Gazete Yolculuk Çeviri Kolektifi / Zeynep Büşra Islak
Avusturya Nazizm’e yönelirken Yahudi sosyalist aktris Stella Kadmon sahneye anti-faşist direnişi getirdi.
“Tek bir kuruşum olmadan başlıyorum. Hiçbir şeyiniz olmadığında, iflas edemezsiniz bu yüzden de kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.”
Bu sözleriyle, Viyanalı genç Yahudi sosyalist oyuncu Stella Kadmon 1931’de kendi kabaresini açtı. Biraz nükteli Viyana mizahı ve cesaretle tiyatro sahnesine izini bıraktı. Daha eşitlikçi ve ileri bir tiyatroyu savunma çabalarına rağmen, Kadmon bugünlerde Viyana dışında neredeyse tamamen unutuldu. Tiyatrodaki cinsiyetçilik ve #MeToo vakaları hakkındaki güncel tartışmaların da gösterdiği gibi, hala peşine düşülmesi gereken bir çaba.
Stella Kadmon, Viyana’da 1920’lerin revü sahnelerini “Yahudi Josephine Baker” olarak adını duyurarak kasıp kavurdu. Daha sonra bu abartılı tiyatro biçimine sırtını döndü, bir kahvehanenin bodrum katında kendi mekanı Der liebe Augustin‘i açtı. Burada izleyiciler, siyasi ajitasyon ve eğlence arasında gidip gelen ve Nazizm güçlendikçe toplumsal olarak daha eleştirel hale gelen bir programı takip ettiler.
Kadmon, 1938’de kaçmak zorunda kalana kadar tiyatrosunu faşist ideolojiye karşı savundu. Bu durum onu ne Filistin sürgünü sırasında ne de 1947’de Viyana’ya döndükten sonra yine de Nazi döneminin dehşetini anlatan daha fazla tiyatro açmaktan alıkoymadı.
Kızıl Viyana’da kadının rolü
Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Avusturya başkenti, benzersiz bir sol ütopya projesine girişti. 1919-1934 yılları arasında şehir yönetiminde mutlak çoğunluğa sahip olan Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SDAP), kapsamlı sosyal reformlar gerçekleştirdi ve savaşın ekonomik sonuçlarını telafi etmeye çalışan bir model yarattı.
Avusturya Ulusal Arşivleri’nin eski müdürü ve tarihçi Wolfgang Maderthaner’e göre; gerçek eğitimin ve demokratik özgürlüğün tesisi, servetin yeniden dağılımı için “proleter kolektif kendini öznelere dönüştürecekti.” SDAP ayrıca aktif bir şekilde profesyonel ve politik katılım gerektiren kadın özgürleşme hareketinin bir kolunu da destekledi.
Yine de, feministlerin manevra yapmak için hala sınırlı alanları vardı. Kadınların özgürleşmesi kavramı genişletilirken kadına biçilen şefkatli anne rolü de sembolik olarak şişirildi. Birkaç istisna dışında, kadınların kamu görevine erişimi hala reddediliyordu. Bir başka gerilim kaynağı da kentte yaşayan asimile olmuş Yahudiler ile Alman milliyetçi hareketi arasındaki ilişkiydi. Yahudiler kültürel hayatın şekillenmesinde önemli bir rol oynasalar da, Yahudi karşıtı ajitasyon toplumsal olarak kabul edilebilir olmaya devam etti.
Bu arka plana karşı, Stella Kadmon’un kültürel yönden önde gelen Yahudilerden oluşan ailesi, kendilerini Viyanalı olarak takdim etti. “İyi bir ailenin kızı” olan annesi Malvine’nin, ebeveynleri tarafından oyunculukla ilgilenmesi yasaklanmıştı, böylece piyanist ve müzik öğretmeni olmuştu.
Eşi tarafından piyano çalmaya devam edebileceğine söz verilen Malvine, eşinin memleketi Belgrad’a kadar onun peşinden gitti. Yine de eşi bu sözünü tutmadı ve Malvine’nin ilk çocukları ile Viyana’ya geri dönmesine ve nihayetinde boşanma talep etmesine neden oldu. O andan itibaren Malvine kendini tamamen Stella’nın oyunculuk kariyerine adadı.
