Saatime baktım, uzun çarşıya paralel sokağa girdim. İlyâhu Bey’in manifatura mağazasına gidiyordum. Birbirine açılan kapılarla arkadaki hanı da gören büyükçe bir mağazaydı onlarınki. Oradaydı. En serin yerinde oturuyordu mağazanın. Günaydın dedim. Zarfı ona verdim.
“Selametle, selametle! Ne acelesi vardı canım efendim. Bereket olsun!” dedi. Kulağı bendeydi, bakışları ise hep uzaklarda…
Ev sahibimizdi aynı zamanda. Karşılıklıydı dairelerimiz. Biz konuşurken yassı kafalı bir oğlan, elinde çay tepsisi ile geldi. Bir bardak da elime tutuşturdular. Çayımı içerken onlarca kumaş toplarına bakıyor, kıyafetler düşlüyordum. Arada benim gibi taksitini ödemeye gelenler oluyordu. Herkes için gerekli kumaş cinsleri vardı burada. Öyle dilbaz öyle tüccardı ki Eli amca… Aklınıza gelmeyen hatta ihtiyacınız olmayan bir şeyi ya da şeyleri size zorunlu gibi gösterir, siz daha neden o şeyi aldığınızı kavrayamadan paket elinizde uğurlanırdınız. Selametle!
Hanı çevreleyen tüm dükkânlar kardeşlerinin veya kuzenlerinindi. Birbirleriyle de diğer esnafla da uyumluydular.
Çay için teşekkür ettim. Fazla oyalanmamalıydım. Okul vakti yaklaşıyordu. Bardağı tezgâha bıraktım. Perde satışı yapılan bölümden genç bir çocuk geldi yanımıza. Bana hafifçe gülümsedi. Yüzüm kızardı. Dışarıdan tepkili ses gelmeye başladı. Tüccar, yeğenine;
“Bana öyle geliyor ki bugün erken indireceğiz kepenkleri yine. Polisler ne işe yarıyorsa artık!”
“…!”
“Hükümet bunların hakkından gelmeli! Çare düşünüyorlardır değil mi Azzur? Şşşt, Azzuurr! Sana söylüyorum! Ne oluyor acaba dışarıda? Duymadın mı çocuk?”
Uzun çarşıya bakan kapıdan dışarıyı izlemekte olan Azzur yeniden içeri girdi. Amcasıyla konuşurken soru soran benmişim gibi bakıyordu. Başımı eğdim.
“ Pardon amca. Mühim bir şey yok. Anlamadım gerçi. Dağıldı herkes. Öğrenirim birazdan.”
Hemen gitmedim. Dışarı çıkıp vitrine bakmaya başladım. İçeriden gelen konuşmaları duyabiliyordum. Eli amca;
“ Ne olacaktır bu gidişatın sonu? Memleketin çıkmıştır çivisi! Durduramaz kimse bu kanı! Pes! Her gün alırız tehdit. Anamız ağladı yahu! Kime ne yapmışızdır, ha kime! Nedir bu rezalet, her gün her gün! Tu, allah belanızı versin!”
Azzur, düz saçlarını savurarak;
“Valla babam da İstanbul’a mı gitsek acaba diyor. Annem de huzurlu değil. Yahudi olmamızdan geliyor bunlar başımıza. Amca ya, ne sevilmezmişiz biz böyle. Yüzyıllardır aynı son.”
“Haa! Dur bakalım, dur! Topla ağzını! Hakaret edersin dinimize!”
Hâlâ orada olduğumu fark eden Azzur beni görmeye çalışınca, oradan telaşla uzaklaştım.
Jenadi ailesinin en büyüğüydü Eli Bey. Babam kirayı ikide bir arttırdığı için kızardı ona. Hele yetmiş yaşında olduğu halde dinç göründüğünden söz etse annem!
Eşi Amira Hanımın ütülediği kıyafetler üzerine kalıp gibi otururdu. Kolalı gömleğinin şıklığı dikkat çekerdi. Aynı adı taşıyan annem Emire ile Amira sıkı komşuydular. Günün değişik saatlerinde onu bizde görmeye alışkındık. Billur teni, ışıldayan bal rengi gözleri, biçimli dudakları vardı teyzenin. Bir zamanlar çekici olduğu anlaşılsa da artık bunları önemsemediği belliydi.
