Arife Kalender, ortaokul öğrencisiyken yazdığı ‘Kış Geldi’ adlı şiirinin yarattığı etkiyi fark ettiğinde bilinçlenme yolunda da ilk adımlarını atmaya başlamıştır. Çocukça bir duyarlığın, gözlemin, bakışın yarattığı etki şaşırtmıştır kendisini… O günden sonra da niçin ve kimin için yazacağını daha iyi anlamaya başlamış ve bu düşünce sonraki dönemlerde de yazınsal üretiminin yanı sıra kişiliğinin de önemli bir parçası olmuştur. “Uslu bir kız olmadım olmam da” diyen Kalender ile İmgenin Çocukları tarafından yayımlanan, seçme şiirlerinden oluşan ‘Karanfil Fırtınası’ adlı kitabı üzerine konuştuk.
Ortaokul öğrencisiyken yazdığınız ‘Kış Geldi’ adlı şiirin bugünkü Arife Kalender’e etkisi ne olmuştur?
Malatya’da, ortaokul 2. sınıfta yazdığım, şehir gazetesi ‘Düşlem’de yayınlanan sonra da Cumhuriyet Savcılığınca ‘Komünizm propagandası yapıyor’ gerekçesiyle kovuşturulan bu şiirin dünyaya ve yaşama bakışımı yönlendirdiğini, sorularıma yanıt arattığı için bilinçlenmemi hızlandırdığını söyleyebilirim. Bir de şiirin sakıncalı ve tehlikeli tarafını sezinletti. Çevremde birçok öğretmenin, öğrencinin ‘Komünist’ diyerek tutuklandığını, sürüldüğünü duyardık. Savcılığın şiirimi okumuş olmasından gururlanırken, sakıncalı bulunmasından da gizlice korkmuştum. İlk kez şiir-iktidar çelişkisini 12-13 yaşımda kovuşturma geçirerek öğrenmiş oldum. Sonra o yaşlarda ekonomik sistemleri, yönetimleri, tarihsel değişimleri öğrendim. Çevremdeki kadın erkek eşitsizliğine kafa tuttum. Şiirlerimdeki temaların belirginleşmesi o günlerden başladı. ‘Kış geldi ana/ yine mi çıplak ayaklarım/ yine mi kurtlar inecek köylere’ diyen Arife, bugün de yoksulluğu, doğa kıyımlarını, kentleri yağmalayan kurtları anlatmıyor mu? Bu tür şiirlere yönetimler dik dik bakmıyor mu? Ah! Sevgili Kadir, aşağı yukarı altmış yıldır olumlu yönde değişen çok şey olmamış. Keşke iyi değişimler olsaydı da güler yüzlü şiirler yazsaydık…
Tam da bu noktada; seçme şiirlerinizi “Ömrümün özeti” olarak değerlendiriyorsunuz önsözde… Oysa ‘özet’ demenize karşın, yıllarca dert ettikleriniz koca kayalar gibi duruyor dizelerde…
“Şairin hayatı şiire dahil” olduğuna göre, kuşağımın tüm insanları gibi üç askeri darbe, onlarca kıyım- kıran yaşadım. Hayatlarımız eksik, yanlış, yamuk ve boşluklarla dolu. Geriye doğru baktığımda bir yanı acıtan katı gerçek, bir yanı kanatlanmış düşler yığını.
Hep bir uçurumun iki yakasında yaşadık. Gemi azıya almış sömürgen yönetimler acılarımızı artırırken her yanımız kan revan, düş kırıkları, karanlık… Yetmişli yıllarda geleceğe, güzel günlere olan inancımız; bugünlere gelene dek daha çok azaldı. O düş ülke ve beyaz atlı bilgeler yitti. Göçtüğümüz zemin durmadan kayıyor. Bu koşullarda ‘yük’ dediğin şeylere sırtımı dönmedim hiç. Savaşlar, emperyalizmin durmadan türettiği virüsler, kan emiciler, insanın ve doğanın yok oluşu… Televizyonda orman yangınlarına bakarken, kulağımıza yangın çıtırtıları gelirken ‘bana ne’ diyebilir miydim? Filiz çığlıkları arasında hangi sözcüğe sığınsam is ve sızı içinde kaldılar. Kadın cinayetlerini okudukça etimden korktum. Yok edilen eğitimi, Türkçemizi, değerlerimizi gördükçe kızlarımdan, oğullarımdan korktum. Bana ağır olanları şiir taşıdı… ‘Karanfil Fırtınası’ seçme şiirlerim, 16 şiir kitabımdan aldığım şiirlerden oluştu. Bunlar selin geride bıraktıkları ya da yıkılan binalardan geriye kalan iskelet denilebilir belki. Hayatın dibini görmek isteyenler nehir yatağını daha çok eşeleyebilirler…
Seçme Şiirler, okurda “en iyiler” algısı oluşturur mu? Siz, şiirleri seçerken nasıl bir yol izlediniz?
