– Kısaca sizi tanıyabilir miyiz? Kimsiniz neden edebiyatla uğraşıyorsunuz, böylesi buluşmalar gerekli midir?
Ben Gülseren Kaya, Ankara doğumluyum. İlk ve orta okulu orada bitirdim, Hamburg’a 1979 da 14 yaşımda ailemin yanına getirildim. Burada eğitimimi tamamladım, Sosyal Management okudum uzun yıllar sosyal alanda çalıştım. Yaklaşık 19 yıldır Hamburg da iş ve işçi bulma kurumunda işverenlere danışmanlık yapıyorum.
Edebiyat zaten hayatımda vardı, okumayı çok seviyorum. Almanca ve Türkçe kitaplar okurum ki her iki dili de iyi kullanabileyim, bir nevi zihin jimnastiği.
Yazmaya mayıs 2020 de internet gazetesi gazetehamburg da köşe yazılarımla başladım. Şimdiye kadar yaklaşık 85 küsür makalem birikti. Ağustos 2022 de basılan “Hayata Dair” kitabımda 65 makalemi toparladık.
Şu an fırsat ve zaman buldukça öykü çalışmaları yapıyorum, ikinci kitabımda öykülerimi toparlamayı düşünüyorum.
Hamburg ve çevresinde mümkün olduğunca edebiyat etkinliklerine katılmaya çalışıyorum, çünkü bu etkinlikler benim hem ufkumu açıyor hem de zihnimi dinlendiriyor. En önemlisi de diğer edebiyatçı yazar arkadaşlar ile fikir alışverişi yapma olanağımız oluşuyor.
Edebiyat sever misafirlerimizin katılımıyla etkinlikte sohbet ortamı güzelleşiyor. Onlarla iletişim biz edebiyatçı yazarlar için önemli bir unsur ve olabildiğince sık ve değişik ortamlarda yapılmalı diye düşünüyorum.
– III. Hamburg Edebiyatçılar Buluşması’na neden katıldınız, ne umdunuz, ne buldunuz? Genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Bir insan sürekli aynı yerde aynı çevrede duruyorsa onda bir ilerleme/gelişme oluşmaz, sadece bildikleriyle hareket eder ve onlarla yetinir.
İnsan yeni kişiler tanıdıkça hem kendini geliştirir hem de çevresine verimli olur.
Bende edebiyatçılar grubunu hem tanımak hem de onlarla birlikte çalışmak istedim. Güzel bir çalışma yürütüyoruz, verimli olabildiysem ne mutlu bana.
– Daha iyi nasıl olabilirdi, beğendiğiniz, beğenmediğiniz yanlar nelerdi?
Önümüzdeki bir yılın planlamasını yapabiliriz, son etkinliklerimizde edebiyata ilginin büyük olduğunu gördüm.
Ayrıca bu tarz etkinliklere katılmak isteyen küçümsenemeyecek bir kesim var. Haliyle onlarında biz edebiyatçılardan beklentileri var. Bence onlara da hitap eden düzenli çalışmalar yapılmalı. Mesela yer ve zaman müsait olduğunda birlikte okuma günleri organize edebiliriz.
– Bir dahaki buluşmada hangi konunun ele alınmasını isterdiniz? Neden?
Bir dahaki buluşmada bir yazarımızın hayatını anlatıp onun kitaplarını okuyabiliriz.
Şiir, öykü ve eleştiriyi bir araya getirebiliriz.
Şimdiden bir sonraki etkinliğimizin nerede, nasıl bir ortamda ve hangi konuda olacağını merak ediyorum.
– Sunduğunuz öykü …
Kara tren
Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra İstanbul Haydarpaşa garında binmişlerdi o ünlü kara trene. Üzgünlük ve bitkinlik artık bedenine çok ağır geliyordu, birde bütün bunların üstüne gelen uykusuzluk. Vagonda ki yerini bulana kadar ayakta zor duruyordu, elindeki çantası sanki tonlarca ağırlıktaydı. Yorgunluktan vücudunun her zerresi ağrıyordu, adımlarını ancak sürükleyerek ilerleyebiliyordu.
Vagondaki yerine oturur oturmaz, gözlerini kapadı. Başı zonkluyordu, yol boyunca otobüste ağlamaktan helak olmuştu, gözleri kan çanağına dönmüştü.
Kara tren yüzlerce insanı sırtına alıp kuzeye doğru yola çıkmıştı çoktan. Evladının son halini anımsadı yine.
Çok zorlanmıştı, o günden sonra vedalardan nefret etmeye başladı.
