DENİZ SCHULZE-BERLİN
Almanya’da 26 Eylül Pazar günü yalnızca federal parlamento seçimleri yapılmıyor. Berlin’de biri tarihsel öneme sahip iki oylama daha yapılacak. SPD, Die Linke ve Bündnis 90/Die Grünen (Yeşiller) koalisyonunun 2016’dan beri eyalet parlamentosunun yönetiminde olduğu kentte eyalet, il ve ilçe belediye seçimlerinin yanında, belki de insanın hayatında yalnızca bir kez denk gelebileceği bir referandum yapılıyor. Bu referandumun hedefi Berlin’de 3 binden fazla konutu olan özel gayrimenkul şirketlerine ait 240 bin konutun sosyal konutlar haline getirilmesi, yani kamulaştırması. Buna benzer kamulaştırma referandumu en son 95 sene önce Alman komünistleri tarafından örgütlenmiş ve sömürgeci feodal beylerin mülklerinin tazminatsız kamulaştırılmasıyla sonuçlanmıştı.
2021 yılında Berlin’de böyle bir talebin milyonlarca insan tarafından oylanacak şekilde gündeme gelebilmesinin nesnel koşulları zaten uzun yıllardır bulunmaktaydı. Bununla birlikte nesnel koşullar kavramının farklı öznellikleri de içerdiği hakikati son birkaç senede olduğu kadar somutlaşmamıştı. Böylesi bir değişimi mümkün kılan süreci kısaca özetlemeye çalışalım.
Kentte bulunan yaklaşık 2 milyon konutun yüzde 85’inde kiracılar ikamet ediyor. Fakat kentin farklı noktalarında yaşayan kiracıların tamamına yakını, uzun yıllardır kiralık konut pazarını domine eden emlak şirketleri nedeniyle fazla kira ödemekte. O kadar ki, geçtiğimiz senelerde “wenigermiete” (Alm. daha az kira) gibi özel hukuki danışmanlık şirketleri üzerinden, ev sahibi şirketlere karşı bireysel ölçekte gelişen bir hukuki müdahale/dava dalgası başlamış, piyasa ortalamasının yaklaşık 1.5 katı kira ödeyen pek çok semtteki orta sınıf hanenin mevcut gidişattan çıkış arayışı tescillenmişti[1].
Kentsel mutenalaşmanın en yoğun yaşandığı birkaç ilçeden biri olan Friedrichshain/Kreuzberg ve Neukölln’de ise mahalle ölçekli kalan kimi mücadeleler Kotti&co. örneğinde[2] olduğu gibi radikal nitelikler taşıyordu. Bununla birlikte toplumsal proletarya, henüz bir blok olarak mücadeleye girişemediğinden kendisi mutlak olarak kaybetmese bile, farklı unsurlarının kazanımlarının geriye düşmesiyle siyasal ölçeğini genişletmek durumunda kaldı. Bunu başaramayınca da mahallelerdeki Liebig14, Meuterei, Rigaer, Syndikat gibi kolektif işletilen sol/anarşist temelli mekanların ve işgal evlerinin polis zoruyla tahliye edilmesine ve kapatılmasına karşı gelişen tepkiler, yalnızca belirli dünya görüşündeki kişilerde etki yaratabildi.