Aile içinde kişinin kendi ideallerini savunması her şeyden önce vurgulanırdı; Yahudilik daha az önemliydi. Bu doğrultuda, Stella’nın erkek kardeşi Richard, Yahudi spor kulübü SC Hakoah’ın bir üyesi olarak antisemitistlerle kavga ederken iki kardeşinin en küçüğü olan Otto, okulda zorunlu din derslerine karşı broşürler dağıtıyordu.
1930’lu yıllarda, Stella’nın kardeşleri solcu mahkumları destekleyen Komünistlerle ilintili bir örgüt Rote Hilfe’de aktif mücadeleye katıldılar. Kendini kararlı bir pasifist olarak tanımlayan Stella Kadmon, 1933’te yasaklanana kadar her yıl, Sosyal Demokratların 1 Mayıs gösterilerinde yer aldı.
Revü sahnesinden gerçek dünyaya
Viyana Müzik ve Sahne Sanatları Akademisi’ndeki oyunculuk eğitiminin ardından Kadmon, Avrupa sahnelerinde ilk başarılarını elde etti. Çocuksu ve cilveli rolü üzerine yapıştıktan sonra dönüm noktasına, leopar derisine bürünmüş beyaz olmayan genç bir kadını oynamasıyla erişti.
Sonrasında yer aldığı bir Viyana revüsünde, 1928’de Viyana’da ortaya çıkması büyük bir heyecan yaratan Afrikalı-Amerikalı şovmen Josephine Baker’ın benzeri olduğu performansıyla çıkış yaptı. Ancak Kadmon aynı heyecanı yaratamadı. Revü müdürü sebepsiz yere Kadmon’ı kovdu ve ona “ağaca ait bir maymun” dedi.
Bu hakaretten oldukça incinen Kadmon daha sık solo sahnelere çıkmaya, cüretkar kıyafetler içinde şarkı söylemeye ve dans etmeye başladı ama hiçbir zaman çıplak değildi. Seyircileri bu performanslarını cinsel hizmet reklamı olarak algıladı, hatta turnelerinden birinde bir erkek akşam için yüz mark teklif etti. Her şeyden önce özgürleşmiş bir kadın olduğu duygusu yanıltıcı çıktığı için Kadmon epey sarsıldı.
Berlin’deki ünlü politik kabare Die Katakombe’nin bir gösterisine katıldıktan sonra, kendini revü tiyatrosunun sınırlarından kurtarmaya karar verdi. Kendi kabaresini açmaya kendini adadı. Revünün; anlamsız, kapitalist bir tiyatroyu simgelemeye başladığı Viyana’da eksik olan şey de tam olarak buydu.
1931 yılında, geniş bir kitlenin Kızıl Viyana ruhu içinde entelektüel eğlencenin tadını çıkarabileceği bir mekan olan Der liebe Augustin‘in açılışıyla hayali gerçek oldu. Aynı zamanda da bodrum tiyatrolarının karanlık atmosferi, 1930’ların ekonomik krizinden büyük zarar gören dönemin sanatçılarının ruh haliyle uyuşuyordu.
Yeni tiyatronun mali kaynaklarının kıt olmasına rağmen, oyuncular çeşitli sanatsal biçimlerden yararlanarak bunu nasıl telafi edeceklerini biliyorlardı. Böylece Der liebe Augustin sahnesi dansın, şarkı söylemenin, resim çizmenin, parodinin ve hepsinden öte kahkahaların atıldığı bir yer haline geldi. Seyirci talepleri, güncel olayları hicveden performansların sayısının yükselmesine neden oldu.
Oyuncu ekibi; Yahudi, Yahudi olmayan ve uluslararası sanatçılardan oluşan açık bir kolektifti. Programı tek başına belirleyen bir yönetmen yoktu. Bu açıklık nedeniyle Der liebe Augustin, 1933’te Nazilerin iktidarı ele geçirmesinin ardından kendi ülkelerinde artık performans gösteremeyecek olan tehdit altındaki veya sürgün edilmiş Alman sanatçıların sığınağı oldu. Bunun da etkisiyle 1935 yılında Kadmon, “Tilki Reynard” fablının tavşan karakteri Lampe’yi Avusturya ve kurnaz tilkiyi Almanya olarak sembolize ettiği bir prodüksiyonunu sahneledi.
Eğer başarı arıyorsan Lampe,
uğraşmamalısın bir tilki ile!
Görürsen eğer, kal tetikte!
Kesin yer arıyor ilhak etmeye!
