in ,

‚Moda’nın korku hikayeleri

Gülay Erdemli

Giysileri nasıl tükettiğimiz konusunda radikal bir değişim yaşandı.

Giysileri nasıl tükettiğimiz konusunda radikal bir değişim yaşandı. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde 20 yıl öncesine göre yüzde 400’den fazla giysi tüketiliyor. ‘Ucuz’ malzeme, ‘ucuz’ giysi ve ‘ucuz’ işgücü kullanılarak üretilen giysiler ‘fast fashion (hızlı moda)’ olarak adlandırılıyor. Tüketicileri kıyafetlerinin neredeyse tek kullanımlık olduğuna inandırmaya çalışan ‘fast fashion’ın (hızlı moda) karanlık yüzü ise düşündürücü…

‚Hızlı moda’, mümkün olan en az üretim maliyetiyle tıpkı fast food yemek gibi sürekli bir tüketimi tetiklemeye odaklı. Bu nedenle markalar ucuz işgücü için çalışma koşullarının yeteriz olduğu ülkeleri seçiyor. Elbette bu ülkelerde çevre koşullarının da uygun olmadığını söylemeye gerek yok. Hazır giyim sektörünün –her ne kadar buna itiraz edenler olsa da- dünyayı en çok kirleten ikinci sektör olduğu sır değil. Üstelik ‘dünya’ sürekli yeni giysiler tüketebilsin diye üretim aşamasında adeta ‘kölelik’ koşullarında çalışanların yaşamları trajediye dönüşebiliyor.

Belki hatırlarsınız 2013’te Bangladeş’in başkenti Dakka’da üç binden fazla işçinin çalıştığı 8 katlı bir bina olan Rana Plaza çökmüştü. Bu korkunç kazada 1127 işçi enkaz altında hayatını kaybetti. Batılı tekstil devlerine fason üretim yapılan, dünyanın gelişmemiş ülkelerindeki atölyelerde iş güvenliğinin uygulanmadığı koşullar ne yazık ki hala devam ediyor. Sürdürülebilirlik, doğaya saygı, çevre sorunlarına hassas bir üretim yaptığını iddia eden bazı markalar bile hala güvenli koşullarda üretim yapmayan ülkelerdeki ucuz iş gücünden yararlanıyor. Ne için mi? Dolabımızdaki gömleklerin, pantolonların sayısı artsın diye!

Maxine Bédat 38 yaşında, New York’lu bir girişimci. Bédat’ın Zady adlı e ticaret sitesinde sağlam, zamansız stillerde, iplikten boyaya düşük ayak izine sahip ürünler satılıyor. Aynı zamanda moda sektörünün oluşturduğu çevresel sorunlar üzerine çalışmalar yapan New Standard Institute adında bir organizasyonun kurucularından. Bédat’ın kısa bir süre önce çıkan ve iki yıl boyunca bir dedektif gibi iz sürerek, araştırmalar yaparak yazdığı ‘Unraveled: The Life and Death of a Garment’ adlı kitapta anlattıkları ise modadan çok korku filmlerini andırıyor.

Bédat kitapta bir jean pantolonun üretimiyle başlayıp çöpte sona eren sürecini anlatıyor. Jean pantolon bir sembol sadece. Pamuğun tarladan toplanması, eğrilmesi, boyanması, kumaşın kesilip dikilmesi, nakliyesi ve nihayetinde çöpe gitmesiyle hikayesini tamamlayan ‘jean’i anlatırken modanın arka planını da gözler önüne seriyor. İşçilerin nasıl sömürüldüğünü, doğanın nasıl kirletildiğini okuyunca ürpermemek mümkün değil.

Bédat kitabında üretim zincirindeki sömürü düzenini, satın alma psikolojisinin temellerini, pazarlama taktiklerini anlatırken hepimizi ‘tüketim’ tercihlerimizi sorgulamaya çağırıyor.

Neden daha çok giysi alıyoruz?

Pek çok neden sıralamak mümkün ama sosyal medyanın etkisini es geçmek imkansız. 50 yıl önce insanlar gazete, dergi, reklam panoları ve televizyon sayesinde günde ortalama 500 reklama maruz kalıyordu, sosyal medya sayesinde bu rakam 10 bine çıktı. Aralıksız bir tüketim mesajı bombardımanı altındayız ve satın almak için sürekli kandırılıyoruz!

Bédat kitabında ‘halkla ilişkilerin babası’ kabul edilen Edward Bernays’den de söz ediyor. Onun kurguladığı tüketim toplumu modelinin, 21. yüzyıl araçlarıyla bir çığ gibi büyüdüğüne vurgu yapıyor. Aslında burada Bernays’dan biraz söz etmek istiyorum. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un yeğeni olan Bernays, dayısı Freud’un fikirlerini kitleleri manipüle etmek için kullandı.

Dünya Savaşı sürecinde Amerikan hükümeti dünya barışı için, Avrupa’ya demokrasi getirmek için savaşacakları düşüncesinin ‘pazarlama’ faaliyetlerini Edward Bernays’a verdi. Bernays’ın ‘Demokrasi için güçlü dünya’ sloganı ve halkla ilişkiler çalışmaları büyük başarı getirdi. Bernays savaş sonrası büyük kitleleri ikna etmek için ‘rıza mühendisliği’ adını verdiği bir yaklaşım kullandı. Bunu yapmak için Freud’un görüşlerinden yararlandı; bilinçaltını etkilemeye çalıştı.

