in ,

GECE YOLCUSU

Öykü

Kırmızı başlıklı kızın kurdu ile baş başa kaldığım belliydi.

Memlekete giden son otobüse yetişmek istiyordum. Her hafta sonu Gaziantep’ten Antakya’ya gidiyor, Pazar sabahı erkenden dönüyordum. Bu tempoya daha ne kadar katlanabilirdim, bilmiyordum.

Geç kaldığımı anladım. Canım sıkıldı. Geri dönmek istemiyordum. Hava buz gibiydi. Kararsızdım. Sağa sola bakındım. Sesler geliyordu. Orta yaşlarda, şalvarlı bir adam bir şeyler söylüyordu.

“Efendim! Bana mı sordunuz?”

“Evet bacım! Hatay’a gidiyoruz. Bizimle gelebilirsiniz.”

“Gerçekten mi? İnanmıyorum! Tamam, o zaman geliyorum.”

Âdeta uçarak midibüsün koltuğuna atıverdim kendimi. Yolcuların konuşmalarını dinlerken tek Antakya yolcusunun ben olduğumu öğrenmiş oldum. Endişelendim. Emin olmak için şoföre yeniden sordum.

“Şeyy! Bakar mısınız? Antakya’ya gidiyoruz demiştiniz, değil mi?”

“Tabii bacım. Bir yolcu da olsa götürürüz, meraklanmayın siz.”

Derin bir oh çektikten sonra başımı arkaya yasladım. Öylesine yorgun öylesine bitkindim ki! Hemen hareket edelim sonra da uykuya geçeyim istedim. Düşünceler zihnimden akıp gidiyordu. Buraya geleli bir yıl olacaktı neredeyse. Kurada Gaziantep’i çekmem etrafta sevinç yaratmış, şanslı olduğum söylenmişti. Üstelik il içinde olmak genç bir kız için önemliydi.

Her hafta sonu memlekete gelmem uygun görülmüştü. İkna edici konuşmalara kayıtsız kalamadım. Aracımız benzerleri gibi ikide bir duruyor, indir bindir yapıyordu. Ayrıca jandarma da kimlik kontrolü için durduruyordu midibüsü. On iki Eylül darbesinin getirdiği korku, endişe, hepimizin davranışlarına yansımıştı. Huzursuz ve güvensizdik. Aklıma bin bir türlü şey geliyordu. Meselâ, ad benzerliğine kurban gider miyim gibi sorularla tasalanıyordum.

Hafifçe doğruldum. Göz hizamda dikiz aynası vardı. Şoförün bakışlarıyla karşılaştım. Yeniden koltuğa gömüldüm. Uyuya kalmışım. İslâhiye’de gözlerimi açtım. Kimliklerimize yeniden baktılar. Kalbim hızlı hızlı atıyordu. Yok, adım temizdi. Araba hareket ettiğinde şöyle bir bakındım. Kala kala üç yolcu kalmışız. Aa! Bizim pala bıyıkla yine göz gözeyim. Bana mı öyle geliyor acaba, dedim. Adam bacı macı deyip duruyordu. İçim daraldı. Şalımı üzerime doladım.

Hassa’ya vardığımızda kasaba çoktan uyumuştu. Üstelik tüm yolcular inmişti. Issızdı her yer. Kalın kaşlı adama soran gözlerle baktım. Bana baktı, baktı… Sonra… Anlamadım. Bir anda yok oldu. Otobüste yalnızdım. Cadde bomboştu. Nefesimi kontrol etmeye çalıştım. Yoksa soluksuz kalacaktım. Ters giden hiçbir şey yoktu. Kuşkularımı ben yaratıyordum.

Aracın ön kapısı açıldı, bağrı açık adam, yüzünde pişkin bir gülümseyiş… Söylediklerini duymaya, anlamaya çabaladım. Iıh! Olmuyordu. Yanlış anlıyor olmalıydım. Ama yo! Beni Antakya’ya kadar götüremeyeceğini…

“Nasıl olur!” diye bir bağırdım. Adam bozuk plak gibiydi. Bu saatte beni yalnız bırakamayacağını, evinde misafir edeceğini, bunun en mantıklısı olacağını söylüyordu. Kırmızı başlıklı kızın kurdu ile baş başa kaldığım belliydi. İçim boşaldı, titredim.

Bana verdiği sözü hatırlattım. Ailemin beni beklediğini, bu gece ulaşmazsam polise bildireceklerini söyledim.

O da “ Ne yapayım bacım! Nasıl olsa oraya giden bir yolcu çıkar diye düşündüm.” dedi.

“Mecbursunuz! Ben burada kalamam!” diye direndim. Bu bir kâbus olmalıydı. Tehdit kokan sözlerim de kâr etmeyince valizimi aldım, karanlığın içine koşmaya başladım. Sonunda bir kişiye rastladım. Bir askerdi. Ben yirmi iki yaşında isem o kaç yaşındaydı? Bu köse bana nasıl yardım edecekti? Silahına takıldı gözüm. İçinde bulunduğum nazik durumu, namerdin peşimde olduğunu anlattım. Serinkanlıydı. Yardım edeceğini söyledi.

Onunla yol kenarında beklemeye başladık. Korkum geçmemişti henüz. Kurt karanlığın içinde bekliyor, benim iyiliğim için onunla gelmemi önermeye devam ediyordu. Derken uzunca bir araç durdu önümüzde. Asker yoldaşım, böyle bir araçla gidip gidemeyeceğimi sordu. Bense TIR’a binmiştim bile. Irak’tan geliyorlardı. İki kişiydiler. Onlara güvenmek için hiçbir nedenim yoktu. Asker aracın plakasını aldı. Ama korku bu! İçine bir girdi mi insanın…

Sanırım bu yüzden yol boyunca konuştum. Onlara neler anlattım anımsamıyorum. Beni evime kadar götürdüler. Onlara minnettarım. Aracın kapısını açıp atladım.

Annem de babam da penceredeydiler. Sevgiye, huzura bir koştum bir koştum ki!

OCAK, 2013

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Mehr denn je gilt: Danke ans Ehrenamt!

Weitere große Auszeichnung für Lina Beckmann