Der liebe Augustin‘in zekice direnişini bir dizi başka siyasi kabare izledi. Yine de Kadmon’un cesur öncü çalışması, Avusturyalı akademisyen Birgit Peter’ın araştırması dışında büyük ölçüde göz ardı edildi. Araştırması, Kadmon’un sözde önemsiz “eğlence sanatının” politik ve sanatsal olarak ne kadar önemli olduğunu aydınlattı.
Kadmon’un romantik yaşamı hakkında çok az şey biliniyor. Savaşın bitişi ve annesinin ölümü ardından, arkadaşı Anni Neumann onun bürokratik işlerini devraldı ve tatillerde ona eşlik etti. Neumann’dan, sadece Henriette Mandl tarafından yazılan Kadmon biyografisinin kısa bir bölümünde bahsedilir.
Kadmon’un, queer olarak yaşayıp yaşamadığı bir spekülasyon konusu olmaya devam ediyor. Bununla birlikte, hayatında çeşitli erkeklerle birkaç romantik ilişki sürdürdü. Der liebe Augustin‘deki yazarlardan biri, ondan “sevgili metres” olarak söz etti ve oynaması için defalarca abartılı vamp karakterler yazdı. Bir diğeri, 1937’de onunla evlenmeyi kabul ederse birlikte kaçmayı teklif etti. Kadmon reddetti.
Sürgünde tiyatro
1934 yılı şubat ayında Viyana Sosyal Demokrasisi ile Avusturya’nın ulusal hükümetini kontrol eden muhafazakar Hristiyan Sosyal Parti arasındaki çatışma, Avusturya İç Savaşı olarak bilinen kısa süren ayaklanmalarla sonuçlandı. Sosyal Demokratların bu çatışmadaki yenilgisi Kızıl Viyana’nın sonunu getirdi ve Avusturya faşizmini fitillemiş oldu. Üçüncü Reich tarafından devralınmadan önceki bu dört yıllık dönemde, yeniden yapılandırılmış Avusturya “Ständestaat” veya birleşik devleti, gerici bir insanlık ve demokrasi kavramını yaydı, nihayetinde de Nazi “ilhakının” yolunu açtı.
Der liebe Augustin, Mart 1938’de Nazilere diz çökmek zorunda kalmadan önce muhalifler için bir sığınak olarak hizmet etmeye devam etti. Kadmon’un hatırladığı gibi: “Der liebe Augustin’in bodrum katında hüzünle titreyerek ve ağlayarak kendi başımıza oturuyorduk. Neredeyse hiç seyirci yoktu. İnsanlar artık sokağa çıkmaya cesaret edemiyordu.” Viyana sokaklarında açıktan şiddet başladıktan kısa bir süre sonra, her iki Kadmon kardeş de tutuklandı. Richard, Nisan 1938’de serbest bırakılmayı reddetti, Otto ise aleni bir komünist olarak Gestapo’nun eline geçmişti bile.
Bunlara rağmen, Stella Kadmon kardeşlerini Dachau toplama kampına sürülmekten kurtarmayı başardı. Stella ile 1937’de romantik bir ilişki yaşayan polis memuru da dahil olmak üzere, 1934 yılında Der Liebe Augustin’de sıkı denetim uygulanması için görevlendirilen polis memurlarının bazıları, 1938 yılında nihayetinde Gestapo için çalışmaya başladılar. Serbest bırakılmalarının ardından Stella Kadmon, annesi ve Richard ile Belgrad’a kaçtı. Ancak aile, İtalya ve Almanya ile diplomatik ilişkilerine zarar vermek istemeyen Yugoslavya’nın kısıtlayıcı göç politikalarını düşünememişti. Alman vatandaşlığına sahip sürgünler, nafile çabayla devlet koruması aradılar…
Belgrad yetkililerinin, orada kısa süreli kalmalarına son vermesinin ardından Kadmon ailesinin Filistin’e kaçmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Ancak, sadece iki vizeyi karşılayabildiler. Annesi ve erkek kardeşi kaçarken Stella bekar bir kadın olarak geride kaldı ve kuzeniyle sahte bir evlilik yaparak oturma izni almaya çalıştı. Tiyatrodan ve dolayısıyla kimliğinden yoksun kalan 36 yaşındaki oyuncu, her zaman şiddetle reddettiği bir kuruma siyasi koşullar yüzünden girmeye zorlandı.
