in ,

Süleyman Deveci: Yazının keyfi

Deneme

"Katibin kollarını sıvaması, defteri veya klavyesinin yanında olması gerekenlere bir göz atması, hatta başını bir an bile önünden ayırmaksızın kendisini satırların esir almasına teslim olması yazının keyfine giden kapıları ardına kadar açar."

En çok şairlerin muhatap kaldıkları malum bir konu. Sonra da öykücülerin, denemecilerin, romancıların, diğer yazı türlerinde sözcük avına çıkanların, yazıyla ciddi anlamda uğraşanların görmezden gelemeyecekleri sıradan sancılardan birisi. Peki nasıl tarif etmeli onu, ne anlamalı yazının keyfinden? Okurken satırlardan tat almak istemek yerleşmiştir artık, yaygın ve bir o kadar da çok bilinir. Keyifli bir yazıydı veya okurken damağımda kalan lezzeti vardı, denilir. Beğenilen, sevilen satırların sahibinin peşine düşenler genelde bu gruba dahildirler. Şekerin tadına bir defa varmış çocuk gibi artık her eline aldıkları yapıtta benzer, hatta çok daha ileri beğeni düzeyi ararlar. Bunun yanı sıra yazarken keyif alanlar da var. Bir başka cephe, yani daha çok yazmayı seven, yazıyla meşgul olanların, hobi veya profesyonel oldukları iddia edilen yazarların kendi uğraşılarından zevk ve keyif almaları. Ama burada bahsi geçen yazının keyfi, başlı başına yazının kendi sorunu, derdi, hastalığı. Ne anlamalı bundan? Biraz daha açmalı.

Uzun müddet yazıyla haşır neşir olanlar iyi bilirler yazmanın, aranan imgelerin veya yerli yerine tam bir isabetle oturan sözcüklerin her zaman gelme ihtimali olur olmaz gelişmeler ve belli başlı şartlara bağlı olmadığını. Ne demek bu: Yazı kayıtsız şartsız egemenliği ele geçirir gibi bir şey. Sınıfları, toplumsal katman ve farklılıkları, mevsim ortalamasında seyir eden genel hava durumunu, sıradan insanın, dünyanın ve yazarın dertlerini, medyanın her türlü halini bir yana bıraktırıp unutturur. Sadece ama sadece kendisiyle meşgul olunmasını adeta gizli bir güçle dayatır ve sihirli büyüsüyle kalem sahibini kulu olmasa da kölesi yapar. Nihayetinde alışkanlıktan da öte memur rutini gibi işler yazıyla muhataplık, onunla yüz göz olmak. Okumayla, bilgiyle, üretkenlik ve çalışkanlıkla doldurulmamış boş bir altyapıyla donan yazı, okuru değil yine yavan ve boş satırların sahibini kandırır. Birkaç tümcesi yeter her şeyin anlaşılmasına, kimin ne kadar kanayarak veya ağlayarak yazıdığına, kimin gülüp eğlenerek, tok karnına satırlara döşendiğine. Kimin kavgacı, kimin ne gibi karakter özelliklerine sahip olduğu seçilen sözcüklerde, kurulan asker gibi dizilmiş cümlelerdedir. Yazının keyfinin tüm bunlarla bir derdi olduğunu sanmak da yanlış. Sonsuz bir özgürlük ve aklın alamayacağı çok boyutlu sınırsız esneklik burada bahsedilen.

Yılların, on yılların hız ve ritmi ile yazanlar için herhangi bir masaya oturmak yeter. Katibin kollarını sıvaması, defteri veya klavyesinin yanında olması gerekenlere bir göz atması, hatta başını bir an bile önünden ayırmaksızın kendisini satırların esir almasına teslim olması yazının keyfine giden kapıları ardına kadar açar. Pencere kenarına konan bir serçenin neden yemin yok diye sorgulaması, cama konan bir arının çiçeklerin mi var diye içeriye bir göz atarak vızıldaması, yoldan geçen bir araba, sokakta ağlayan bir çocuğun verdiği hüzün ya da tam o esnada nara atıp bir şeylere kızdığı belli olan bir akıl hastasının haklı isyanı, yazının keyfinin yerine geleceğinin ispatlarıdırlar. Bahsedilen aslında tam anlamıyla bu dünyadaki her türden yaşam izlerine rağmen huşu içerisinde artık bu boyutu terk edip anlatı dünyasına dalmak ve kendinden geçmiş olmaktan başka bir şey değildir.

Kendiliğinden peş peşe dökülen sözcükler, daha önce kullanmadığınız bir terim, yeni keşfedilmiş bir sözcük, saçma sapan filmlerden aklınızın kıyısında bir yerlerde kalmış ve boş yere zihni işgal etmiş zannettiğiniz ifadeler, sayısız tekrarların verdiği alışkanlıkla yazının keyfini ve istikametini belirler. Yanlışlarmış, yasaklarmış, ucuz sloganvari ifadelermiş kaybolurlar ortalıktan. Arena krala yani yazıya, tek hükümdara kalır. Bir yandan süpürge vazifesi gören yazının keyfi işe yaramaz sözcükleri ve dertleri kapı dışarı ederken, diğer yandan kendisini yani yazının akışını o meşhur tekrarların verdiği özgüvene ve rutine bırakır. Salt, gel bana bir eğlence biçiminde olmak zorunda da değildir, bazen bilgi verir, ihtiyaç halinde yaraları sarar, bazen bir liman, konser, bazen de panayır, kerhane, kitap fuarı, sinema şöleni ve daha benzer nice kıyafete bürünür.