Bernays, tütün şirketleriyle de çalıştı. 1929’da Paskalya geçit töreninde kadınların eline sigara verip yürüttü. Bu eylemlerden sonra sigara kadınlar arasında özgürlük meşalesi olarak görülmeye başladı ve tabi ki satışlar arttı. Sigaranın zayıflattığı efsanesini yayarken kendi eşine sigarayı bıraktırmaya çalışıyordu. Bernays, insanları ihtiyaç duymadıkları bir şeyi istediklerine ikna edip bunun mutluluğa giden yol olduğuna inandırmayı başarıyordu.

Pazarlama araçları değişse de amaç aynı; satın al mutlu ol!

Dolabınızda bir tişörte daha gerek var mı? Hiç sanmam!

Hafta sonu moral bozucu olmak istemem ama bu ilginç çalışmayı paylaşmamak da olmazdı…

Bu pandemiyi aşı bitiremez!

Şimdi durum şu: İşsizlik başka bir salgının nedeni olabilirmiş!

Çalışmayı kaleme alanlar California Üniversitesi’nde sosyoloji ve istatistik profesörü ve California Nüfus Araştırmaları Merkezi’nin direktörü Jennie E. Brand ve Michigan Üniversitesi sosyoloji, epidemiyoloji ve kamu profesörü aynı zamanda da Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde Nüfus Etütleri Merkezi direktörü Sarah A. Burgard.

İşsiz olmak sadece yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçlarınızı giderememenin çok daha ötesinde sorunlara yol açabiliyor. Hemen hepimiz iş kaybının depresyon, kaygı gibi sıkıntılara yol açtığını biliyoruz. Ancak işsiz olmak fiziksel sağlığa da zarar verebiliyor. Araştırmalar sadece birkaç aylık işsizliğin bile genel sağlığın kötüleşmesine hatta kardiyovasküler hastalıklar ve ölüm dahil çok vahim sonuçlara gidebilen rahatsızlıklara neden olabileceğini gösteriyor. Giderek iç kararttığımın farkındayım ama sıkıntı bununla da bitmiyor, bilim insanlarına göre bu risk, insanlar işe girmiş olsa da önümüzdeki on yıllarda bile yüksek kalabilir.

Pandeminin ilk altı ayında ABD’li yetişkinlerin yüzde 25’i kendilerinden ya da ailelerinden birinin işini kaybettiğini söyledi. İşini kaybedenlerin yarısı altı ay sonra hala işsizdi! İşini kaybetmenin ya da işsiz olmanın sağlık üzerindeki etkisini araştıran uzmanlar Kovid-19 bağlantılı bir sonraki sağlık sorunları dalgasının koronavirüsün kendisinden değil ‘emek’ üzerindeki etkisinden kaynaklanacağından endişe ediyor.

İşsizliğin neden bu kadar ciddi fiziksel hastalıklara neden olabileceğini anlamak zor değil. Yetersiz ve kötü beslenme, psikolojik sıkıntıların tetiklediği sorunlar, hareketsiz bir yaşam tarzı ve uyku bozukluğunun hastalıklara yol açabileceği yeni bir bilgi değil! İşsiz bir kişinin bir önceki cümlede saydıklarımızı hatta daha fazlasını yaşaması da şaşırılacak bir durum değil.

İşsizlik maaşı alan, görece daha hızlı bir şekilde iş bulanlar için bile bu risk ortadan kalkmayabiliyor. Bazı araştırmalar birkaç aylık işsizliğin bile uzun vadede sağlık üzerinde olumsuz etkileri olabileceğini gösteriyor.

Bir başka çalışma ise işsizlikten kaynaklanan ölüm oranlarının önümüzdeki 20 yıl içinde beklenenden yüzde 10-15 fazla olabileceğini gösteriyor. Artan risk oranı devam ederse, 40 yaşında işini kaybeden birinin yaşam beklentisi 1-1,5 yıl azalabilir. Diğer bazı araştırmalar da iş kaybının hipertansiyon ve artrit riskini artırdığını gösteriyor. Kalp krizi ve felç riski ise iki kat artabiliyor. 2007 yılında yapılan bir analize göre, bir süre işsiz kaldıktan sonra yeni bir işe girenlerin sağlık sorunu yaşadıklarını söyleme olasılıkları daha yüksek.

Araştırmacıların bu tahminlere dayandırdığı verilerin bir kısmı 2007-2009 yılında dünya genelinde yaşanan ekonomik durgunluğa dayanıyor. Ancak Kovid-19 sonrası daha büyük bir sorun bekleniyor. O dönemde ABD’de en yüksek işsizlik oranı yüzde 10, 2020’de ise bu oranın yüzde 15 olması tahminlerin daha karamsar olması konusunda beklentinin çok da yanlış olmadığını gösteriyor ne yazık ki!

Pandemide bazı iş şekilleri kalıcı olarak değiştiği için ekonomik toparlanmanın ne kadar süreceğini de kestirmek zor.

Türkiye’deki yüksek işsizlik oranlarını düşündükçe söz konusu tahminlerin düşüncesi bile ürpertici!

Karar

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

Zukunftskommission Landwirtschaft erarbeitet Chance für neuen Aufbruch in der Agrarpolitik

Kommission zu Beginn der slowenischen Ratspräsidentschaft in Ljubljana