Dolayısıyla ödenemeyen kiralar, mutenalaşma ve yerinden edilme süreçlerine karşı gelişen tekil mücadeleler, kentin çeperlerinde kısmen uygun kiralar ödeyenlerin (genelde eski Doğu Berlin semtlerinde yaşayanların) mücadele gündemine daha az girdi. Öte yandan yıkımın ve yerinden edilme hikâyelerinin bu semtlerde de yankılanmaya devam ettiği bugün daha net görülüyor. Sonuçta duvarın yıkılışından sonraki birkaç sene içinde çoğu Doğu’ya ait 85 bine yakın konut, şirketler tarafından satın alındı. Kamusal mülksüzleşme sürecini, coğrafi olarak zaten kentin merkezine uzak noktada yaşayanların ‘hayat pahalılığı’ dolayısıyla kentin iyice dışına itilmesi izledi. Tabii burada 2002-2011 yılları arasında eyalet hükümetinde olan SPD ve Die Linke koalisyonunun, kamuya ait 150 bin kadar konutu şirketlere devrettiğini unutmamak gerekiyor. Büyük bir kısmı “modernizasyon ihtiyacı” bahanesiyle kullanıcılarından alınıp, şirketlere devredilen Doğu mahallelerindeki konutların kira bedeli zamanla Batı mahallelerine yaklaştı. 1990 başlarında Doğu Berlin mahallelerinde bir konutun kira bedeli ortalama bir maaşın yüzde 4.2’sine tekabül ediyorken, 2018’de bu oran yüzde 25’e yükseldi[3]. Tam da bu sebeple Berlin’de SPD ve Die Linke‘den CDU gibi sağ-muhafazakâr hatta AfD gibi aşırı sağcı partilere oy kaymasına şaşırmamak lazım. Yine de şunu akıldan çıkarmamak gerek: Mağduriyetlerin sınıfsal refleksler ile birleşmesi imkânsız bir mesele değil! İhtiyaç, korkusuzca yürütülen bir sınıf siyasetidir. Sonuçta, geçtiğimiz nisan ayında yapılan bir ankete göre ırkçı AfD seçmeninin bile yüzde 20’ye yakını, sendikaların ve solcuların öncülüğünü yaptığı kamulaştırma mücadelesine “Evet!” cevabını vermekteydi. Tam bu nedenle sonucu ne olursa olsun sınıfsal taleplerin 21. yüzyılda toplumsal bir harekete dönüşme potansiyeli olduğunu kanıtlaması açısından “Deutsche Wohnen ve benzerleri kamulaştırılsın!” (Alm. Deutsche Wohnen & co. Enteignen!”, kısaca DWE) deneyiminin üzerine düşünülmeye devam edilecek gibi görünüyor.
KARA PARA AKLAMA, SPEKÜLASYON VE RANT OBJESİ OLARAK KONUTLAR
Konutlar insanların asırlar boyunca güvenle barınmak, yaşadıkları çevreyle ve pazarla ilişkilenmek vb. adına inşa ettikleri en yaygın yapılar olageldi. 20. yüzyıl başlarında çoğalmaya başlayan sosyal konut projeleriyle birlikte konut denince, emekçilerin insanca yaşayıp adil sosyal ilişkiler geliştirebilmelerine imkan tanıyan mekansal deneyimler anlaşıldı. Ancak kapitalizmin, özellikle de neoliberal kapitalizmin spekülatif ve finansal olana bu kadar yoğun bir arzu duyması konutların somut niteliğini de değiştirmeye başladı. Konutlar yalnızca talep edenler tarafından belirlenen bir kullanım değeri ya da spekülatörlerce yükseltilen rantsal değerlerine göre değil, metanın fetişistik karakterince[4] ve (Harvey’in value in motion dediği) “dönüşüm halindeki değer” ile biçimlenen objeler haline geliyor.
Berlin’deki kiracıların yarısı ABD merkezli büyük finans şirketlerinin (BlackRock, MFS, State Street) ve Deutsche Bank’ın hisse ve yatırımlarıyla büyüyen Deutsche Wohnen ve ona benzeyen emlak şirketlerinin[5] evlerinde yaşıyor. Deutsche Wohnen dışında öne çıkan Vonovia (2021 başında Berlin’deki konut sayısı 14 bin kadardı) 2012-2020 arasında yıllık cirosunu üçe katladı. Almanya genelinde 500 bine yakın konutu olan şirket geçtiğimiz mayıs ayında Deutsche Wohnen ile birleşeceğini duyurdu. Eğer 26 Eylül’de kamulaştırma kararı çıkmazsa bunun kiracılar için ne anlama geleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek…
Almanya’nın kira meselesi 1990 sonrasında net olarak ilk kez 2015’te federal hükümetin (2019’dan beri de Berlin eyalet parlamentosunun) gündemine girdi. Devletin gösterdiği bu dikkat elbette farklı sınıfsal katmanlara denk düşen refleks ve taleplerden besleniyordu, yoksa bu zamana kadar kiraları ilgilendiren yasa düzenlemeleri pekala vardı. Ancak ne olduysa bu düzenlemeler başta Berlin, Frankfurt, Hamburg, Köln, Münih ve Stuttgart olmak üzere aşırı kira artışının önüne geçemedi[6]. Bunun bir nedeni aslında kimsenin kiraların artışını önlemek gibi bir amacın olmamasıydı. Çünkü konut şirketleri ve bankalar kira ve konut kredileri ödenemez duruma yaklaştığında zaten Avrupa Merkez Bankasından yardım alabiliyorlar (tabii bu arada Deutsche Bank gibi bankalar rüşvet davalarını yüz milyon dolar gibi çerez tutarlarla kapattırabiliyorlar).