Kimi birkaç ayda bir öykü veya makale yazarken, kimi yazının coşkusunu yakalamışlar için hız ve zaman kavramları bilenen anlamlarını ve içeriklerini yitirmişlerdir. Kendi dünyasını yaratmıştır, bu hayatın değil orasının kendi kuralları, işleyişi, kahramanları, yasa ve evreni vardır. Masasında yazarını yatırıp kaldıran yazının keyfi hem o ifadelerin anlatıcısını, hem kalemi, hem de o zihni kalbi ile birlikte ele geçirmiştir. Her yazarın yazıya bakışı, üzerine titremesi, ona harcadığı zaman, bellek, sözcük hazinesi zenginliği, anlatı gücü birbirinden farklıdır. Edebiyatı zengin kılan en önemli özelliklerden birisidir bu çoğulculuk. Ne sınır tanır, ne dil, ne de milliyet. Yazılan dil değil, anlatının kendisidir onu evrensel kılan. Yazının keyfi olmadan bu evrelere gelinebileceğini zannetmek kirli ilişkilerin kurbanı olmakla eşanlamlıdır. Her türlü kara propagandanın ve soytarıdan beter şişirilip öne çıkarılmış sanatçı geçinenlerin foyasını açığa çıkarma oyunu ustasıdır bu alışkanlık. Aynayı yazarın da, okurun da yüzüne tutuverir.

Yazarın keyfine bırakılmaz yazı, yazıyı yazar yazmaz; belli bir seviyeden sonra bunun tam tersi gündemdir. Yani yazının keyfi yazanı, yazarı ele geçirir. Ona sözcüklere dans ettirir, kalıba sokar, emreder, yasaklar veya özgürleştirir. Çok boyutluluk ibaresi bile yanında can sıkıcı fakirliktedir. Okunanı sindirip hazmetmenin çocuğudur aslında yazının keyfi, biriktirilmiş estetik hazzın üzt boyutlarda seyir etmesine davetiyedir. Zararsız, kendi halinde takılıp görülürse de en üst boyutta tehlikeler içerir. Zira yenilikçidir, yasak tanımaz, ruhun ve zihnin ilaçsız, uyuşturucusuz, kural tanımasız, boyun eğmek nedir bilmeksizin kendi bildiğiyle çevresini güzelleştirerek etkiler, yavaş ama mutlaka dönüştürüp değiştirir. Tarihi yapanların elindeki oyuncakları alıp suratlarına savurur. Bu anlamda haddinden fazla ilerici, çoğu zaman devrimciden de devrimcidir.

Yazarlar var nice insanın olduğu kalabalık cezaevi koşullarında onca gürültüye zerre kadar aldırış etmeksizin yazısını yazabilen. Dışarıda tufan, içeride curcuna mı var elde cımbız pardon kalem varken kimin umurunda. Usta bir yazar büyük karton paketlerden ne güzel masasının olduğundan övünerek bahsederdi. Yaratıcı yazarlığı bu olaydan bağımsız bir tek yazıya indirgemek ne büyük bir sefalet. Yazar mıdır o halde onca yeni ifadeleri kurup yaratan, satırların sahibi mi, yoksa aslında yazı mıdır yazarını var eden? Onca felsefi karmaşanın içerisinde nurtopu ebatlarında yeni bir bilmece. Edebiyatın sıkıcı olduğunu iddia edenlere bir tokat daha. Diğer yandan yazar var gürültüden, en küçük sıradışı alışılmışın ötesindeki sesten rahatsız olan, sırf satırlarına veya romanına yoğunlaşmak için odaklanmayı ıssız bir ada veya ormanda inzivaya çekilmeksizin gerçekleştiremeyen. Kimi sokaktan beslenir, kimi kütüphaneden, bazıları da seyahatlerden. Hayal gücü ve rüyalarından beslenenler de var. Bu anlamda büyülü atmosferi kurabilmek için büyülenmeyi göze almak anlayış meselesi. Yazının büyüleyebileni makbüldür.

Edebiyatı sevmeyen, anlamayan, bilmeyenin yazının keyfinden haberinin olmamasından daha normal ne olabilir. İlk defa böyle bir şey duyuyorum lafı bile başlı başına cehalet kokar. Metni okunur kılan yazarın sosyal medya görselleri değil bizzat yazının, yazılanın maharetidir. Yazının metne hakim olmasını yazar değil yazıya yansıyan, kendisini nazlanıp gizlenmeksizin gösteren sözcükler belirler. Demek öyle ha dercesine sadece intikamcı değildir, öğretici, yapıcı, aktarıcı, yansıtıcı, ufuk açıcı da olabilir. Ömründe bir roman okumamış birisinin politikacı, yazar, gazeteci olması belki beklenebilir ama kendisini yazıya, metnin akışına, yazının keyfine bırakamayan okunabilecek, okunsa da anlaşılabilecek, akılda uzun müddet kalıp okurunu oyalayabilecek ifadeleri doğurması neredeyse imkansızdır.

29.03.2025

Süleyman Deveci

What do you think?

2.9k Points
Upvote Downvote

KOÇTAŞ BİN METREKARELİK YENİ MAĞAZA FORMATI İLE YENİ NESİL MAĞAZACILIK KONSEPTİNİ ZİRVEYE TAŞIYOR

DB Schenkers Elektro-Trucks sind leistungsstark im härtesten Winter