“ Bugünlerde daha çok ışığa ihtiyacımız var, daha çok mucizeye, eğer varsa da onları biz bulmak zorundayız, sen, ben ve ötekiler… “
Ellerinde yetki olup da konuşanların sözcükleri sapanla kalabalıklara atılan taşlardan başka bir şey değildi. Düşünebilen ve sorgulayan her canlı unsur olan, duyarlı vatandaşa da bu fırlatılan sözcükler zarar veriyordu. Sırıtkan, pişkin yüz ifadeleriyle bu sözcükler, ekmek yoksa baklava yiyin misali batıyordu. Tabii ki, sorun demokratik sistemin kendisinde değil, demokratik sistemi oluşturan birey ve siyasi partilerde. Ve şunu çok iyi biliyoruz ki, sorun toplumu oluşturan bireylerin tamamında, yani sizdiniz ve bizdik… “ Kiralık ev halinin ışığa sürünen birkaç halini yaşadım, bu yerküre üzerinde. İnsan bir solukluk dinlenme olanağı bulduğu sürece, her zaman en kötüsüne kendisini hazırlayabilir. “
Sevgili fıkram: Anlaşılan kalem oynatma sanatı, yazın – düşün insanına, güneşin altında, bahçede çapa sallamaktan daha iyi davranmamıştı. Körfezi çepeçevre sarmaya başlayan gözüme ilişen onlarca dikey yapının gölgeleri, denizin az da olsa henüz çok kirlenmemiş mavisine düşüyor. Arabalı – yolculu feribotların açtığı, akan akarsu yatağını andıran izlerini, martılar takip ediyor. Gevreğin ikiye bölündüğü bugünlerde onlarda paylarına düşenin peşinde, denizin mavisinde bekleşiyorlar. Karşı kıyının mavisine kanat çırpıyorlar özgürlüğe doğru. Açlığı –yokluğu ve ölümü öyle kanıksamışız ki, yine Korona ‘ dan dolayı üç haneli ölümler tüm duyarsızlığımızla can almaya devam ediyor.
Kent meydanında: güneş kırıntılarının yırtık ışığında pervasızca çalan, bir ses sisteminden mehter marşı çalıyordu. Ver mehteri, ver ki, aynı kumaşın kalabalık kitleleri kendinden geçsin. Ancak bu seanslar pazaryerlerinden dökülen döküntüleri toplamaya yarıyordu. Ölüm öyle gelmeli ki, öyle Pazar tezgâhlarında meyve – sebze çürüklerini toplarken değil. Sevdiklerinle bir aradayken ölüm gelmeli, ha içerde ha dışarıda sığındığımız duvarlardan başka bir şeyimiz yok. Neredeyse hiç yok… Konuşanların bu sözcükleri bir meydanda kafalarımıza çay poşetleri atmaktan bazen çok ötesine de geçiyordu. Kafalarımızın içini ve yüreklerimizin kanatlarını da yaralıyordu. Yurdumun güzel insanı: Hevesli yoksulluk yine geldi ve oturdu başköşeye gitmiyor, kursakları düğümlemeye geldi. Milliyetçi – ırkçı – muhafazakâr yoksulluk gırtlağımızdan yakalamış ve ölümüne kendi düşünce formundan vazgeçmeyen kemikleşmiş halk yığınlarının bir sonucuydu. Ve neredeyse bu hataları, vazgeçemedikleri partiler, gelmiş – geçmiş bütün iktidarlar tarafından yapılan bir devlet politikasıydı. Evet, gençlik günlerinde hiçbir zorluğa aldırmazdık, taştan yumuşak ne varsa bizim için güzeldi. Orta yaş günlerimiz, dünya standartları ortalamasından da daha vasat olsa da eh, dediğimiz günlerdi! Şimdiki günlerimiz en kötüsü, sıkıcı ve en uzun bilinçli yoksulluk günlerimizdi. Yönetenlerin yıpratıcı saçmalığından uzaklaşmak ve kendimizi bu rutin yaşamdan kurtarmak adına yazmaya çalıştığımız andan itibaren gerçekleşen başka bir şeydir edebiyat. Ve gelmekte olan şiirler, bir reçetenin her şeye deva olamayacağını ama güneş görmüş olduğunu umacak kadar da umut etmeye devam ederiz. Kitap sayfalarında ayakları yere basan, karşı çıkmak da özgürlüktür, diye haykıran ve evrene gülen şiiri yazmaktan o kadar uzaklaşmışız ki, onun için evrenle huzurlu bir ilişki sürdürmekte olan başarısızlığımız hâlâ devam ediyor. Korkunç bir alışkanlığım var, kitap okumak ve arada bir de olsa yazı yazmak gibi. Mesele: bireysel olsa da bazen de insana kendini önemli olduğunu hissettiriyordu, kitap. Birörnek: Bir çiçeğin açmasını anbean kim kayıt altına alabilir, ne kadar şaşırtıcı değil mi, işte kitap yazmak da böyle bir şey olsa gerek. Olanaksız olan bir şey gerçekleşmediğinde, gerçekleşen bir yazma eylemiydi kitap. “ Zenginin parası – züğürdün çenesini yorar “ halk deyimini çevremizde hece – hece fısıltılar