in ,

Duygu Uzel: AYLARDAN MART

Öykü

Ne kadar konuşsa ne anlatsa hep bir şeyler eksik kalmış gibi hissediyor.

Aklında geçen hafta gittiği resim sergisi vardı. Her kare başka bir öykü olup akmıştı zihnine. Köşesi kırık aynanın kenarına sıkıştırdığı fotoğrafa gitti eli. Hem orada durmasın dediği hem de çekmecenin bir köşesine fırlatıp atamadığı. Hani şu siyah beyaz olan, babasının henüz itibarının sarsılmadığı günlerde çektirdiği. Dededen kalma köstekli saatin zincirinin sarktığı, sol elini olanca haşmetiyle annesinin sağ omzuna koyup poz verdiği fotoğraf. Eflatun daha çok küçük o zamanlar. Annesinin eteğine sığınmış. Kırılgan bakışlarıyla cılız bir kız. Güngörmüşlerin Atilla Bey, refikası ve tek çocuğu…

Metropol kentin yalnızlığında, yolunu kaybetmiş rüzgârın izini sürüyor, cebinde sakladığı umutları teker teker boşaltıyordu kaldırım kenarlarına. Dönüş yolunda onların rehberliğine ihtiyacı olacaktı.

Ne kadar konuşsa ne anlatsa hep bir şeyler eksik kalmış gibi hissediyor. Her evin kendine has iklimleri, kokuları, ışıkları olduğuna inanıyor yaş aldıkça. İklimi her mevsim kış olan büyüdüğü evi düşünüyor; kesif bir koku yayılıyor etrafa. Yaz gününde bile deli poyraz girer camlarından. Deli rüzgârlar bile alıp götürmez o sinmiş kokuları.

Bütün seslerin üzeri örtülmüştü. Eflatun kadın başını arkaya yasladı ilkin sonra dönüp dışarıyı seyretti. Ne bir ses vardı dışarıda ne de en ufak bir hareket. Pencereyi ardına kadar açtı. Gecenin ayazının içeriye hücum etmesine ve tüm bedenini kuşatmasına izin verdi.

Başkaca evlerin ışıklarına göre saati tahmin ediyordu Eflatun. İlerleyen yaşının oyunu haline gelmişti. Çoğu zaman yanan tek ışık ona ait oluyordu. Öyle zamanlarda da insanların rüyalarına gidiyordu aklı.

Büyüdüğü ev düştü aklına. Hep o siyah beyaz resimlerin marifeti bu, diye geçirdi içinden. Annesi, “kim bilir kaç nefeslik ömrü kaldı” diye akıtmıştı yaşlarını. Üstelemişti gelmesi için. Kıramadı.

Yeri göğü inleten adamdan geriye sadece bakışları kalmıştı. Hastalanıp yatağa düşmeyi kendine yediremiyor bu durum onu daha da çekilmez kılıyordu. Ailenin iki katlı sırça köşkü görmeyeli harabeye dönmüştü. Hep böyle miydi yoksa babamın heybetinin arkasına saklandığı için mi görememiştim onun parça parça dökülen asaletini, diye düşündü.

Bahçede ekili ne varsa yine askeri nizam içerisindeydi. Annesinin eseri olmalıydı. Gözlerini kapattı Eflatun ve perde açıldı. Bastonundan aldığı destekle annesine emirler yağdırıyordu. Acemi ırgat misali eli ayağına dolaşıyor, hangi fideyi nereye nasıl dikeceğini şaşırıyordu emektar kadın. Oysa onun kapısına gelmeden önce az mı uğraşmıştı bu işlerle.

Benim ne işim var burada, diye kendi kendine söylenirken annesi kapıdan çıkıvermiş geri giden ayaklarının yönünü değiştirmişti. “Ben geldim Atilla Bey. Kız kısmının neyine gerek özgürlük, ya dizini kırar oturursun ya da defolur gidersin dediğin kızın geldi. İşaret parmağınla gösterdiğin, tekme tokat attığın kapıdan dimdik girdim içeri. Senin o dost saydığın çevrenin, bizim beyin dul kızı gelmiş, diyen bıyık altı gülüşleri eşliğinde süzülüp aktım yanına. Gelinlikle çıktığım ancak kefenle girebileceğim köşkündeyim! Süte kesmiş yüzünde yansımamı görmek beni de mutlu etmiyor, diye haykırmak geçse de annesinin hatırına susmuş sabahı zor etmişti.

Daha önce yapmalıydım, diye geçiriyor Eflatun çok daha önce. Bir şekilde buluşmalıydı gözleri. “Sen ne kadar inkâr edersen et buradayım. Beni nasıl etiketlersen etiketle senin soyundanım işte!” demeli, içimde sakladığım her şeyi yüzüne söylemeliydim. Geç kaldım… Senin gibi heybetli bir adam olamadım. Annem gibi ince, narin, uysal bir kadın da. Büyümemek için direnen ruhum, uslanmayan yüreğim yangın yeri. Her yer duman, her yer kül. Nefes alabileceğim zerre boşluk yok. İçindeki isyanını bastırmakta zorlanıyordu. Yıllar geçtikçe büyüyen öfkesini avazı yettiği kadar savurmak istese de binlerce el ağzını sımsıkı kapatıyordu sanki. İçinde biriken yaşanmışlıklar dinmek yerine volkan olup patlıyordu. Böyle zamanlarda; yükselen alevleri söndürecek gözyaşım bitmiş, diyordu kendi kendine. “Yangında İlk Kurtarılacak” bir şey kalmamış geriye.

Kâbustan uyanırcasına irkilip kendine geldi Eflatun. Dışarıya, evlerin ışıklarına baktı yeniden. Neredeyse hepsi uykudaydı. Yaşadığı evlerin ışıklarını düşündü. Hepsi, sarı, solgun ve ölüydü. Oysa o hep beyazı sevmişti, aydınlığı. Koşamadığı zamanlar yürüyerek, yürüyemediği zamanlar emekleyerek, emekleyemediği zamanlar düşleyerek gitmişti parlak ışığa. Belki de o yüzden pervaneler gibi yanmıştı kanatları…

Gökyüzüne çevirdi başını, yıldızlar parlıyordu. İçlerinden biri göz kırptı. Sevinçle karşıladı selamı. Çok değil birkaç saat sonra büyü bozulacaktı. Güneş katran yorganının altından kıpırdanıp uyanmaya başladığı sıra herkes ve her şey yeniden nefes alacak, ivmelenen zaman içerisinde takvimden bir yaprak daha eksilecekti. Yumdu gözlerini Eflatun.

…Yüzüne vuran güneş kulağına dolan seslerle uyandı Eflatun. Dışarıya baktı. Caddenin girişindeki kalabalığa takıldı gözleri. Topluluk her geçen dakika daha da çoğalıyordu. O an mart rüzgârının savurduğu takvim yaprağı önüne düştü. Eğilip almaya çalıştıkça bacaklarına dolanan kâğıt parçasını sonunda yakaladı. “8 Mart”

İçindeki coşkuyla kendisini dışarı attı. Bir tüy misali hafiflemişti ruhu. Rengârenk kadınların arasında ağız dolusu gülümsüyor, içinde biriken isyanı dile getiriyordu.

Duygu Uzel

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Hatipoğlu Güneş Manisa Fabrikası Açıldı!

DIGITAL AGE TECH SUMMIT, 25 MAYIS’TA YENİ EVRENLERİ KEŞFE ÇIKIYOR