Diğer yandan günümüzde konut piyasasına müdahalelerin federal bir mesele haline dönüşmesinde rol oynayan başka gelişmeler de göze çarpmakta. Federal Kriminal Polis Ofisi’nin 2012’de sunduğu bir rapora göre Almanya’da konutlar özellikle kara para aklama konusunda öne çıkıyor. Gayrimenkul aktarımı çok yüksek miktarlardaki sermaye hareketinin sağlanması için ideal bir araçtır. Bugün NFT ve birkaç sene öncesine kadar kripto paralar sayesinde artış gösteren kara para hareketlerinin esas amacı, sermaye için burjuva hukukunun ötesinde bir hareket alanı yaratmaktır. Konut sektörü, kara para aklama ve vergi kaçırma ilişkisi bu noktada birbirini tamamlıyorlar. Handelsblatt’ta belirtildiğine göre sadece Almanya’da yıllık 50 ile 100 milyar euro civarındaki para hareketi bu şekilde vergiden muaf tutulabilmekte[7].
Neoliberalizmde konutlar yalnızca kara paranın yasal bir görüntü kazanıp (ing. placement) farklı daireler üzerinden parçalara (layering) bölünmesinde ya da vergi kaçırma süreçlerinde değil, kara borsa üzerinden de tanımlanabilir. Bugün Berlin’e yeni taşınmak isteyen pek çok göçmen hiç var olmayan evler için kontratlar imzalayarak büyük paralar kaybediyor. Özellikle mültecilerin ev bulmaları çok zor olduğundan dolandırıcılar yüksek miktarlarda depozitolar ve ev bulma parası alarak servet kazanıyor. Zaten rutubet ve nemden geçilmeyen evleri kent merkezine yakın diye ateş pahasına kiraya veren emlak şirketleri burada “en masum hırsız” rolünü oynadığı için yüksek kira bedellerine rağmen bir günde ortalama olarak 240 başvuru alıyor. Başvuru sayısı birkaç hafta içinde 2000’e kadar çıkabiliyor. Bu somut örnekler bir arada düşünüldüğünde kendi başlarına anlam ifade etmiyorlarsa, spekülasyonun soyut mantığına dayanmalarından kaynaklıdır.
Alman Federal İstatistik Kurumu’nun Berlin’deki toplam hane halkının yüzde 1’ine yaptığı Mikrozensus anketinin verilerine göre Berlin’de tahmini olarak 150 bin kadar ev bilerek boş tutuluyor[8]. Yani kara para aklamanın yanı sıra konutlar Marx’ın da dediği gibi spekülasyon ve rant objeleri olarak kalmaya devam ediyorlar. Bunun günlük hayattaki karşılığı şirketlerin, pek çok konutu hiçbir aklı-selim insan evladının o paraya oturamayacağı fiyatlardan piyasaya sürmesidir. Böylece konutlar görünüşte boş tutulmaz ve kirayı ödeyebilecek kimse olmadığı için fiyatlar yukarıda kalmaya devam eder. Durumun yalnızca Berlin ile sınırlı tutulamayacağı açık. Konunun Türkiye’yi de kapsayan uluslararası boyutuyla ilgili ikna edici bir özet, Ali Ekber Doğan’ın 23 Eylül 2021 tarihinde İleri Haber’e yazdığı köşe yazısında bulunabilir.
