İslâhiye’nin Tandır köyünde yaşıyorum. Çobanım. Bugün koyunları güderken bir ağacın dalında iki yeşil kuş gördüm. Kuyrukları uzun, gagaları kırmızı… Çok güzeldiler. O güne değin hiç rastlamadığım bir türden. Hayra yordum. Aynı gün celp geldi. Bana da benim gibi çoban olan arkadaşıma da asker yolu görünmüştü. Belli oluyor muydu bilmem. Korkuyorduk. İslâhiye dışında hiçbir yeri görmemiştik. Trakya nere biz nere? Macera yaşayacağız diye düşünmüyor değildik hani. Askerlik anıları birdenbire önem kazanmıştı. Köyde askerlik yapmış kim varsa defalarca dinledik. Bazıları komik, bazıları trajikti. Dinlemekten, fikir yürütmekten yorulmuyorduk. Verilen nasihatlerinse biri bin para…
İstanbul’da çalışan hemşerimizi aradım. Bir öğrenci evinde kalıyordu. Bir geceliğine onlarda konaklayabilecektik. Kahramanlar gibi uğurlandık. İlgi odağı olmak endişelerimizi azaltmamıştı tabii. Ama vatani görev kaçınılmazdı ve onu gerçekleştirmeden ne erkek sayılır ne de yuva kurabilirdik.
Adresi bulana dek canımız çıktı. Apartmanın önünde soluklandık. Koşuşturan kent insanları, araçların gürültüsü, mesafeler bizi serseme çevirmeye yetmişti. Üstüne üstlük acemiliğimizi, görmemişliğimizi herkesin bildiğinden, bizimle eğlendiğinden şüphelendik.
“Üst kat mı dediydi, Mürsel?” diye sordu Suphi.
“Evet. Yani… Vallaha hatırlamıyorum çok da. Sora sora çıkarız be!”
Suphi aklıma güvenir, söylediğim hiçbir şeye itiraz etmezdi. Merdivenden çıkarken dairelerden bazılarının ziline basıp bekliyorduk. Kimi evde yoktu kimi bizi dövecek gibi oldu. Özür diledik, rahatsız ettik dedik. Yanlış mı geldik diye birbirimize alık alık baktık bir zaman. Suphi söyleniyordu.
“Ya ayıp değil mi, adam bizim hemşoyu tanımıyor. İnsan aynı apartmanda oturur da nasıl bilmez komşusu kim?”
Kızartma ve çorba kokuları iştahımı arttıracağına midemi bulandırmaya başlamıştı. Son kata geldiğimizde fısıltıyla konuşuyorduk. İçimde tarifsiz bir sıkıntı… Yeniden zile bastım. Çalmadı. Kapıya vurdum. Ses yok… Aşağı doğru inmeye hazırlanırken bir tıkırtı… Kapı aralandı. Orta yaşlarda, asık suratlı bir adam başını uzattı. İkimizi baştan aşağı öyle hızlı süzdü ki içimiz titredi. Meramımızı anlatmak üzere söze başlayım derken çoğaldılar. Üzerimize kaç kişi çullandı hatırlamıyorum. Duvardan duvara savrula vurula ne ağız kaldı ne surat.
Sonradan öğrendik. Gayrettepe Siyasi Büroya teşrif ettiğimizi… Ne anamdan ne babamdan bir fiske dahi yemişliğim yoktur. Ama sağ olsunlar. Dayağın ve işkencenin nasıl bir şey olduğunu tüm yeteneklerini göstererek öğrettiler. Çektiklerimizden değil de meraktan ölecektik. Suçumuz neydi?
Sorgumuz bitmemişti. Yüzümüz gözümüz şiş, derin kızarıklıklar içindeydik. Bulanık görüyordum. Sorgu bitene kadar kör olacaktım galiba. Ayrı odalara alındık. Polis sordu.
“Hadi bakalım bir slogan yaz?”
Ömrümde duymadığım bu kelimenin anlamını sordum. Sormaz olaydım. Anamdan emdiğim süt burnumdan kanla geldi.
“Ulann! Oruspu çocuğu! Bırak bu proleter tavırları! Canına mı susadın, hergele!”
Doğru söylüyordu. Uslanmamıştım.
“Proleter ne demek?”
Bu seferki saldırı bambaşka, kopkorkunçtu. Parçalanmış ağzım belki de hayatı boyunca soru sormamak üzere cevap odaklı bir uzuv olarak yaşayacaktı. Cahilliğime lanet ettim.
Adam günlük öfkesini bizden çıkarmanın ferahlığı yüzünde, yapay bir kibarlığa bürünerek,
“Duvarlara yazıyorsunuz ya?” dedi.
Zangır zangır titrerken duvarlara yazarkenki halim gözümün önüne geldi. Ağlamaklı bir ses duydum. Benim sesimmiş. Yazmış olmalıydım. Ama ne zaman! Köyde hiç yazmadım! İyi de ne zaman? Acıyla kıvranan yüz ifademden doğru söylediğime inanır gibi baktı.
“ Ya! İşte… Sözgelimi… En büyük Fener! Ya da ne bileyim… En büyük Galatasaray!”
Ayy, nasıl rahatladım anlatamam. Başından söyleyeydi ya! Söylediklerinin aynısını yazdım. Fanatik değildim. Ama takım tutmak lazım, soran olur diye Beşiktaşlıyım derdim. Gösterdiği yere büyük harflerle ‘EN BÜYÜK BEŞİKTAŞ’ yazdım. Yerinden fırladı. Atmaca gibi üstüme çöktü. Adamakıllı benzetti. Benzedim. Hiç duymadığım küfürler savuruyordu. Bizim köyde bir hacı emmi vardı. Bir gün onun için ‘zavallı inme indi’ demişlerdi. Sanırım bana da inen bir şeyler oldu. Tek farkla. Ona Allahtan bana kuldan.
Üzerime dökülen buz gibi suyla ayılabildim ancak. Karaltı bas bas bağırıyordu.
“Yaz ulan yaz!” Kalemi elime tutuşturdu. “Yaz! Kahrolsun Faşizm! Tek Yol Devrim! Her şeyi ben mi söyleyeceğim dingil! Mal mısınız oğlum siz! Salak ile avanak ya!”
Fotoğraflar çekildi. Fişlendik. Hücreye götürüldüm. Benden yaşça büyük olduğunu tahmin ettiğim biri vardı. Sordum belki bilir diye.
“Abi! Beni T.K.P ACELECİLER diye kaydettiler. Gözünü seveyim, de hele, bir şey olur mu?” Bana çok tuhaf baktı.