Son dönemin popüler kavramlarından biri ironi. Hem sanatsal üretimde hem de günlük yaşamda sıklıkla başvurulan bir araç olması da bu popülerliği beslemeye devam ediyor. Yaşadığımız felaketlerin ciddiliğini ve doğrudanlığını biraz da törpüleyerek daha anlaşılır kılıyor kimi zaman. Kimi zamansa bir şeylerin değişmesinin olanaksızlığını vurgulamak istercesine sinikleşmemize hizmet ediyor. Ama her zaman Beliz Güçbilmez’in bu dosyadaki yazısında belirttiği gibi çift taraflı bir bıçak olmayı sürdürüyor. Çünkü kastedilen ya da parlatılmak istenen düşüncenin, duygunun ve eylemin ıskalanması durumunda yazarın kendisine yönelen bir silaha dönüşmesi kaçınılmaz.
DÜNYANIN KIRILGANLIĞI
İroninin tehlikeli bir araç olmasına rağmen, özellikle edebiyatta bu kadar yoğun kullanılması, Georg Lukacs’a göre kaçınılmaz. Çünkü özellikle roman, tür olarak ortaya çıktığı andan itibaren ironik bir yapı sergiliyor. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte dünyaya dair bütünlüklü bakış zorunlu olarak terkedilmiştir. Artık yazar parçalanmış bir dünyanın içinden söz almak zorundadır. Fakat yine eş zamanlı olarak bu parçalanmış dünyayı eserinde bütünlüklü bir hâle getirmesi zorunludur. Bu imkânsız görev, ironinin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Romana edebiyatta hegemonik bir konum sağlayan da bu imkânsız görevi üstlenmiş olmasıdır. Lukacs’ın şu cümlelerini anımsayalım: “Romanın ironisinde, dünyanın kırılganlığı kendi kendini düzeltir; yetersiz ilişkiler, bu ironiyle, hayal ürünü olan ama yine de iyi düzenlenmiş bir yanlış anlamalar ve yanlış yorumlar döngüsüne dönüştürebilirler kendilerini; öyle ki bu döngünün içinde her şey çok yönlü görülür; şeyler hem yalıtık hem de bağlantılı, hem değer yüklü hem de tümüyle değersiz görünürler; soyut parçalara benzerler ama somut bir özerk hayata da sahip gibidirler; hem çiçek açıyor hem çürüyor gibidirler, acı veriyor gibidirler ama aynı zamanda acının kendisine benzerler.”
İRONİ VE GÜLME
Bu açıdan bakıldığında dünya, ironi sayesinde kırılganlığına bir deva bulmuş olur ama bunun bir ilaç mı, yoksa yeni soruları gündeme taşıyan bir zehir mi olduğu ancak dünyaya çelişkileri içerisinde bakıldığında netlik kazanır. Tam da bu noktada Bahtin, ironiyle birlikte ortaya çıkan gülmenin bir diyalog ortamı yarattığını iddia eder. Gerçeğin farklı görünümleri bu şekilde ortaya dökülür ve tartışma ortamının yaratılmasını sağlar. Romanın melezliğinin yapıtaşlarından olan ironi, gülme aracılığıyla demokratik bir ortamın yaratılmasına ön ayak olur. Bahtin’in oldukça umutlu çıkarımı gülmenin kategorik olarak demokratik, devrimci, yıkıcı olduğu kabulüne dayanır. İroninin bu şekilde “yüceltilmesi” onun çift tarafı keskin bıçak olduğu fikrini de görmezden gelir.
Tam da bu noktada Terry Eaglaton, gülmenin ya da mizahın bu şekilde yorumlanmasına karşı çıkar. İroninin her zaman ezilenlerin tarafını tutan bir araç olduğunu öne sürmek safdilliktir. Çünkü hemen her dilsel araç için söyleyeceğimiz şey ironi için de geçerlidir: Neye hizmet ettiğine göre anlam kazanır. Yani kısacası hegemonya mücadelesinin alet edevat çantasında bir araçtır. Dolayısıyla ironinin farklı kullanımlarının çözümlemesini doğru yapmak gerekir. Eagleton, bu uyarıyı yaptıktan sonra Bakhtin için “TV şovlarından ya da sağ kanat komedyenlerinden iyi ki haberdar değildir” diyerek tartışmayı alevlendirmeyi hedefler.
TEHLİKELİ SULAR
Eagleton’ın uyarısını sadece sağ kanat komedyenlerle sınırlandırmak da sorunlu. Çünkü kimi zaman çok güvendiğimiz yazarlar da ironinin çift taraflı bıçağının gazabına uğramışlardır. Mesela Murathan Mungan, ‘Yüksek Topuklar’ romanında kadınlığa dair hegemonik anlatıyı yerle bir etmeye çalışırken ironinin dozunu kaçırarak bu bıçağı kendisine çevirmişti. Yazarın niyetinin kadınlara dayatılan kadınlık hâllerini ortaya dökerek tartışmaya açmak olduğu çok açıktı. Ama bir noktadan sonra romanın eleştirel üslubun şehvetine kapılarak hegemonik anlatıyı yeniden üretmeye başlaması büyük bir edebi kaza olarak işaretlenmeli.
Benzer şekilde Umberto Eco da Prag Mezarlığı romanında kendi ironisinin ayartılarına kapılır. Üstelik bunu müthiş bir teknik maharetle başarır. Yahudi katliamına zemin hazırlayan “Sion Bilgelerinin Tutanakları” metninin yazılış sürecine odaklanan yazar, bu süreci canlı ve eğlenceli bir şekilde anlatmaya başlar. Bu enerjik anlatım, bir süre sonra bu belgeleri üretenlerle aramızda bağ oluşmasına hizmet eder. Eco bunu pek çok romanında kullandığı çifte kodlama yöntemiyle uygulamaya koyar. A. Ömer Türkeş’in sözleriyle özetlersek: “Eco’ya göre ‘çifte kodlama’, metinlerarası ironinin, üstü kapalı olarak başvurulan üst-anlatıyla birlikte eşzamanlı kullanılmasıdır. ‘Prag Mezarlığı’nda da hem başka tanınmış metinlerden doğrudan alıntılama yapıyor ya da onlara anlaşılır sayılabilecek göndermelerde bulunuyor hem de doğrudan okura hitap ettiği bölümlere metnin kendisinden doğuyor düşünceler.” Bu yolla romanın çok katmanlı bir şekilde okunmasına olanak yaratır Eco. Fakat bu çok katmanlı okuma karakterle okuyucunun arasındaki mesafenin kısalmasına neden olur ve roman kahramanının başarısını isteyecek bir noktaya iter okuru. Dolayısıyla tarihin en alçak komplolarından birinin başarıya ulaşmasına alkış tutacak noktaya itiliriz. Eco, tekniğini mükemmelleştirdikçe tam da yapmak istediği şeyin tersine doğru gittiğini tehlikeli sularda yol aldığını ne yazık ki fark etmez.
Sonuç olarak ironi modern edebiyatın temel ögelerinden biri. Günümüz yazarının kendisine dönen bir bıçak olmasından kaçınmak için sürekli uyanık olmasını talep eden bir araç aynı zamanda. İroninin yıkıcı etkisinin inatla artırırken egemenin alanından da uzak durmayı başarmak gerekiyor. Tarih bilincini canlı tutmak ve ironinin de bir hegemonya alanı olduğunu unutmamak belki işe yarayabilir. Böylece ironinin kaynağına inerek onun dönüştürücü ve demokratik yapısını sürekli kılabiliriz. Dünyanın kırılganlığını da gerçekten de düzeltmenin yolu bu olabilir.