Oruç tuttukları dönemde elektrik düğmelerini açıp kapatma işi bize düşerdi. Bana akıllıca gelmese de duraksamadan yardımcı olurdum. Dini bayramlarında İstanbul’dan gelirdi ekmekleri Matza. Kraker gibi gevrek, tuzsuz tatsız, delikli bu ekmeği yerdik yine de. Amira teyzenin annesi madam Milo Brezilya’da yaşardı. Getirdiği güzel kumaşlardan bize de verirdi. Annemin güzel dikişi de eklenince muhteşem giysilerle ne şımarırdık. Yürümemiz bile değişirdi.
Bir sabah evden çıkıyordum ki annem parmağını dudaklarına götürdü. Beklememi istedi. Merdiven aralığında tartışıyorlardı karı koca. Duvara “Pis Siyonistler! Defolun! İsrail’e!” Yahudilere Ölüm” gibi şeyler yazılmış. Eli amcanın öfkesi burnunda;
“Amir, gördün ne yazmışlar! Canları çıkasıca! Ne kötülük gördüler bizden?” diyordu.
“Gördüm, gördüm!” dedi, karısı.
Eli Jenadi kekeleyerek devam etti.
“Sana söyleyim Amir, Kadri Bey var ya! Yan apartmandaki!”
“Tanırım ya, tanımam?”
“Kulüpte beraberdik. Sen hâlâ dairelerini Alevilere ver, dedi. Akıllanmadın mı daha dedi.”
“Sen de inandın? Bravvo! Ne alakası var, aaa! Şimdi atacaklar onların üzerine! İyyi! Hadi gel içeri! Bir komşularımızı suçlamak eksikti zaten. Bari sen öyle deme! İnandın yoksam!”
Birden öyle korkunç bir gürültü koptu, öyle büyük bir sarsıntı duyuldu. Bizim çığlıklarımız dışarının bağırtıları… Ambulans sesi…
O günden sonra bu sesleri neredeyse her gün duyar olduk. Bekçinin uyarı düdüğü bizi daha çok korkutuyordu. Ardından sessiz bir bekleyiş… Fısıltılı konuşmalar… Annemle babam gece boyunca odamıza geliyor bizi sakinleştirici sözler söyledikten sonra sokağı gözlüyorlardı. Kapı sürgüsü kilidi sık sık kontrol ediliyordu.
Yine böyle bir gece, tabanca sesiyle doğruldum. Otomatik silahla bir soru cevap oyunu başlamıştı sanki. Ailece eğilerek balkona doğru yaklaştık. Perdeyi hafifçe çeken babam sokağı görmeye çalıştı. Bir bomba patlaması! Kulağımız sağır olacak! Birbirimizin pijamalarını çekiştirip duruyorduk. Kardeşlerimle birlikte ağlamaya başladık. Uzun bir sessizlikten sonra annem heyecanla,
“Bitti. Bitti galiba!” dedi.
Kapılar açılıyor, pencerelerden, telefonla ya da yoldan geçen bir şahsın anlattıklarından korku dolu, uzun bekleyişlere kalıyorduk.
Doğru olup olmadığını bilmediğimiz haberler geliyordu kulağımıza. Köprünün diğer tarafında yaşayan Alevilerin evleri taşlanıyor, tehdit dolu mektuplar gönderiliyordu. Direndiği için darp edilenler, gözlerini hastanede açıyorlardı. O da yetmedi. Kundaklamalar başladı. Arabaları tahrip edildi. Bulundukları yerden ayrılmak zorunda bırakıldılar. Yakınlarının yanlarına giden de oldu şehri terk eden de…
Kimdi bunlar? Ne istiyor, neden kötülük yapıyorlardı? Suçlular neden bulunamıyordu?
Fakat bir kere öyle bir şey oldu ki umutlandım. Akşam vaktiydi. Büyük bir uğultu yayıldı sokaklara. Ancak ertesi günü öğrenebildik ne olup bittiğini. Şahsın biri, sen kalk, minareye çık. Bağır avazın çıktığı kadar.
“Yetişin ey müminler! Aleviler camiyi bastı!”
“Allah-u Ekber!”
Nidalarıyla halkı galeyana getirmek istediyseler de kimseler buna kanmıyor. Aklıselim kişilerin, yüzleri maskeli kişileri kovaladığını duyduğumda çok sevindim.
Bir suskunluk dönemi geçtikten sonra birdenbire okullara din dersi zorunluluğu getirildiğini öğrendik. O günlerdi. Sabahın köründe Amira teyzenin sesini duydum. Kalktım. Esniyordum. Kendime geldikten sonra onlara kahve yapmak için mutfağa gittim. Cezveyi ortalayamıyordum. Arada bir İstanbul lafı geçiyordu konuşmalarında. Annemin sesi yükseldi.
