Sabahın ilk ışıkları denize vururken dağlara doğru uzanan yolda beyaz bir İmpala göründü. İki kişinin gölgelediği arka camda M ve S harfleri vardı. Gelin her şeye şaşkınlıkla bakıyor, yüz ifadesi an be an değişiyordu. Denizle gitmek güzeldi. En azından ailesi gibi yalnız bırakmıyordu onu. Vardı bir bildikleri. Sırtını dayadı. Altınlara baktı. Gülümsedi. Yarım bir gülümseme… Göz kapakları ağırlaşıyordu. Sonra o küçük ağzını arka arkaya açıp kapadı. Benzin kokusu ta genzine… Pencereye yanaştı. Kolu çevirdi… Yüzünü tuttu sabah yeline.
Şehide’de gelin olmamış mıydı? Gelmez olmuştu ne ip atlamaya ne de sek sek oynamaya! Kırmızı kuşağını evirdi çevirdi. Şakağında gezindi kınalı elleri.
Eliyle sümkürüyordu oğlan. Olurolmaz tükürüyordu bir de. Hele oyun havası başladığında iyice dağıtmıştı. Davulcu da zurnacı da ona uygun tempoyu tutturamayınca vazgeçtiler. İçkiyi fazla kaçırdı dedi birileri. Merak etmişti Sîne. ‘Nesi var oğlanın!’ diye
Müntecep… İş yerine gitmezlerdi ki hiç… Görmüş olsun onu! Saatçi dükkânları limana yakındı. Oralardan faytonla geçecek olsalar, seslenir el sallarlardı. Sonra… Sonra, palmiye ağaçlarıyla oynaşan güneşin baygın ışıklarına kapılırlardı.
“ Seni biri istiyor!” demişti anacığı. Sevinçli bir haber verir gibi… “Sen de razıysan nişan olacak!”
“Nişan nedir ki?”
“Sana altın bilezikler, kolyeler takacaklar. Dantelli, ipekli elbiselerin olacak… Hayatın boyunca, seni sevecek, koruyacak, sana bakacak bir kocan olacak!”
Küçük kızın başı eğik, gözleri kımıltısız dururken oğlan tuhaf bir biçimde ona bakmaya devam ediyordu. Sutyeninin pamukla doldurulduğundan bihaber… Kabaran burun kanatları, bakışlarında şehevi parıltılar, sıklaşan soluğu… Biraz daha uzaklaştı Müntecep’ten. İmpala’yı kullanan oğlanın üçüncü göbekten akrabası Cuma’ydı. Önce nefesi sonra sesi gürledi.
“Şükürler olsun, kazasız belâsız geldik. Hadin bakalım. Geçmiş ola!”
Arkalarından gelen diğer araba da aynı anda durmuştu. Kayınvalide, görümce, oğlanın dayısı ile yenge hanım indiler peş peşe. Önce çakmak sesleri sonra sabırsızca çekilen tütünün kokusu… Havada bir tuhaflık… Kuruluk, hani yağmur öncesi; sıkıntı veren…
Tek kişinin sığabildiği sokaktan geçerlerken yengenin art arda çektiği yırtıcı zılgıt kaç kişiyi uyandırdı bilinmez. İşaret ettiler, uygunsuz dediler.
Sade bir evdi burası. Etek uçlarını kaldırarak yürüdü. Avluda durdu. Etrafa bakındı. Saksılarda en sevdiği kadife çiçekler.
Odalardan birine geçirdiler onu. Ortada pirinçten bir karyola… Cibinliği duvağa benzer. Kırmızı saten yorgan, beyaz dantelâlarla çevrili kırlentler. Refakatçiler birkaç laf edip gittiler. Üst kata çıkan kayınvalide de yoktu artık.
Burada, işini kendi kurmaya kalkışmıştı Müntecep. Patronu memnuniyetle karşılamıştı durumu.
“Hep kalfa kalacak değildi ya! Kendi işini kurmanın vakti gelmişti. Aferindi! Helâl olsundu çocuğa!”
