Çarşamba günü seksen dört yaşında ölen Madeleine Albright, Amerika’nın ilk kadın dışişleri bakanı oldu. Ancak bu gerçeği dile getiren sayısız manşet, başarılarını cinsiyete indirgeme riskini taşıyor. Bu adil değil: O bir öncüden çok daha fazlasıydı.
Albright, Amerika’nın küresel egemenliği için mücadele eden herhangi bir erkek kadar acımasız bir imparatorluk gulyabanisiydi. Birden fazla kıtada yıkım yaratan Soğuk Savaş sonrası politikasının oluşturulmasında merkezi bir rol oynadı. Biyografisi yürek parçalayıcıydı: Ailesi, o çocukken Nazi zulmünden kaçtı ve üç büyükanne ve büyükbabası da dahil olmak üzere akrabalarından yirmi altısı Holokost’ta öldürüldü . Travmatik bir hikaye, ama emin olun, O, bunun karşılığında başkaları için çok sayıda travmaya ve ölüme öncülük etti.
Albrgiht 1993’ten 1997’ye kadar, Amerika’nın Birleşmiş Milletler büyükelçisi olarak görev yaptı. Bu görevde, Körfez Savaşı sonrası Saddam Hüseyin’in devrilmesini desteklemek amacıyla Iraklıların sefaletini en üst düzeye çıkarmak için uygulanan acımasız yaptırımlara başkanlık etti. Albright, 1996 yılında “Lesley Stahl ile 60 Dakika” adlı televizyon programında yaptığı bir röportajda, diğer insanların çocuklarının ölümlerinin imparatorluk kurmanın bir bedeli olduğunu öne sürüyor gibiydi. “Yarım milyon çocuğun öldüğünü duyduk. Demek istediğim, bu Hiroşima’da ölenlerden daha fazla çocuk” dedi Stahl. Ve ardından: “Bu bedele değer miydi?” diye sordu. Albright bu soruya, “Bence bu çok zor bir seçim, ancak bizce bu bedele değerdi” diye cevap verdi.
Stahl’ın bahsettiği ölüm oranı tahminleri daha sonra araştırmacılar tarafından sorgulanmış olsa da, Albright, bu ölçekte ölüme yol açmaya tamamen hazır olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Yarım milyondan fazla çocuğun ölümünü, bu kadar çok aile için tarif edilemez ızdırabı bir istatistik üzerinden kavramak zor. Yine de bu, Albright’ın yaptırımlar eliyle o yoksul ülkedeki sıradan Iraklıları ilaçlardan, temiz içme suyundan ve temel altyapıdan yoksun bırakarak almaya hazır olduğu bir “bedel”di.
Powell Doktrini – yani, Clinton’un Genelkurmay Başkanı Colin Powell tarafından geliştirilen Soğuk Savaş sonrası dış politika görüşü, Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri müdahalelerini kendi ulusal çıkarlarının tehdit edildiği durumlarla sınırlaması gerektiğiydi. Albright aynı fikirde değildi ve Bosna gibi krizlerde ABD’nin rolünün ne olması gerektiği konusunda çatıştılar. Powell, anılarında Albright’ın “Her zaman bahsettiğimiz bu muhteşem orduyu kullanamayacaksak ona sahip olmanın ne anlamı var?” diye sorduğunda “neredeyse anevrizma geçiriyordum” diyordu.
BM büyükelçisi olarak Albright, BM genel sekreteri Boutros Boutros-Ghali’yi amansız bir kampanyanın ardından iktidardan uzaklaştırdı; bu kepaze bölüm, onun yüzyılın sonu dünya düzeni vizyonuna biraz ışık tutuyor. Görev süresi ABD dışındaki her ülke tarafından desteklenen Boutros-Ghali, daha sonra görevden alınmasını, İsrail’in Lübnan’daki bir mülteci kampına dönük olarak yaptığı ve yüz kişinin ölümüne neden olan bir saldırının İsrail hükümetinin iddialarının aksine hata değil kasıtlı olduğunu savunan bir BM raporunu yayınlamasına bağladı. ABD’li yetkililer bu açıklamayı yalanladı. BM Genel Sekreteri’nin görevden alınmasını istemelerini, Ruanda, Hırvatistan ve Bosna üzerindeki anlaşmazlıkları gerekçe göstererek açıklamaya çalıştılar. Eski Genel Sekreter Bosna’yı “zenginlerin savaşı” olarak adlandırarak bazı Batılı yönetici sınıfın tüylerini diken diken etmişti. Ayrıca, Camp David anlaşmalarının mimarlarından Boutros-Ghali, Albright’ın kendisine karşı yürüttüğü kampanyayı BM karşıtı Cumhuriyetçilerin ırkçı ve yabancı düşmanı duruşlarına yaltaklanma olarak da değerlendiriyordu (örneğin Bob Dole, Mısırlı Genel Sekreterin adıyla alay etmeye başlamıştı: “ Booootros Booootros” veya “Boo Boo” diyerek). Bu kampanya özellikle on beş ABD askerinin Somali’deki başarısız bir BM barışı koruma baskınında ölmesinden sonra canlandırıldı. Albright, genel sekreteri görevinden uzaklaştırmanın diğer yollarının yanı sıra, Boutros-Ghali’yi sahtekarlık yaparak yolsuzlukla suçladı. O sırada Le Monde Diplomatique’de yazan Eric Rouleau, Albright’ın popüler meslektaşına karşı duyduğu kan davasının gerçek nedenini şu şekilde ifade etmişti:
“Berlin Duvarı’nın yıkılması, Amerika Birleşik Devletleri’nin Körfez Savaşı’nı neredeyse istediği gibi yürütmesini sağladı ve bu, gelecek için bir model önerdi: BM, Washington’un inisiyatifinde ve ABD’nin kontrolünde olmalı. Ancak Boutros-Ghali, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ilgili bu görüşü paylaşmadı.”