eşliğinde, sıradan insanların ağzında pelesenk olduğunu duyumsuyoruz, bugünlerde. İstenmeyen yoksulluk için iyi bir sokak kavgacısı değildim, genç – yoksul ve çoğuldum. Sorgulamayı öğrenen bir cesaretimin olup olmadığını da bilmiyorum, güneş çığlıklarımın arasından geçiyor. Bir avuç insan ise maddi varlıklarına varlık katıyordu, yararsız bir şekilde ölmek için, arada sırada yaşamak gerek ‘ e dört elle sarılmış yurtseverliği hiç kimseye bırakmayanlar yararsız bir şekilde ölüyor. Çantasında iki adet yeni çıkmış kitabı olan bir yazın insanı için bu tür tartışmaların kıymet – i har biyesi yoktu. Ve de olması mümkün değildi. Onların katbekat daire ve gayrimenkullerine karşılık, naçizane benimde, bizimde sayısı bizce, yani bence on iki ya da on beş olsa da övünmeye muhtaç değildi…
“ İyi bir gün, iyi bir zaman olmayabilir! İşte dünya parmakların ucunda sende kendi düşünü, her an bir yerine delik açılan hayatı yazarak başlayabilirsin. Çünkü hayatın tamamı sana doğru koşuyor. “ Aynı arsa üzerinde en az beş ev halini yaşadığım, küçük evimin balkonunda boyumu uzatıp, İzmir Körfezinin harikulade sakin maviliğini seyrediyorum. Senin güneşinin altında kısa günün sona ereceğini, yine yeniden öğrenecektim. Birçok insanın asla tüm güzellikleri hak etmediğini de göbeğini kaşıyan biri tarafından üstenci bir dil matematiğiyle, seyretmek hakkımdan feragat edebilirim / edebilirmişim. Üsten sürmeli bir pencereden… Kim gelirse gelsin, en azında sınırsız binlerce seyirlik hakkımız var, bizim yediğimiz her şeyden yemiyorlar, belli bir düzene gelmek için çaba vermeleri gerekmiyor. Turfanda sebzenin insan sağlığına zararlı olduğunu söyleyen birileri var, birkaç maaş ve artı huzur hakkını alan şahsiyetlerin kendilerince doğruluğu ispatlanmış “ arada sırada yaşama gerek. “ i var…Sadece kendileri için bir parça bencil huzur peşinde olanlar var, yaşamak adına!.. Şimdilik kendi yarattıkları cehennem ateşinden kaçtıklarını sanıyorlar – sansınlar. Tek adam sistemi: Kendi inancın Tanrısı olmakla birlikte, her an ölümcül hamlesini yapmaya elverişli bir ortamdır. Dünyada pratikleşmiş bir elin sayısı kadar ölümcül örnekleri mevcuttur, uçuruma sürüklenen ülkeleri gördüm, lağım çukuruna saklananları gördüm…
Bu içinde yaşadığımız evin küçük tamirat işleri bir türlü yakamızı bırakmaz. Bu karmaşa ve dağınıklığın sert matematiği. Ya da tamirci çağırmanın maddi olanağının olmadığı öyle bir noktaya geliriz ki, sorma gitsin. Eli cebinde olanların, paranız yoksa gaz lambasını yakınız demedikleri kalıyor, bir tek geriye. Elektrik – doğalgaz – su faturasını ödemenin aboneyi uyaran, aylık dakik işleyen ve cep telefonuna düşen mesajları kesintiye kadar varıyor. Herkesin kendisine yakın bulduğu yanlıştan “ kimlik ve inanç “ sorunun bal tutan parmaklardan vazgeçmeme sorunuydu, bu yaşadıklarımız. Vatandaşlık bilincinin hiçleştiği başka kimlik ve inanca kurban edildiği fahiş zam fiyat uygulamasının farklı yaşam tarzları üzerinden, çok rahat saltanatının nimetlerini afiyetle midelerine indirmenin derdindeydi birlikte kazananlar. Yoksulluk ve antidemokratik bu uygulamalar üçüncü dünya devletlerin seviyelerine kadar indirgenmiş bir vaziyette dersek işi hiçte abartmış olmayız. Kargaların ne bir tarlası ne de bir buğday ambarları var, ama yaşamlarını bu dünya sınırları içerisinde iyi – kötü idame edebiliyorlar. Bu besin zinciri diyalektiği, başını besili ambarlardan çıkarmayanlara umarım bir uyarı “ yeniden ayağa kalmasını bilen yurdumun insanı tarafından “ niteliğinde olur. Ve en azında sosyal devlet olmak gereğini yönetenlerin de aklının bir yerinde, bu hakkaniyete hizmet eden ilkeleri tekrar anımsatmış oluruz.
“ Arada bir, gün içerisinde bizimle birlikte ağlayıp – gülen, mahalle bakkalının kese kâğıdına göz kırpıp yazılan şiir dizelerini hiç unutamadım. Bende özel bir yeri vardır, bu şiirlerin. Diğerlerini de yazmaya devam eden birileri hep olacak… “
Ali Şeker