Sonbaharın ortalarındaydık. Akşam serinliği evlerimize sızıyordu. Dolabı açtım. Ceketleri çıkardım. Ahşap kokusu sinmiş. Kuru temizlemeye vereceklerimi ayırdım. Şimdilik bej renkli hırkam, ince montum iş görürdü. Az kalsın krem renkli trençkotu unutacaktım. Fötr şapka rafta duruyordu. Rengi bile solmamıştı. Onu da temizletiyor sonra kutusuna koyuyordum.
Pardösü için erkendi. Her yıl amcam Faruk’u anmak için onu bir kez giyer, akşam karanlığında Roma caddesinden geçer, Asi nehrinin kıyısında geçmişin izlerinden giderdim. Amcamın saydam yüzü, cesur bakışları, şerbet gibi sohbeti vardı. Birlikte olduğumuz anlarda içten bakar,
“Nasıl gidiyor yeğen, bir isteğin var mı? Bugün nereye gitmek istersin? En ufak bir sorununda dahi beni bul. Elimden geleni yaparım.” derdi. Onun bu ilgisi çok hoşuma gider babamın yokluğunu bir nebze giderdiğini düşünürdüm.
Ve gün geldi dilim çözülüverdi. Onun sıklıkla gittiği Turizm otelinin pavyonunu, gece hayatının nasıl döndüğünü merak ediyordum. Bugün özel bir okul olarak hizmet vermekte olan bu bina geçmişte nezih insanları, zevkli mekânı, çağdaş idaresi ile misafirlerini alnının akıyla ağırlardı. İş için, siyasi toplantılar için, şehri görmek için ya da Arap ülkelerine giden seyyahlar için tercih edilen bir yerdi.
Amcam, dans etmeyi iyi bilirdi. Özellikle La Comparcita’yı. O günlerde düğünlerde gelinle damadın ilk dansı bu parça ile başlardı. Gerçekte hüzünlü bir ayrılık üzerine olan vals müziğini aşkın, kavuşmanın müziği sanmamız ironi değil midir sizce de.
Gençlik zamanı ele avuca sığmayan amcam, sazlı sözlü gecelerin adamıydı. Büyükannem ve büyük babamın öğütlerine kulak vermiş görünür, dilediğince yaşardı. Onun için ben de bir şeyler yapardım, tabii. Ziraat bahçesinden aldığım gülleri bana verdiği adrese götürür, kapıları çalar, karşımda beliren işveli genç bir hanfendiye verirdim.
Yanlış bilgi yüzünden bir ağabey, baba, ya da eli maşalı bir kadın tarafından azarlandığım, kovalandığım oldu. Hatta bir keresinde dayak yememe ramak kalmıştı. Terliği ayağında çıkmasaydı ve biraz da şişman olmasaydı bey amca yanmıştım. Olayın üzerine gülüşlerimiz en mutlu anlarımdı.
Paylaştığımız bu minik sırlar bizi birbirimize yaklaştırıyor, duygudaşlığımızı artıyordu. Cebime ısrarla koyduğu harçlık beni günlerce idare ederdi. Çapkın ve hayat dolu bu adamı ailesi ve yakınları iflah olmaz bir baş belası olarak görüyor, eleştirilere maruz kalıyordu.
Söz verdiği gibi o cumartesi akşamı Turizm Otelinin Pavyonuna birlikte gittik. Sade bir şıklığı vardı buranın. Sadece yanardöner ışıklar rahatsız ediyordu. İnsanlar son derece güzel giyinmişlerdi. Kendi giysilerime baktım. Lacivert takım içinde yirmi yaşında gösteriyor olabilir miydim? Şu gözlüğümün camları kalın olmasa ne iyi olur dedim. Sahi Faruk amca nereye kaybolmuştu? Ara da bul! Nihayet onu görmüştüm. Bir masadan bir masaya geçiyor, sohbet ediyordu. Arada kahkahalarını duyuyordum. Bazen beni göstererek onlara bir şeyler söylüyordu. Bense çok sıcak olmamasına karşın ter içindeydim. Elim seyrek bıyıklarıma gidiyor derin derin nefes alıyordum.
Sunumu güzel yemekleri yerken ben şarap amcam viski içiyordu. Keyfi yerindeydi ve ortamı beğenip beğenmediğimi, kendimi nasıl hissettiğimi öğrenmek istiyordu. Bir ara yeniden kalkıp orkestranın yanına gitti. O sırada kabarık saçlı, İspanyol favorili müzisyen mikrofon elinde “sesss, sessss, sesss, deneme, bir ki, üç” diyordu. Aralarından birinin kulağına bir şeyler söyledi ve yeniden masa gelip oturdu.
Akort bitince, müzik başladı. Kadehler kalkıyor, neşe ve cesaret açığa çıkıyordu. İki gitar, bir akordeon bir de bateriden oluşuyordu grup. Desenli ve bedenlerini saran bağrı açık gömlekleri, dardan genişleyen, favorileri gibi İspanyol paçalı pantolonlarıyla renkli ve hoş bir görünüm sergiliyorlardı. Bence çok iyi de çalıyorlardı.