1997’den 2001’e kadar Albright, Bill Clinton’ın başkanlığında dışişleri bakanıydı. Bu çok ünlü “çığır açan” rolde, Iraklılara akıl almaz acılar yaşatmaya devam etti. BM genel sekreter yardımcısı Denis Halliday, yaptırımlara karşı sesini yükseltmek için 1999 yılında görevinden istifa etti; ABD’nin “her ay binlerce Iraklıyı bilerek öldürdüğünü” söyledi , ve bu politikayı “soykırım” olarak niteledi. George W. Bush yönetimi Irak’ı işgal ettiğinde çok sayıda Amerikalı’nın şok olmasına karşın, gerçek şu ki Bush göreve geldiğinde, ABD zaten Irak’ı haftada ortalama üç kez bombalıyordu. İşte bu bizim kızımız! Bir erkek kadar savaş çığırtkanı.
Albright ayrıca NATO’nun Doğu Avrupa’daki eski Sovyet ülkelerine doğru genişlemesini de destekledi; bu, sayısız yüksek rütbeli diplomatın yıllar boyunca Rusya’yı kaçınılmaz olarak kışkırtacağı konusunda uyardığı pervasız bir gidişattı. Bu politika, şu anda karşı karşıya olduğumuz korkunç potansiyel nükleer çatışmaya ve Ukraynalı sivillerin korkunç katliamına katkıda bulundu. (Dün itibariyle kesin olarak en az 977 ve BM insan hakları yüksek komiseri gerçek sayının çok daha yüksek olduğuna inanıyor).
Albright asla emekli olmadı, hayranlarının kuşkusuz yaş ayrımcılığının çok güçlü bir reddi olarak görecekleri bir üstünlüktü bu. Ancak, kayda değer başarılarının tadını çıkarmak için kendisine biraz zaman ayırmış olsaydı, dünya için çok daha iyi olurdu. Onun danışmanlık şirketi, mevcut COVID-19 salgını sırasında dünya çapında pek çok hayat kurtaracak olan Pfizer’in uluslararası fikri mülkiyet haklarını paylaşmaktan kaçınmasına yardımcı oldu. Aşı patentleri, küresel aşı ayrımcılığının ve toplu ölümlerin başlıca nedeni olmaya devam ediyor. Ancak bunun onu ölüm döşeğinde rahatsız etmiş olması pek olası değil: Amerikalı olmayan fakir, kahverengi insanların ölümleri Albright için her zaman “bedel ödemeye değer” olmuştur.
2016 başkanlık ön seçimi sırasında Albright, Hillary Clinton’ın adaylığını desteklemeyen kadınlar (bu yazar gibi) hakkında “Birbirine yardım etmeyen kadınlar için cehennemde özel bir yer var” diye konuşmuştu. Daha sonra New York Times’daki bir serbest kürsü köşe yazısı sütununda yaptığı yorum için özür diledi, bu yüzden bu konu benim için değersiz. Buna karşın Irak halkı ondan hiçbir zaman bir özür alamadı. Ancak yukarıdaki kanıtlar gözden geçirildiğinde, başka kadınları o ünlü cehenneme gönderirken Albright dünyayı umursamıyordu.
Neredeyse kesin olarak, o cayır cayır yanan yeraltındaki sıcak bölgede onun adına bir rezervasyon var. Belki orada, sonunda her cinsiyetten cani emperyal savaş çığırtkanları arasında göze çarpan biri olarak hak ettiği takdiri elde edecek.
(*) Bu yazının orijinali ilk olarak Jacobin Mag’te “Madeleine Albright Was a Killer” başlığıyla yayımlandı.