Vesveseden kurtulabilmek için affetmek lazımmış… Pöh! Safsata bunlar be! Hangi deli inanır bu zırvalara? Rüveyda’nın bok yemesinin Arapçası… Güzelim, senin hiç kocan oldu mu? Ya kayın annenin şerrinden koruyan? Peki, balıketine methiyeler düzen? Sıska! O cadı, o sinsi de sıska gerçi. Oysa dolgun kalçalarına hayran olduğuna nasılda inandırmıştı şerefsiz.
Ne şirin biriydi oysa. Sımsıkı sarardı bedenini. Güçlüydü. Tüy gibi hafiflerdi kollarında. Şaklaban! Motosikletle pikniğe gittiklerinde… Her ikisinin üzerinde siyah deri montlar, başlarında kask. Sazı da alırlardı beraberlerinde. Çiğdem türkü tutturur, koca mest, orasını burasını mıncıklar, kıkırdamaları kayalara oradan dağlara yankırdı.
İnce dudakları bir şey söyleyecek gibi kımıldadı. Hemşireydi ama sevgili kocasının isteğine uymuş, hiç çalışmamıştı. Evinin kadını, çocuklarının anası ol demişti. Ayrılırlarken eşinin ısrarla teklif ettiği maddi desteği reddettiği an geldikçe aklına! Ne kadar da emindi. Lanet olası o gün, onun hiçbir şeyini istemediği için pişman olabileceği aklına gelir miydi?
Yüzü avuçlarının arasında ıslanmaya başlamıştı ki telefon çaldı. Söylenilenleri dikkatle dinledi. Kısa cevaplar verdikten sonra ahizeyi kapattı. Sokağa bakan pencerenin önünde durdu. Sınırlı boşlukta birkaç anı dalgalandı. Kasılan çenesi yorgun ağzıyla gevşedi.
Eş olmayı, sevilmeyi, sevişmeyi özlemişti. Öyle olmasa o gerzekle görüşmeye gider miydi? Adam öküz öküz bakmıştı suratına. Utanmadan “pek de beklediğim gibi çıkmadınız.” Demişti. Göbeği, kan çanağı gözleri, zevksiz giyimi, daha da önemlisi kaba saba halleriyle çayı hep kendisine isteyerek hem de. Erkeksiz kalsa bu rezilliği bir daha yaşamaya izin vermeyecekti.
Ses hâlâ kulağında… İş haberi değil de sanki ölüm haberi veriyorlar. Hasta Dokuz Eylül’de… Pankreas kanseri. Bir hâkimin karısı… Aynı kendisi gibi…
Şansına, bakımını üstlendiği yaşlıların hemen hepsi çok geçmeden boyluyorlardı öbür dünyayı. Onların bıkkın, vefasız çocuklarını tanırken tüyleri diken diken olmuştu. Kendi yaşı da az değildi. Geleceği düşündükçe… Kızını, damadını…
Kadın kır saçlı ve uzundu. Şuurunu yitireli ne kadar olmuştu acaba? Kocası ve kızı kanepede oturuyorlardı. Çocukcağızdaki dengesiz bakışları hemen fark etti.
Hafif bir selâm… Yanlarına ilişiverdi. Adam titrek ve pütürlü bir sesle karşılık verdi. Eşinin uzun süredir bu halde oluşunu, iyileşirse eve geçeceklerini, bir hemşirenin bakımına gereksindiklerini anlattı. Kızı anlaşılmayan sözcüklerle araya giriyordu. Adam oralı olmuyordu. Bu sefer kız, Çiğdem’in elini yakaladı. Çiğdem başını sallamakla yetindi. Sessiz, sıkıntılı bir bekleyişin ardından “ Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye bir soru geldi hâkimden. Çiğdem, kaşlarını kaldırdı. İçinden ‘Hoppalaa, çattık yine galiba!’ diye geçirdi.