İlk bakışta evet, ‘en iyiler’ gibi… Oysa bildiğin gibi başka bir şey. ‘Seçme’ denilince Bir şairin kendince ya da okuyan tarafından tema, dönem, işçilik açısından örneklendirilecek şiirlerden oluşan kitabıdır. Seçme şiirler şairin biçemini, söylemini yansıtması açısından önemlidir. Şair incelemelerimde seçme ve toplu şiirlerden çok yararlanmıştım. Şiirleri sondan başa doğru kitaplarım ve yayınlanmış şiirlerimden seçtim. Dediğim gibi; denizin ortalarından sahile doğru yüzerek.. Gide gide 1967 yılında Malatya- Turan Emeksiz Lisesi’nde çıkardığımız okul gazetesinde yayınlanan ‘Anılar’ şiirime kadar gittim. Meğer hep su yolu gibi, şiir yollarını izleyerek göçmüşüm. Malatya-Arguvan’dan İstanbul-Göztepe’ye… Ya da buradan doğduğum yer Ermişli’ye… Kitabı, yaşamın evrelerini göstermesi bakımından mor, kırmızı ve pembe olarak üç bölüme ayırdım. Şimdi mor şiirler mevsimindeyim, düşecek kadar değil ama olgun…
Dünden bugüne ana temanız hep kadınlar oldu. “Kadın Gitti” şiirinizde dikkat çektiğiniz kadının yaşamı doldurması ve gidişi arasındaki süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her ne kadar değersizleştirilmeye çalışılsa da kadın doğuran, doyuran ve yaşatandır. Erkekler kentleri, köprüleri, camileri, havraları yapmış; koca gökdelenleri, yer altı ve yeryüzünü makinelere, betonlara boğmuşlardır. Kentlerin her sokağını, çarşısını, suyunu, deresini onlar bilir. Kadınlar dışarıyı çok bilmez. Çünkü iki defa sokağa çıksalar üçüncüde adları kendilerinden önce sokağa çıkar. Kadınlar içerdedirler, erkekler dışarda. İçerdekilerin asli işi doğurmak ve doyurmak… Bu kimlik bozulursa yaftalar hazırlanır, kule burçlarından uzun saçlar sarkıtılır… İnşa ettikleri kentleri bir düğmeye basarak yok eden dışardaki, yani erkekler; işlerine gelmediği anda kadınlarını da dışarı atmanın, yok etmenin yollarını arar. Kadının erkeği terk etmesi ise erkeğin felaketi olur. Alıştığı ‘hizmet düzeni’ ters döner. ‘Memeden ayrılan bebek sıkıntısıyla evde dolaşır. ‘Kadın Gitti’ de: “Yatak dağınık/Ellerini mutfak tezgahında unutmuş/aybaşı ağrılarını, kirli suyu, bayat ruju/zamanla azalır dediği ama azalmayan/ah’ları aynı yerde duruyor/sarıya boyadığı esmerliğini/yanağının morunu yanına almış” dizelerinden sezinlendiği gibi ‘şiddet’ gitmelerin tek nedenidir çoğunlukla…
Yerlerde sürüklenen analarımız, her gün bir başka adla pencereden atılan, söğülen, dövülen kadınlarımız; hiç bu kadar gelenekle para arasında sıkıştırılmamıştı. Bir yandan kutsallığı söylenirken bir yandan da çamurlarda… Az önceki sorunda şiirimin yüklerinden söz etmiştin ya; bende olanı, ben olanı nasıl yazmayayım? ‘Menkul arzularını gayrimenkulde bırakarak’ gidiyorlar, ölüyorlar. Kadınların kimlik olarak yok olması yaşamı eksiltmez mi? Çocuklar, erkekler ya nice olur? Karanlık, daha çok karanlık…