Şaştılar tanıdıkça mahalleli Sîne’yi. Hasta görünümlüydü oğlan ama şanslıydı belli. Hiç böyle sevimli, neşeli bir güzele rast gelmemişlerdi çok zaman beri. Erkekler beğenmez oldular eşleri? Karılar somurtkandı, şikâyet etmeden duramazlardı. Paraysa doyuramadıkları, aşksa unuttukları şeydi. Dırdırları! Çekilecek gibi değildi.
Sîne öyle miydi? Dinmeyen enerjisi. Sohbeti. Zevkliydi aynı zamanda. İhmal etmezdi evini. Kısa zamanda cennete çevirdi harabenin her yerini. Yaptığı espriler, pratik zekâsı beklenmedikti. Yardımseverdi. Aralarına aldılar, kendilerinden bildiler.
Bir öğleden sonrasında vardı gitti Saliha’ya. Kocası Almanya’ da, gün saymakta gitmeye.
Kadın misafirperver, kadın sevgi doludur. Hiç benzemez kardeşine. Sevinir Sîne. Ablası vardır bu kentte. Ancak henüz erken der açılamaz görümüne. Büyükler söylemez midir, “ Evlilik sır gerektirir. Karpuz kırıldığında ne çıkarsa bahtına. Ama kelek ama değil!” diye.
Eve döndüğünde, Müntecep oradaydı. Kısa boylu kadının kısa boylu oğlu, avlunun tam ortasında, kollarını kavuşturmuş oturuyordu iskemlede. Baştan aşağı süzdü eşini ilkin. İçi titredi Sîne’nin.
“Neredeydiniz bu saate hanfendi?”
“Nerede olacam, ablan Saliha’da. Uğra dediydi sağ olsun.”
“Yok yaa! Uğra ha! Ben sana, iznim olmadıkça, bu evden çıkmayacaksın, demedim mi?”
“Delirdin mi Müntecep? Hapishane mi burası? Şaka mı ediyon, ne?”
“Len! Gülüyo bir de! Utanmadan! Kocanım ben! Senin kocan! Yani, efendin! Kardeş mardeş anlamam! Sözümden çık, dene bi, gösteririm ben sana, anyayı konyayı! Beynini dağıtırım acımam ulen! Ayaklarını kırarım senin!”
“!!!”
Ayaktaydı şimdi. Külhanbeyi gibi kafa sallıyordu. Tuhaf bir soruyla yeniden düğümleniverdi kız.
“Bak bakalım odalara! Eksilmiş mi evden eşyalar? Yokluğunda neler olmuş acaba?”
“Eşyalar nereye gidecek, ayakları mı var Müntecep?”
“Dilini koparırım len senin! Hâlâ cevap veriyor karşımda. Utanmadan gülümsüyor bir de! O suratını darmadağın edeyim de gör!”
Odaya telâşla giren Sîne sağa sola bakındı, minder, kırlent ne görse kaldırıp yerine koydu.
“Ne yok ki! Hepsi burada! Büfe, radyo, sedir, melek koltukları dediğin şu sandalyeler… Her şey yerli yerinde!”
“Değil. Bilemedin! Hepsi yerinde değil! Aç bakalım teybi de bir şarkı dinleyelim! Hem! Hem sen benimle dalga mı geçiyorsun len! Melek koltukları falan filan? Dilini s……m senin. Kahpe!”
“!!!”
“Haydi söyle! Haydi bakalım! Nerede bizim teyp?”
“Ya hep buradaydı, kim alabilir ki? Annene soralım! O bilir. Belki…”
“Kendini taşıyamıyor koca teybi nasıl taşısın. Aloooo! Hadi söyle, söyle nerede teyp, Allahın belası!”
“Bırak kolumu! Ya, ne yapıyorsun, Bırak!”
“Al, al sana, salak karı! Ben bilirim len! Senin gibilere ne edeceğimi bilirim! Seni de sülaleni de s…..sem bana da Müntecep demesinler.”