“Elbette, kurum sizin hakkınızda gerekli bilgileri verdi”
Cümlesi henüz bitmemişti oda karardı. Bir gürültü… Yağmur boşandı. Tapırdayan pencereyle geçen zaman yaşlı adamın söyleyeceklerini unutturmamıştı.
“Efendim ben herhangi bir hâkim emeklisi değilim. Önce bir dinleyin. Kararınızı verin. ”
O sırada, ihtiyarı ciddiye almak şöyle dursun, Çiğdem’in dünyasında bambaşka karakterler cirit atıyordu. Fakat yaşlı adam öyle bir soru sordu ki…
“Deniz Gezmişleri bilir misin, hatırlar mısın onları?”
“ A bilmez miyim onları! Kim hatırlamaz? Çok severdim ben.”
Güçlükle doğruldu hâkim. Kollarını kavuşturdu, birkaç adım attı.
“ Suçsuz yere astık onları bunu da biliyor muydun peki? Ben şahsen masum olduklarına kesinlikle inanıyordum.”
Çiğdem’in boyun damarları istemsizce atmaya başlamıştı. Kulakları sancıyordu. Boğazı kupkuru, içinde kocaman bir alev topu…
“Yaa! Bakın şu işe! Ne dememi istiyorsunuz ki size! Neden itiraz etmediniz öyleyse? Nasıl kıydınız gencecik insanlara? Onlar kimin hakkına tecavüz ettiler? Askere mi saldırdılar? İdamı hak etmek için… O halde ben de size kim olduğumu söyleyeyim. Ben de Yusuf Aslan’ın halasının kızıyım. Onu çok iyi tanırdım. Okuyan, temiz yürekli çocuklardı. Arkadaşlarının hepsini tanıyorum. Onlar ağabeylerimdi. Bize çok gelirlerdi. Birlikte yemek yer sohbetler ederdik. Kuzenim de onlar da bana hep kitap verir gündeme yabancı kalmamamı, ülkede dönen dolaplardan haberdar olmamı isterlerdi. Siz ne diyorsunuz şimdi buna bakalım?”
“Kızım, ben de zaten size karşı değilim. Lâkin o günler onlara öyle ağır suçlar isnat etmiş öyle kabarık dosyalar getirmişlerdi ki kendimi aciz gördüm. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ölüm fermanları önceden imzalanmıştı. Bizler birer kuklaydık be yavrum. İşte kızımı görüyorsun. O karara imza attığım içindir cezalandırıldığımı düşünüyorum. Sanırım günah çıkartmak geldi içimden.”
“Bey amca, sen ucuz kurtulmuşsun yine de. Kızına olanlar sana özel değil. Ancak esas onların gidişi büyük kayıp… Baksana yakın uzak herkesin vicdanı rahatsız. Valla bilsem aslında eşinizin yanına değil bakmaya, oturmaya bile gelmezdim. Bak sen şu işe! Aklınız varsa bunu orta yerde söylemezsiniz. Valla eşinizden önce sizi postalarlar.”
“Canıma mı korkuyorum sandın. İşte orada yanıldın. Eskiden olsa kendime korkardım, aileme korkardım, şimdi ise bu konu beni etkilemiyor. Geberip gideceğim zaten yakında.”
“Onların da aileleri, sevdikleri vardı. Hastaneden çıkabilirse teyze size başka bakıcı bulmalarını isteyeceğim. Umarım beni anlarsınız.”
Yağmur yeniden başlamıştı. Emekli hâkimin kızı kollarını sağa sola sallamaya, garip sesler çıkararak haykırmaya başladı. Dudakları fırfırlandı, elleri kenetlendi. Göz kapakları sımsıkı kapandı. Çiğdem kızla ilgilenirken, hâkim eskisi, karısının üzerine eğilmiş, bir şeyler söylüyordu.
Hasta üç gün dayanabildi. Bakıcı o günden sonra ne yaşlı adamı ne de kızı gördü bir daha. Yaşlı kadın son nefesini verir vermez aradı hâkimi. Ve onlar gelmeden aceleyle çıktı hastaneden.