Konut kıtlığı ne kadar yaygın, yani kendiliğinden olduğu söylenen talep ne kadar yüksek olursa, kiraların artışı için de o kadar zemin hazırlanmış oluyor. Oysa kapitalist piyasa mantığında, doğa ve kültürel miras haricinde bir kentin ana dokusunu oluşturan konutlara, kara para aklama, spekülasyon ve rant objeleri olarak yaklaşılmaktadır.
26 EYLÜL REFERANDUMU VE DWE
Kolektif mücadelelerin aldığı her yeni şekil, kendi içinde farklı potansiyeller barındırır. Örneğin 26 Eylül 2021’deki referanduma giden süreçte olduğu gibi: Toplumsal nitelik kazanan kentsel talepler, antifaşist grupların politik ekonominin eleştirisinden yoksun, liberal özgürlükçülükle sınırları çizilen ve azınlık grupların soyut-evrensel tanınma talepleri döngüsüne doğru ilerleyen hareketlerine sınıf temelli bir alternatif sunabilir. İşçi-emekçiler açısından ise kentsel talepler için mücadele, ücret pazarlığı ve asgari ücretin iyileştirilmesi gibi dar sendikalist mücadele çizgisinin ötesine geçerek, ekonomik taleplerin bütüncül bir antikapitalist siyaset ile buluşmasını sağlayabilir.
Deutsche Wohnen ve benzerlerinin kamulaştırılması için verilen referandum mücadelesi 2019 yılında başladı. Bu mücadelenin meşruiyetini sağlayan temel konulardan birisi, bugün CDU ve FDP’nin arkasına takılan pek çok liberal ve muhafazakârın söylediği gibi, „kira üst sınır“ gibi düzenlemelerin gerçekçi bir çözüm sunmaması. Tabii burada serbest piyasacı “Manhattan Insitute for Policy Resarch” gibi kaynakların “kiralara devlet müdahalesinin zararlı olduğu” tezini destekleyen yaklaşımlarına kulak asmamak ve imkanlar doğrultusunda bu talebi de güçlendirmek gerekir. Fakat unutulmamalı ki kiraların bir üst sınıra tabi tutulması ile yetinmek, konutların kapitalist piyasanın metalaştırıcı etkisi karşısında savunmasız kalmaya devam etmesi demektir. Alman konut piyasasının yerli finansmanlarının başında gelen Deutsche Bank’ın 24 Mart 2021 tarihli raporu da bunu gösteriyor. Rapora göre, „sosyalizmsi eğilimler“ taşısa da konutlara getirilmesi mümkün olan kira sınırlamaları, yalnızca konut kıtlığının azaltılmasına katkı sunabilir[9]. Üstelik devletler (refah devletinde olduğu gibi) böylesi müdahalelerle herhangi bir aktif rol taşımayan kitlelerin büyük kısmının rızasını da arkasına alır. Ama ironik şekilde, büyük finans şirketlerinin temsilcileri olarak parlamentoda bulunan 284 (204’ü CDU 80’i FDP’li) federal parlamento vekilinin kısa vadeli çıkarları o kadar ağır bastı ki, 2020 yılında üstelik de pandemiye rağmen Berlin parlamentosunda alınan kira üst sınırı kararının (Alm. Mietendeckel) karşısında durdular. Kiraların düşürülmesi bile onlara dünyanın sonuymuş -ki onlar buna sosyalizm dediler- gibi geldi. Bu noktada Fredric Jameson’un Bruce Franklin’den alıntıladığı „kapitalizmin sonunu hayal etmek dünyanın sonunu hayal etmekten daha zordur“ sözünü belki de kapitalistler gibi yorumlamak gerek: Dünyanın sonu, kapitalistlerin kendisini çözme kabiliyeti olmayan bir sorunun içinde bulmasıdır. Bu neden sosyalizm olmasın?
26 Eylül 2021’de Berlin halkı, Deutsche Wohnen’a ait konutlarda oturanların aylık olarak 177 Euro[10] fazla ödedikleri bir kent olmaktan çıkmaya doğru güçlü bir adım atabilir. Aylar belki de yıllarca boş bırakılan evlerin yeniden konut piyasasına girmesi ve özel konut şirketlerinin rantlarının düşmesi gibi gelişmeler, referandumdan EVET (JA!) çıkmasının, kısa vadedeki dolaylı çıktıları olacaktır.