Kısa moladan sonra sahnedeki yerlerini yeniden aldılar. Amcamla aralarında özel bir işaretleşme oldu. Sanki herkes bu anı biliyor bu anı bekliyordu. Ve Comparcita’nın giriş müziği başlar başlamaz amcam iki masa ötemizde, Kim Novak’a benzettiğim bir kadına doğru ilerledi. Doğruldum. Uğultu birden kesildi. Kadın kırmızı elbisesinin eteğini düzelterek kalktı. Birlikte pistin ortasına geldiler. Öyle uyumlu dans ettiler ki bittiğinde büyük bir alkış koptu. Zarif bir reveransla ona teşekkür ederek yanıma geldi.
“Bravo amca! Harikasın!” dedim. Harikaydı ama görkemli yaşamına para dayanmıyordu. Peder bey varsıl da olsa eski zaman insanıydı. “İsraf haramdır, oğlum. Sana kalsak bu gidişle don gömlek ortada kalırız.” Dedi. Kapanan musluklar yüzünden kapana sıkılan amcam, tavan arasında kullanılmayan ne varsa birer ikişer sattı. Ondan eski küçük bir halı alan Basil Beyin eşi Jülya Hanım çenesini tutmayıp da büyük anneme, “Hayrola komşu! Göç mü ediyorsunuz yoksa?” diye sorana kadar bir şey fark etmediler. Neyse ki bu işe bulaştırmamıştı beni.
Askere giderken Hercai oğullarının olgunlaşacağına kanaat getiren bizimkiler “Haaa! Görsün bakalım aynayı konyayı! Sıkıysa orduda yapsın bunları!” dediler. Beklenmeyen bir zamanda kapılarında görünce asker oğulların zamanın çabuk geçtiğini sandılar ilkin. Yoksa ordudan mı atılmıştı? Vayy başımıza geleeen!
Zırt pırt izin alan amcam komutanına en son ne söylediğini unutunca, adam da isyan etmiş. Komutan, “Faruk! Senin aile topyekûn savaşta mı be oğlum, bari iki kere öldürme onları” demiş.
Büyük babamla büyük annem Kış mevsimine kadar ne yapacaklarını düşünüp taşındılar. O şebiyelda gecesinde akıllarına gelen “B” planı aslında son derece bildik bir organizasyondu. Validesi çok sevdiği bir akrabasının pembe yanaklı yeni yetmesiyle baş göz edecekti onu. Hele yok desin! Silik bir fotoğraf önüne konduğunda amcam isyan etti.
“Anne olur mu böyle saçmalık!” deyip sırtını döndü, gitti. Ama kızı ona gösterdiklerinde bir hoş oldu. Gerçekten de yengem ilerleyen yaşlarında bile güzeldi. Evlerine yakın bir tuhafiye dükkânı da geçimlerine yetecekti. Peş peşe gelen çocuklarla iyi bir düzen tutturduğunu sananlar yanıldıklarını anladılar. Bunca sorumluluktan sıkılan amcam yeniden uzamaya, zevk-ü sefa içinde zamanını şurada burada geçirmeye başladı.
Tepkiler geliyordu eşinden de ailesinden de… Ancak nasıl desem onda bir şeytan tüyü vardı ki kime ne dese kendini çabucak affettiriyor, ortada suç namına ne varsa her şey kanatlanıp uçuyordu. Bir sabah uyandığında “Ben Almanya’ya gidiyorum. Şimdilik siz burada kalın. Sonrasında bakarız” dedi ve gitti.
Berlin’de her şeyin yolunda, işinin ve kazancının yerinde olduğunu öğrendik. Eh artık Almanya’da bizim de bir akrabamız vardı. Yengem bu ayrı kalıştan huzursuzluğunu dile getirince amcam onu da yanına aldırdı. Yengemin de işe girmesi ile bir yola girmiş gibilerdi. Kuzenlerim dede ve nenelerinin yanında kaldı. Henüz küçüklerdi, şimdilik kendi ülkelerinde ve emin ellerdeydiler. Dedem “Gelir gidersiniz. Biz sizden daha iyi bakarız onlara” dedi.
“Yüklerini tutunca geri gelirler nasılsa. Çocukların ne işi varmış gâvurların arasında” derdi bize de. Sonra aldığımız haberle iyice şaşırdık. Bu defaki bize göre üstün bir başarı haberiydi. Çalıştığı yerden ayrılıp kendi şirketini kurmuş. Dahası bu herhangi bir şirket değil üstelik. THY’nin dışında Türkiye’de de şubesi olan ilk dolmuş uçakları kaldırmaya başladı. Almanya Türkiye arasında seferleri olan Modern Air dolmuş uçakları, özellikle işçileri yarı fiyatına götürüp getirdiği için yer bulunmuyordu. Gezi Turları da devreye girince gelir düzeyi enikonu yükseldi. Bir Zuhal Yıldızı gibi evrensel aklın esrarına ermişti sanki. Olağanüstü parıldıyordu.