“Hayır, hayır! Kabul etmiyorum. Ne çabuk pes ediyorsunuz! Size yakışmıyor! Olmaz! Kimse size bir şey yapamaz! Bir avuç serseriden korkulur mu? Beni dinle lütfen! Biraz daha düşünün! Isıracak köpek havlamaz! Bunu benden iyi bilirsin Amir!”
“Ya tabii. Doğrusun. Buradan aldığım tadı başka yerde bulamam, biliyorum. Doğma büyüme buradayız. Lâkin şartlar öyle. İş yapamaz oldu bizimkiler. Neylen geçineceğiz Amiracığım? Hep bu komonistler yüzünden.”
O an tepsiyi sehpaya koyuyordum. Atıldım.
“Pes doğrusu! İnanamıyorum! Bunu nasıl söylersin teyzecim? Kim söyledi bu yalanı sana?”
“Kim olacak, elbette bizim Eli! Emniyette tanıdıkları var. Onlar demiş kızım! Ben uyduruyorum?”
“Yalan Amira teyze, yalan! Hem de sapına kadar! Bunu yapanlar Alman Nazileri gibi! Anlıyor musun? Hitler komünist miydi sence? Nasıl oluyor da…
Annemden ters bir bakış… Araya girdi hemen.
“ İnanma onlara! Bak, oğullarına sor! Bunlar asılsız. Sosyalizm ya da komünizmde ırkçılık yok ki! Gelgelelim konuyu dağıtmayalım. Gitmenize gönlüm razı değil.
Annem bir kez daha şaşırtmıştı beni.
“İstanbul’a mı gideriz? Rio da olabilir gerçi. Ağabeyim Davut da orada. Israrla çağırıyor yanına. Ama ben Türkiye’de hatta Antakya’da yaşamayı… Bu topraklarda ölmeyi isterim.”
“Ay ağzından yel alsın! Ölümden bahsetme şimdi! Sırası mı?”
Gözleri yaşaran iki kadına bakakaldım. Yüreğim kederle dalgalandı. Yüzümü ekşittim. Annem esefle baktı komşusunu uğurlarken. Sonra;
“İstanbul dediklerinde İsrail’i kastettiklerini biliyorum. Ne yazık ki kimselere güvenleri yok. Geçmişlerine bakınca pek de haksız sayılmazlar hani. Zor işler, zor…”dedi. Başımla onayladım.
Gençler evlerinden alınıp emniyete götürüldü. İşlemedikleri suçlarla ceza evlerine kondular. İşkenceden tanınmaz halde salındı kimileri. Çocuklarının nerede olduğunu bilmeyen ailelerin durumları ise konuşulamayacak kadar berbattı. Karanlık bir dehlizdi ülke, ucunda ışığı görünmeyen.
Her geçen gün yeni kısıtlamalar giriyordu yaşantımıza. Düğünlere saat sınırlaması, Arapça şarkıların genel yerlerde çalınmaması, grup halinde yürünmemesi, kimliklerin üzerinde taşınması. Liste uzuyor da uzuyordu
Jandarmalar köylere baskın yapıyor, alevi olsun, gayri Müslim olsun din adamlarının, hatta herhangi bir vatandaşın evinde buldukları Arapça yazılı tarihi “Yıldız Nameleri” şuursuzca tahrip ediyorlardı. Astronomi, tarih, takvim, felsefe, mistik öğretiler içeren çok değerli kadim kitaplardı bunlar.
Amira Jenadi, Eli Jenadi çocukları Silviya, Pinhaz, Edmon, Şaul ve Moiz… Sadece onlar değil kademeli olarak çoğu göçtü gitti buralardan. Artık ne Ahuba Hanım, ne Ceni ne de Yakup ağabey varlar.
İsrail’e gidenler umduklarını bulamadılar. Kimi İstanbul’a döndü. Çok azı işleri tasfiye edene kadar bir süre daha kaldılar Antakya’da. Komşularımızı ise görmedik bir daha.
Eli amca pasif hayata alışamadı. O gür sesi ebediyete karıştı. Oğulları, gelinleri ve torunlarıyla ayakta durmaya çalışan Amira teyze zaman zaman aradı bizi. Onu sevsem de cesaret edemedim konuşmaya. Eski günlere özlemini dile getirirken ağlaşırlardı annemle. Gitmeye karar verdiklerini söylerken yüzünde gördüğüm kederi hiç unutmadım. Kendine özgü halleri sık sık gelir gözümün önüne, tazelenir, güller açar yüreğim…
EYLÜL, 2014