Sanki annesinin uzaklara gideceğini anlamış gibi babaannesinin kucağında kuş gibi çırpınıp duruyordu. Daha bir yaşında bile değildi, çok küçüktü yavrucak.
Babaannesi baş edemedi çırpınmalarıyla, düşürmemek için indirdi yere.
Minik bedeniyle bir şeyleri durdurmaya çabalıyordu sanki.
Kapının eşiğine kadar emekleyerek annesinin arkasından yetişmeye çalışırken garip bir çığlık atmıştı.
“Anne gitme”
“Beni bırakma, gitme!” der gibi.
Kara tren rayların üzerinde yavaş yavaş süzülürken gıcırtılı sesler çıkarıyordu.
Sanki anneye evladının çığlıklarını hatırlatmayı amaçlamış gibi.
Ara ara homurdanır gibi sesler çıkarıyordu. Sanki yavrularını arkada bırakıp gurbete yol alan annelere kızarak, “yavrunu nasıl bırakıp gidersin” der gibi.
Vagonlarda sessizlik çökmüştü akşamın alaca karanlığına.
Yolcuların çoğu yorgunluktan uykuya dalmışlardı çoktan, çok uzaklardan yerlerini yurtlarını terk edip gelmişlerdi bu Şehri İstanbul’a.
Düşüncelerin ağına takılıp uyuyamayanlar boş boş bakınıyorlardı karanlığa.
Yol uzundu, zaman geçmek bilmiyordu.
Üç gün sürecek olan bu yolculukta kim bilir kaç güzel hayaller kurulup gökyüzündeki yıldızlara gönderilecekti.
Yine aynı gecenin karanlığına sitemler şarkılarla yada türkülerle dile dökülüyordu.
Başı düştü yine önüne.
Şarkının sözleri dokunmuştu yüreğinin tellerine, iki damla yaş gözyaşlarının çukurunda ayın ışığına göz kırpıyordu.
Daha dün bu vakitler evladı kucağındaydı, şimdi kucağı boş kalmıştı.
Evladı şimdi ne yapıyordu acaba.
Annesinin yokluğunu fark etmiş miydi, yoksa çoktan unutmuş muydu olanı biteni. Belkide çoktan uyumuştu mışıl mışıl.
“Bebektir annesinin yokluğunu anlamaz” demişlerdi.
İçini çok acıtmıştı bu söz. Nasıl da kolay söylemişlerdi kelime kelime yüreği hançerlenirken.
Bebekte olsa annesinin yokluğunu anlamaz mı? Annesinin kokusunu sesini aramaz mı hiç?
Bir daha ne zaman görebilecekti acaba evladını?
Ne zaman yurduna, yuvasına dönebilecekti?
Kim bilir?
Daha gidecekleri yere varamadan ne dönmesi diye başını çaresizce silkeledi.
Kaç yıllık bir yolculuktu bu çıktıkları yol?
Nasıl olacaktı gurbet eldeki hayatları?
Yolunu yordamını bilmedikleri dilini anlamadıkları bir ülkeye nasıl alışacaklardı?
Belirsizlikler içinde, evsiz işsiz çevresiz nasıl dayanacaklardı geride bıraktıklarının özlemine.
Hesapta 2 bilemedin 3 sene çalışıp yeterince para biriktirip dönmek vardı.
Böyle konuşmuştu eşiyle, yoksa çocuğunu bırakıp gidemezdi yaban ellere.
Ya işler düşündükleri gibi gitmezse?
Ya 2-3 yıl içinde dönenmezlerse.
Ya hastalanıp çalışamazsa, Allah korusun ya evladının başına bir iş gelirse.
Yine gözleri doldu, ağlamamak için dudaklarını ısırdı.
Bir anda korku sardı bedenini, boğazı düğümlendi, nefes alamadı.
Camı açtı başını kenara dayadı, serin ve temiz havayı çekti içine derin derin.
Biraz rahatlar gibi oldu, eşine göz ucuyla baktı.
Başını cam kenarına dayamış gözleri uzaklara dalmış bakıyordu.
Çok seviyordu eşini, gözünü onda açmıştı.
Ona çok güveniyordu ve onunla her yere hatta dünyanın öbür ucuna bile bir dakika bile düşünmeden gidebilirdi. Evladını bile bırakmıştı eşinin yanında olabilmek için, onunla olmadan yaşayamazdı. Kucağında evladıyla yapayalnız koca yolu gözlemektense onunla birlikte gurbete gitmeye razıydı. Faturası evladından ayrı kalmak bile olsa.