Onunla en son İstanbul’da buluştuk. Daha uzun yıllar görüşürüz sandım. Babamı çocuk yaşta kaybettiğimden ona büyük bir sevgiyle bağlıydım. Keyfi yerindeydi. Bu keyifte yeni edindiği ve hayat arkadaşı olarak gördüğü kadının da etkisi vardı. Tüm bunlar onu ne eksiltiyor ne de uzaklaştırıyordu benden.
Nasıl bu denli hızlı karar aldı bilmiyorum. Ama duyduk ki sevgilisi ile İzmir’e yerleşmiş. Eşinin uzun süre ayrı kalmasına, sık sık iş seyahatlerine çıkmasına alışkın yengem homurdansa da ne yapacağını bilemiyordu. Türkiye’ye geldiğinde kayınvalidesi ile kayınbabasına kocasının ortadan kayboluşlarını şikâyet etmekle yetindi.
Ertesi yaz, temmuzdu sanırım… İznini çocuklarıyla geçirirken bir mülk satışı için yengemin imzası gerekti. Bu yüzden Tapu Dairesine götürdüm onu. Az geride onu beklerken kalın bir çığlık koptu. Yengemmiş. Yanına koştum. Kendisinin haberi olmadan yerleşim belgesinin İzmir’e alınmış olduğunu öğrenince şok geçirmişti kadın.
“Derhal, derhal nüfus dairesine gidiyoruz” dedi. Asıl kıyamet işte orada koptu. “Olamaz!” demesiyle bayılması bir olmuştu. Amcacığım eşinden ayrılmak yeniden evlenmek istiyordu anlaşılan. Ancak boşanmak kolay mı? Hükümeti devirmek daha kolay diye düşünmüş olmalı. Onu anlıyordum. Ne yazık ki kimseyi üzmeden bir türlü olamıyordu bu işler.
Olay gün yüzüne çıkmaya, neler olduğu kavranmaya başlandı. Bizim haşarı çocuk yengeme çok benzeyen birini bulup mahkemeye getirerek rızasıyla boşanma işlemini gerçekleştirmişti. Yıldırım nikâhı bastığı şimdiki eşiyle de mutlu mesut yaşıyorlardı. İzmir’de Pasaport bölgesinde Hediyelik Eşyalar Mağazası açmış. Deri giysilerden tutun da antikalara, dekoratif objelere kadar yok yokmuş. Limana yanaşan gemilerden inen yolcular buraya uğramadan bir yere gitmiyorlarmış. Bildiği lisanlar, iletişim becerisi işini kolaylaştırıyormuş tabii. Fuar zamanı stant sahipleriyle konuşur neredeyse dükkânında mal kalmazmış. Uçak şirketini de zaman içerisinde devrettiği söylendi.
Bütün bu bilgiler akarken yengemin sarsıntıyı atlatması kolay olmadı. Almanya’da oluşu, çocuklarının desteği, çalışması ona yardımcı olmuştur eminim. Bir avukat tutup karşı dava açtı. Eski evliliği geçerli oldu ama yenisi iptal olamadı. Ertelemeler falan filan derken zaman aşımına uğradı. Faruk Bey de boş durmamıştı bence. Takipsizlik kararı ile belki de ilk kez T.C tarihinde iki evliliği de yasal görünen bir erkek olarak tarihe geçti.
İkinci evliliğini sürdürürken amcamla görüşmelerimiz sekteye uğradı. Bir kızları olduğunu duydum. Sonra gelen acı bir haber hepimizi ürküttü. Faruk amcayı yoğun bakıma almışlardı. Önceleri bilgi edinemedik. Rahatsız mıydı? Kaza mı olmuştu?
Her şey akla gelirdi de bir ağaçtan düşeceği? Bunlar binmişler güneyden yolcu gemisine. Şen şakraklar. Dostları da beraber… Viskisi eğlencesi kahkahası derken gemi durmuş Bodrum limanında. İnmişler kaptanla beraber hava almaya. Amcam keçiboynuzu ağaçlarını görünce dayanamamış. Bizim oralarda çok var. Ben severim diye tırmanmış tepesine. Saniye geçmeden büyük bir gürültü ile düşmüş önlerine. Onu taşımışlar gemiye. İhmal etmiş gitmemiş doktora. Bir gün kan gelince ağzına yatırmışlar yoğun bakıma. Yatış o yatış on gün sonra verdik onu toprağa. İkinci kez babasız kalmıştım.
Yıllar önce ilgiyle okuduğum bir kitap vardı. Ölümle ilgili bölümde ruhların kendi arzuları doğrultusunda yaşamlarının bittiği yazılıyordu. Yalnızca rolleri gereği enerji boyutundan gelen ve insan olmayı deneyen ruhlar kendi belirledikleri süre kadar yaşarlarmış. Ancak unutmaları gerektiği için bu sözleşmeyi hatırlamazlarmış. İlginç. Şimdi ise bu konular sosyal medyada çok yaygın. İnanması güç.
Canım amcam! İsteyerek de gitsen, yıldızların ötesine de geçsen duyarım güleç sesini. Havalar soğumaya görsün, akşamı beklerim. Giyerim trençkotunu. Yürürüm. Bilirim benimlesin.