Orta vadede ise kent ve barınma sorunu, temsili olanın ötesine net bir şekilde geçemeyen (referandum gibi dolaylı yoldan katılımcı) demokrasi modelleri ile çözülemez. Çünkü gerçek ihtiyaç, hem mülkiyeti yeni bir kamu tüzel kişisinde kalacak milyonlarca kiralık sosyal konutun inşası, hem de bu konutların idaresini üstlenecek kamu kurumunun kullanıcılar, kent inisiyatifleri ve sendikalar ile koordineli biçimde işletilmesidir[11].
[1] Şirketin kendi belirttiği rakamlara göre kendilerine ulaşan kontrat sayısı 70 bindir.
[2] İnisiyatif 2016’nın şubat ayında “Evlerimizi geri istiyoruz” sloganı üzerinden bir kampanya başlatmıştı.
[3]https://www.diw.de/de/diw_01.c.799572.de/publikationen/wochenberichte/2020_39_4/der_ostdeutsche_wohnungsmarkt_nach_der_wiedervereinigung__auswahl_hat_ihren_preis.html
[4] Meta fetişizmi ile Marx metaların kendilerini ortaya koyan emek süreçlerinden soyutlanmasını, „kendi fiziksel doğaları ve bundan kaynaklanan nesnel ilişkiler“den kopuşunu belirtiyor. bkz. Karl Marx, Das Kapital (çev. Nail Satılgan), Yordam Kitap, s. 82.
[5] Şirketlere ait olan toplam konut 800 bini bulmakta. Öyleyse neden sadece 240 bin konutun kamulaştırılmak istendiği sorulabilir. Buradaki asıl mesele, söz konusu şirketlerin varlıklarını bağlı ortaklıklar aracılığıyla dağıtmasıdır. Böylece hem vergi, hizmet faturası vb. gibi bürokratik meseleleri hafifletmek hem de ABD’de olduğu gibi olası bir emlak balonu patlamasında kendilerini ayakta tutmayı kolaylaştırmak istiyorlar.
[6] 2007-8’deki mortgage krizinin anısı hala tazeyken ve toplumsal tepkiler Bavyera dahil pek çok yerde şimdiden radikalleşmişken devletin -kendi çıkarları adına da olsa- böyle bir meseleyi göz ardı etmesi düşünülemez. Ancak buradaki ince çizgi, piyasa anarşisinin potansiyel şekilde zaten mevcut olan krizi halihazırda geri dönülemez bir noktaya getirmiş olup olmadığıdır. Yani, devletin bu noktada yapacağı herhangi bir hamlenin krizi önleyip önleyemeyeceğidir, ki marksist perspektiften bakıldığında bu sorunun cevabının olumsuz olduğu görülebilir.
[7] https://www.handelsblatt.com/finanzen/immobilien/geldwaesche-immobilien-kryptowaehrungen-gold-so-wird-schmutziges-geld-gewaschen/27429760.html
[8] https://taz.de/Spekulativer-Leerstand-in-Berlin/!5749397/
[9] https://www.dbresearch.com/PROD/RPS_EN-PROD/PROD0000000000517463/Outlook_for_the_German_residential_property_market.pdf?undefined&realload=6iDIjtzVPGyLgHtUjY1IsYoz5zsyFqULu9zBsAUFSVU8s4iPdgSbKbnlZ8kcir0M
[10] https://www.berliner-mieterverein.de/magazin/online/mm0121/alles-was-am-wohnungsmarkt-schief-laeuft-verkoerpert-die-deutsche-wohnen-anatomie-eines-immobiliengiganten-012114.htm
[11]19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan ve otonom yönetim pratiklerine imkan sağlayan “Garden City” hareketi bu açıdan önemli bir örnektir. Bu öz-yönetimci örneğin 21. yüzyıl sosyalizminin çözüm önerileri ile sentezlenmesi, kentlerin doğayla ilişkisinin yeniden ve daha sağlıklı bir şekilde kurulmasının önünü açabilir.