımına uğratılan dosyaların sayısı oldukça kabarık. Bizi bu ulusal yoksullaşmadan hangi ekonomik model kurtaracak sorusu hükümet edenlerde. Yeterince toprak var, başımızı biraz uzatırsak şöyle Anadolu ‘ ya doğru birbirine tıpatıp benzeyen dümdüz ovaları görebiliriz. Yeterince tüketime, yeterince tahıl üretilmeli. Yeterince çöpçünün süpürebileceği, yeterince üretim olmalı. Büyük kentlerin çevresindeki ekili alanları imara açmak, üretimden uzaklaşmak anlamına geldiği gibi bu bir domatese muhtaç bir gençliğin yetişmesi demekti, en açık bir dille…
Olsun, evet şu an halkımızın alım gücünün çok düştüğünü biliyoruz. Ülkemizin her noktasında her türlü şeye- ürüne erişme şansı var, hamdolsun. Bir düşünce, bir sözün en yetkili bir ağızdan tekrarlanması ya da şürekasının her bir bireyinden sürekli olarak yüzlerce kez tekrarlanmasının yaratacağı etkinin ne olacağını düşünebiliyor musunuz? Her halükarda ekonomimiz iyiye doğru gidiyor, bir şarkının nakaratı gibi kulaklarımızda sesi yankılanıyor. Ve şükreden kesimlerin sayısı yüzde elinin bir tık üzerinde. Bir türlü enflasyonu yaşanabilir bir seviyeye getirmediklerinin ifadesi olarak, buradaki ironiyi çok iyi düşünmemiz gerek. Ve insan psikolojisinden deneyimlediğimiz bir şey var, tekrar – tekrar edilen bir düşünce dinamiği yaşamımızda bir şekilde ifade bulur. Kurbağayı: yavaş – yavaş ölüme hazırlamanın kurbağa sendorumunu hemen – hemen bilmeyenimiz yoktur. İşte bu yüksek perdeden, her renkten arınmış, kibirli beyaz söylenen cümleler dizilimi, bizleri yoksulluğa hazırlamanın bir yerde rıza göstermenin zeminine çekmek hamleleri olarak zihnimizin bir köşesine kazınır. Ve refah çok yakın, Türk lirası gidebileceği en dip noktasına gitmiştir, bundan daha kötüsüne gidebileceği bir yer yoktur. “ Evet, insanın aklını meşgul edecek fazladan bir şeydi bu düşünce. “ Demokrasi kavramını günümüz dünyasına cevap olacak bir şekilde yeniden uyarlamak, çoğunluğun yerine tersi bir durumla ancak başarı sağlanabilir, meta dolaşımının sınır tanımadığı bu bilişim çağında. Çoğunlukta olan kimlik ve inancın devlet denilen aygıtın soyut aklıyla korumak, daha da genişletmek yerine, azınlıkta olan kimlik ve inançların haklarını korumak aynı anlamda çoğunluğunda haklarını korumak anlamına da gelir.
Maalesef hayat öylece kaldığı yerde durmuyor, sen, ben, o yaşamın bir yerinden çıkıp gidiyoruz. Geride kalanlar ise yaşamın bir yerinden tutunmaya çalışır. Hiç bir şey olduğu yerde durmuyor, değişiyor. Günlük hayatta kullandığımız kelimeler, evimizin bir köşesine astığımız, sevdiklerimizin resimleri geriye kalıyor. Senin çığlığın, benim çığlığım, bir başka çığlığın düştüğü aynı yere hep düşüyor. Bir yerde, ikimiz içinde, insan bazen ne düşünebildiği ne de bir şey hissetmediği anlar, bir hiçlik, bir boşluk, gerçeğin ta kendisi olan yalnızlığı yaşar…
Yüreğini, bir gökyüzüne birde her yerde var olan maviye daldırıp çıkardı, çıkardığı bu düşlerini oraya buraya serpiştirdi. Zihni toprak renkleri ve mavilerle uç vermeye başladı, o belalı beyaz dışında. Yoksulluğu gömleğindeki düğmelere göstere göster bağrını açtı, artık çıplaktı. Ciddi bir ifadeyle bir şeye, bir sese tutunarak yeniden uyanabildi ve hareketleri değişti. O gördüğü ışığa tekrar baktı, o ışık gibi aydınlık ve güzeldi. Gün içinde, ilk kimin söylediği bilinmese de, günaydın sözcüğünü defalarca tekrarlayıp çevresindeki herkese birer – birer sevgiyle savurdu, günaydın, günaydın…
“ Sende sokağın hareketine katılmış olsan, iyi ve kötünün bir arada yürüdüğüne ve bütünü bir arada tuttuğuna tanık olacak ve her şeyi eleyip ayıklayacaksın…”
Ali Şeker