Yine de Kadmon bu travmatik yolculuktan pek etkilenmedi. Kardeşinin maddi desteği sayesinde, 1939 yazında Filistin’e seyahat edebildi. Zorluklara ve dil bariyerine rağmen, 1940 gibi erken bir tarihte Tel Aviv’de bir İbrani tiyatrosu açtı ve şehirdeki kültürel kargaşanın yarattığı boşluğu ustaca kullanarak bir yönetmen olarak adını duyurdu. Aynı zamanda, Yahudi kökenlerini kabullenmeye başladı. Birgit Peter’ın öne sürdüğü gibi, Yahudi soykırımı deneyimi, Kadmon’un kabareden uzaklaşmasına ve nihayetinde daha ciddi bir tiyatro tarzına yönelmesine neden olmuş olabilir.
Halk tarafından başarılı bir asimilasyonun simgesi olarak görülmesine rağmen Kadmon, memleketi Viyana’ya duyduğu acı dolu nostalji nedeniyle Tel Aviv’e tam olarak entegre olmakta zorlandı. Böylece 26 Şubat 1947’de Kadmon ve ailesi, Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen ilk nakilden yararlandı. Nisan ayının sonunda başka 170 mülteciyle de birlikte Viyana’ya döndü.
Ancak savaş sonrası Viyana’nın Kızıl Viyana ile hiçbir ortak yanı yoktu. Avusturya devleti hayatta kalanları geri dönmeye teşvik etmedi ve çoğu da bunu yapabileceklerine inanmadı. Kadmon’un arkadaşları ortadan kaybolurken veya katledilirken, Avusturya halkının çoğunluğu geleneksel yaşayışlarına dönerlerken Nazi döneminin suçları hakkında sessiz kaldı.
Kadmon yine de sanatsal teşebbüslerini sürdürdü. Bertolt Brecht’in “Üçüncü Reich’in Korku ve Sefaleti”ni tıpkı Tel Aviv’de olduğu gibi Viyana’da sahneledi. Direniş mekânlarını betimleyen oyun, Stella Kadmon’un yaşamının bir kıssası haline geldi ve tiyatronun Holokost’a dikkat çekmesini talep eden ilk kişilerden biri olarak Stella bir kez daha öncü oldu.
Bu anti-faşist saik, tekrar açıldığında Der kleine Augustin’in Cesaret Tiyatrosu olarak yeniden adlandırılmasına yansıdı. 1980’lere kadar Stella Kadmon, Avusturya’da feminist, anti-faşist ve solcu söylemi beslemede öncü bir işlev üstlenen Viyana tiyatro sahnesinde önemli ve cüretli bir kişilik olarak kaldı. Tarihçi Frances Tanzer bir makalesinde, tiyatroyu Kızıl Viyana’nın kültürel dinamiğine bağlama girişiminde Kadmon’un sanatının, Yahudi ve Yahudi olmayan yaşamı birleştirmeye çalıştığını belirtiyor.
Bir zorunluluk olarak cüretkar direniş
Stella Kadmon, tiyatrosu ile toplumsal normlara karşı çıktı ve kişisel özgürlüğünü tesis etti. Hayatı boyunca, hem faşizmin cesur bir karşıtı hem de kültürel Yahudi yaşamının simgesi oldu. Üstelik Kadmon, ataerkil düzene ve kontrolüne direnerek vücudunu nasıl göstereceğini ve kullanacağını kendisi belirledi.
Daha da önemlisi asla zorba bir yönetmen rolünü üstlenmedi. Bugün onun hikayesinden öğrenilebilecek bir ders şu ki sahiden de Stella yerleşik yapılara karşı isyan etmekten asla tereddüt etmedi. Tiyatro dünyasının mevcut koşulları göz önüne alındığında, bu tür bir direnişe acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Failleri kınamak, tiyatroda iktidarın kötüye kullanılmasına son vermek için yetersizdir. Bunun yerine, sanatsal istikametin hiyerarşik ilkesi sorgulanmalıdır. Bu tür sistemler, kolektiflere entegre olan güçlü karakterler tarafından sorgulanabilir. Stella Kadmon’un hayatı bunun güçlü bir kanıtıdır.
(*) Bu yazı, ilk olarak Jacobin’de Charlotte Morschhausen tarafından kaleme alınarak yayımlanmıştır; Gazete Yolculuk Çeviri Kolektifi tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır.