Kundura sandığını önüme koydu. “Boyayım mı abla” dedi. Tam hayır demek üzereydim, içimdeki sese uydum. Ayakkabımın tozunu almaya başladı. Onu inceliyordum. Bir ayağında tozlu siyah bir ayakkabı vardı. Diğeri yalınayaktı. Sırtında eski püskü, kolları kısa bir ceket… Mendilimi burnunu silmesi için uzattım. Başını eyvallah der gibi salladı. Koygun gözleri ilk andan dikkatimi çekmişti. Acele etmiyor, ölçülü hareketlerle yapıyordu işini.
Verdiği komutlara göre ayak değiştiriyor her dediğini yerine getiriyordum. Arada bir göz ucuyla gümüş kolyeme baktığını fark ettim. Elim üzerine gitti.
“Abla bu madalya mı?” diye imleyerek sordu.
“Hayır canım. Bildiğin kolye.”
Gerçekten de üzeri yontulu kolyem daha çok madalyonu andırıyordu ve bir şekilde her taktığımda ilgi görüyordu.
Saate baktım. Zamanım azalıyordu.
“Adın ne senin?”
“Havran”
“A, çok değişik bir isim. Hiç duymadım.”
“…”
“Anlamını biliyor musun?”
Önce bana baktı sonra gözlerini yuvarlaya yuvarlaya,
“Valla abla, bilmiyorum. Gerçekte bilmiyorum adım ne demek” dedi.
Dirsekleri yırtık, eprimiş ceketini, kirli ellerini, güneş yanığı tenini bir süre inceledikten sonra,
“Bir şey sorabilir miyim?” dedim.
“Tabii abla.” Dedi yarım bir gülümseyiş ile.
“ Ayakkabının teki nerde?”
Komik bir şey söylemişim gibi muzip bir tebessümle anlattı:
“Ya şeyy, size yetişeyim derken sokak ortasında ayağımdan çıktı. Arkadaşım Samet onu aldı. Oyun yapıyor bana getirmiyor.” Bunları söylerken bir yandan da sokağı tarıyordu gözleri.
“ Okula gidiyorsun değil mi?”
“He abla, ilkokul dördüncü sınıftayım.”
Boya ve kirden kararmış tırnaklarına baktım. Yirmi lira uzattım.
“Bozdurayım da geleyim abla” dedi.
“Yo, gerek yok, hepsi senin” dedim.
“Yok, abla haksızlık olur. Emeğimden fazlasını almam” dedi.
“Ben isteyerek verdikten sonra olur.”
Dinletemedim. Hak geçmez dedi, daha da bir şeyler dedi. O direndikçe ben şaşırmaya ve ısrar etmeye devam ettim. Sonunda teslim olan ben oldum. Ayrılırken o da ben de rahatlamış gibiydik. Kahverengi botlarım çoktan beri ilk kez bu kadar güzel görünüyordu. Onları yeniden sevdim.
Hava soğumuş ayaz başlamıştı. Havran’ın kararmış sıska parmakları, kuruluktan çatlamış elleri gözümün önünden gitmiyordu. Evi nasıldı? Isınıyorlar mıydı? Kaç kardeştiler ve daha kaç kardeş olacaklardı? Ya hayalleri? Bu yaşta gülmeli, oynamalı çocuklar… Arkadaşları nasıl tiplerdi? Ne yer, ne içer, ne konuşurlardı? Birbirlerini nelere özendirir… İçim ürperdi. Sokaklar, ah o alacakaranlığın çöktüğü sokaklar… Sapkın dünyalara açılan kapılardan kim koruyacaktı onları? Bu yüzden çığırdıkları türküler hep hüzün kokardı. Kederli bir haykırış, iç sızısı. Kıygın çocuklar gezegenini daha kaç zaman uzaktan izlemeye, bizim değillermiş gibi davranmaya devam edeceğiz?
Kapının önüne varmıştım bile. Güvenlik kontrolünden geçerken uyarı sesinin gelmediğini fark ettim. Boynumdaki kolyeyi yokladım. Yerinde yoktu. Yüreğim çarpmaya, dizlerim titremeye başladı. Dışarı fırladım. Koşuyordum. Aklıma gelen şey… Saç diplerime dek ter içindeydim. O yoktu. Köşedeki çiğköfteciye soracaktım, tıkandım. Ben böyleydim işte. Sinirlenince ağlama krizine tutulanlardan. O madalyon yani kolye annemle babamın bana ve kardeşime aldıkları ilk armağandı.
‘ Bunu bana yapmamalıydın çocuk’ dedim.
Bitkindim, ayaklarım beni çekmiyordu artık. Şirketin kapısına geldiğimde hala burnumu çekiyordum. Biraz da ağladığım için utanıyordum. Koca kadın neden ağlıyor diye üzerime gelmeleri isteyeceğim son şeydi. Güvenlik görevlisi bana doğru geldi. Kenara çekilerek ona yol verdim. Elindekini bana uzattı.
“Sanırım bu sizin Nilgün Hanım. Zincir ve kolye ucu… Sizin değil mi? Üzerinizde birkaç kez görmüştüm. Neyse ki binanın içinde düşmüş. Yoksa kaybolur giderdi.”