Ganiye Hanım, merdivenlerden hızla inerek aralarına girdi. Sîne öyle dehşete kapıldı ki, kayınvalidesinin de ona vurduğunu sandı. Kolları havada çırpınıyordu kadın. Kayınvalidenin kendisini korumaya çalıştığını anlayan Sine arkasına geçti. Saçı başı bir yana darmadağın anne, eşarbı kolundan sarkarken,
“Sütümü sana helâl etmem! Sütümü sana helâl etmiyorum, kör olasıca! Gözün kara için kara!” diye haykırdı oğluna. Gürültüyü duyanlar bir anda doluştular avluya.
Ertesi gün sedirin altında buldular teybi. Ne düşüneceğini bilemiyordu. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam? Neden her şeyi zora koşuyordu? Oysa babası ne güzel insandı. Anasına bir gün olsun el kaldırmamış, sesini yükseltmemişti.
O günden sonra benzer olaylar birbirini kovaladı. Kendince sebepler buluyordu damat. Ganiye hanım oğlunun sıkıntılarının eninde sonunda biteceğini söylüyordu gelinine. Rahmetli beyinin de çok sinirli olduğunu, zamanla her şeyin yoluna gireceğini… Çoğu zaman kızı odasına alır, oğlunun şerri geçene değin beklerlerdi birlikte. Eve para bırakma gibi bir derdi de yoktu, Müntecep’in. Verdiği cevap hep aynıydı.
“Bende para mara yok kızım! Git hangi cehennemden bulursan bul!”
Döndüğünde, önüne konulan tabağı fırlatır, masayı devirirdi. Eh, o sırada kaçabilirse Sîne! Sonra da kendisine özel yaptırdığı kâğıt kebabını onların bakışları arasında, ağzını şapırdata şapırdata yerdi.
“Utan, utan!” diye kaç kez azarladı annesi.
“Karın hamile! Neden böyle yapıyorsun! Boyu devrilesice! Boy da yok ki devrilsin! Ahh! Doğurmaz olaydım seni keşke”
Bunlar yetmezmiş gibi kıskançlığı da çekilir gibi değildi. Eşini misafirlerin önünde küçümsemekten çekinmez, onlar gider gitmez dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirdi zavallı kıza.
Yatak hayatları ise süregelen olaylara koşut, yakışıksız, sevgisizdi. Sîne, onun vakitsiz taleplerine karşı çıkamıyor, deli gücünden korkuyordu. Olagelen tüm bu garipliklere karşın neşesini kaybetmiyordu kız. Hatta her geçen gün daha da güzelleşmesi çileden çıkarıyordu sümsük oğlanı.
Yaz sıcaklarının bunalttığı günlerdi. Banyoya attı kendini. Karnı iyice görünür olmuştu. Su dökündü ağırdan. Dikkat ediyordu. İki candılar ne de olsa! Çocuk bir şeyleri değiştirecek miydi? Elini attığı yerde aradığını bulamadı. Gözleri yumuk, seslendi kocası olacak adama:
“Müntecep! Müntecep!
“Ne var! Ne oluyor! Ne bağırıyorsun yine?”
“Sana zahmet sabun bitmiş de! Ben ıslağım! Alıp getirsene!”
“Tabii! Derhal!”
Her şey yolundaydı anlaşılan. Sonuçta o da bir insandı. Ilık suyun tadını çıkarmaya, sevdiği türkülerden birini mırıldanmaya başladı. Çok geçmeden banyo kapısı açıldı. Elini uzattı. Gülümsüyordu. Sanki Müntecep de gülümsemişti ona.
Aniden saçları çekilen kadın acı bir çığlık attı. Kocasının nefesi vurdu yüzüne. Can havliyle debelenmeye başladı. Art arda gelen tas darbelerinden kurtulamıyordu. Tekmeler öldüresiye, karnına karnına… “Anne!” dedi derinden bir ses. Bilinci yitti, yere yığıldı.
Cemile CEREB