Fırtınalı bir denizden kurtulup karaya vuran bir 12 Eylül kaçağı ve kayıplarının yasının tutmak için kendini dünyadan ayırmış bir kadın; ıssız bir koyda, herkesin kontrolünden uzakta bir araya gelirler… Lakin sandıkları kadar da yalnız değillerdir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin kolu her yere uzanacak ve korkularının, özlemlerinin, acılarının yanına yerleşip onların yalnızlıklarını karabasana çevirecektir. Filiz Yurtkoru ile Edisyon Kitap etiketiyle yayımlanan ilk romanı ‘Yaralar Sarılırken’ ile yazarlık macerasını konuştuk.
‘Yaralar Sarılırken’ bir ilk kitap olduğundan dolayı önce yazma serüveninizle başlayalım. Neydi sizi bir roman yazmaya iten sebepler?
Edebiyatın bize ilmek ilmek işlendiği ortaokul dönemlerimden bu yana hep bir okurdum. Ardından üniversite yaşamım matematik aşkımla devam etti. Mühendislik eğitimim ve çalışma hayatım sürerken bir internet sitesinde mahlasla şiirler yayınlamaya başladım. Yazmak bana iyi geliyordu. Düşüncelerimi yazarak daha iyi ifade ettiğimi fark etmem özellikle benim için önemli kişilere yazdığım mektuplarla oldu. Ve sonra düşüncelerimi başkalarına değil kendime yazmaya başladım. Bu süreçler beni yazma eylemine ufak adımlarla yönelmeye zorlasa da görmezlikten geldim sürekli. Ama insan bunu sadece bir süre görmezden gelebiliyor. Bir yerden sonra kendini roman yazarken buluyorsun. Her şey kendi doğallığında gelişiyor.
Roman 12 Eylül’ün hemen sonrasında küçük bir kasabada geçiyor ve döneme odaklanıyor. Kitapta böyle bir tarihsel zemin yaratmanızın temel sebebi neydi?
12 Eylül, güzel ülkemizin güzel insanlarında kabuk bile tutturamayan, kanayan yaralar açtı. Maalesef toplumumuzun bağnazlaşırken gerilemesine yol açan yaralardı bunlar. 10 yaşındaydım; sokağımızda, okulumuzda bizden alınıp götürülen abla ve abilerimizi gördüğümde. Anlayamıyordum, korkunun derin sessizliği sarmıştı ailemi ve çevremi. Ne olup bittiğini anlamak için okuduklarımı ve dinlediklerimi bir araya getirip analiz ettiğimde 14 yaşımdaydım. 12 Eylül’ün bu ülkenin kaderindeki en büyük darbe olduğunu o zaman öğrendim. Bu sebeple 12 Eylül zamanını baz almalıydım, ilk kitabımda.
Kitap için bir 12 Eylül romanı desek de aslında çaresizliğin içinde en dibe batmış bir kadının da hayata dönme mücadelesi. Kitap bir anlamda bir kadın hikâyesi olarak da okunabilir.
12 Eylül romanı desek bile harmanlayarak oluşturduğum bir roman. Yaşanmışlıklar ya da anılar yok kitabımda her şey kurgu. Gerçek zaman diliminin içinde farklı hayatlar olsun istedim. Bu sebeple bir kadının hikâyesi olarak başladım. Bu kadının yani Ilgın’ın yeniden yaşama tutunmaya ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç geride bıraktığına ikna olduğu yaşamının çözümlenmesiyle giderilecektir. Kaldı ki güçlü bir kadın Ilgın ancak bu gücünü deneyimleyerek fark etmesi gerekiyordu. Bir nevi kendi ölüm kalım mücadelesinde hem gücünü hem de yaşadığı zamanı algılayan bir kadının öyküsü.
Romanda bir kaçağımız da var… 12 Eylül’ün yok ettiği insanlardan biri, bir yandan geçmişini saklarken bir yandan da başka bir hayata doğru yol alıyor.
Kaçtığı yer ve geçmişinden de zorunlu kaçışı. Bilinmezliğin mecburi tutsağı, korkuları ve niçin kaçtığını bilmediği, anlam dahi veremediği 12 Eylül mağduru.
Çok düşündüm, sizin deyişinizle, kaçağı. Kaçağın yaşamını, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını. Her bir bölümde küçük bir cümlesiyle var olmalıydı, detaysız bir şekilde. Onunla ilgili çok şey yazmak isterdim ancak bu çerçevede kalması daha uygun geldi.
Kitap küçük bir kasabaya odaklanıyor ve oradaki insanların yaşamlarından da kesitler sunuyor okura. Bu küçük yerlerin hayatınızdaki yeri tam olarak nedir?
Sorunuzla küçük yerlerin hayatımdaki yerini düşündüm bir an için. Küçük bir ilçe olan Buca’da doğup büyüdüm. Büyük gibi görünen ama küçük bir il olan İzmirliyim. En uzun mesafe bir saatinizi almıyor burada. Küçük yerleri seviyorum. Kasabını, manavını, kahvesini ve orda yaşamış olanlarla selamlaşma seremonilerini. İnsanın insan olduğunu unutmadığı, mal mülk değil varlığıyla onurlandırıldığı yerlerde yaşamak ve romanı o bölgede yaşatmak hoşuma gitti. Bundan sonraki romanlarımda da bu çizgiyi koruyacağımı düşünüyorum.
Son dönemin en tartışılan konularından biri yaratıcı yazarlık atölyeleri sizin de böyle bir atölye çalışmasına katıldığınızı biliyoruz. Faydasını gördünüz mü bu tip çalışmaların?
Kesinlikle, dönüm noktamdır yaratıcı yazarlık atölyesi eğitimini almam. Ferhat Uludere’nin eğitmenliğindeki atölyeye katılma amacım öykü okuma konusundaki eksikliğimi gidermekti. Öykü okumaktan sıkılıyordum. Sonra baktım ki hem nitelikli okumayı hem de yazmayı, gerçek anlamda yazmayı, öğrenmeye başlamışım. Her hafta bir ödeve hazırlanmak ve yazdığımız yazının grup içinde konuşulması; eleştiri almaktan korkmamayı da öğretti bana.
Bu sebeple ‘Yaralar Sarılırken’i yazarken ve okurken kitabı ilk kendim eleştirebildim.