Ne düşünüyor acaba, o da üzgün müydü benim gibi. Aslında evladına o çok daha düşkündü, nasıl ayrılabildi?
Ayrılırken zoraki gülmeye çalışmış hatta evladını güldürmek için oyunlar yapmıştı.
Zorda olsa güçlü olmaya çalışmıştı, onca duygusallığa rağmen.
“Evladım beni gülerken hatırlasın” demişti.
Ben gülemedim, hıçkırıklarla ağladım.
“Evladım artık beni güzel hatırlamayacak” diye hayıflandı.
Niye çalışmaya Almanya’ya gidiyoruz ki?
Ne güzel hastanede çalışıyorduk, düzenli gelirimiz vardı.
Tamam belki az kazanıyorduk ama akşamları evimizde evladımızın sevdiklerimizin yanındaydık. Şimdi çok para kazanacağız, ama evladımızı sevdiklerimizi bir daha ne zaman göreceğiz belli değil.
Kaç yıl süreceğini bilmediği bir yolculuğun başındayken bu vedanın iki yıl sonra biteceğinin hayaliyle uykuya daldı.
Gecenin karanlığında yolunu bulmaya çalışırken yaşayacağı zorlukların zerresini bile düşünememişti, ne kendisi için ne de geride bıraktığı evladı için.
Kendi bile bu zorlukları düşündüğünde korku vücudunun her hücresine yayılırken, bıraktığı küçük yürek, minik can nasıl dayanacaktı bütün bu zorluklara.
Evladı fakir bir gecekonduda doğmuştu, sabaha karşı uzun doğum sancılarından sonra.
Yaşlı kaynanasının refakatında sabaha karşı kucağına alabilmişti bebeğini.
Bilseydi eğer, bir kaç ay sonra annesinden ve babasından ayrılacağını, bebeği bu dünyaya gelmeyi ister miydi?
Doğan her canlı gibi, o da annenin babanın sevgisini şefkatini yaşamaya hakkı yok muydu?
Ebeveynlerini tanıyarak büyümek istemez miydi?
“Beni bu derin duygusal yarayla neden hayata başlatıyorsunuz” demez miydi haklı olarak. Kim bilir, kalbinin derinlerinde hissettiği bu acı belki hiç bir zaman geçmeyecek.
Hep derin bir yaranın izi gibi sırıtacak etrafına.
Elbette annesinin ve babasının uzaklarda olduğunu fark ettiğinde çok üzülecek.
Annesinin ve babasının çok uzaklarda olduğunu bilerek büyürken ve onların ne zaman döneceklerini bilemeden geçirdiği her günün sonunda yorganına sarılarak bir köşede sessizce gözyaşı dökecek.
Bu kadar ruhsal yükün ağırlığının altından nasıl kalkabilir, bu zorluklara nasıl dayanabilir bu küçük beden? Nasıl hayata tutunur ve nasıl ayakta kalmayı başarabilecek?
Yıllar geçerken, her geçen yıl minik yüreğinde bir türlü tamamen iyileşmeyen, kapanamayan derin yaralar bırakacak.
Hayat yolunda geçilen tüm aşamalarda, okul öncesi ve sonrası hep bir eksiklik hissiyle ne zorluklarla atlatacak.
Kim bilir kaç hüzün okyanusunda tekrar tekrar boğulacak.
Canı yandığında başını okşayan şefkatli bir el arayacak hüzünle.
Yanında olmayan annenin sıcaklığını başkalarında arayacak hep.
Korktuğunda babasının arkasına sığınamayacak.
Her seferinde duvara toslamak gibi bir şey yaşayacak, belki karanlıkta yolunu hiçbir zaman bulamayacak.
Kim bilir…
*****
Küçükken de böyleydim ben, balkondaki sedirin üzerinde oturur aşağı yoldaki oynayan çocukları izlerdim. Aslında onları izlerken ben kendi dünyama dalardım.
Yaşayamadıklarımı hayal dünyamda yaşatırdım.
“Birazdan annem mutfaktan çıkacak, ve bana tatmam için pişirdiği o nefis anne kekinden bir dilim getirecek. Annem pastanın ilk parçasını hep bana ayırır, tattırma manasına. Yanına da bir bardak çay, gel keyfim gel.
Biz, annemle o bir dilim keki lokma lokma bölüşüp karşılıklı afiyetle yiyeceğiz.
Akşama doğru babam işten gelecek, annem masayı hazırlarken ben de ona yardım edeceğim. Babam geldiğinde, ben onu kapıda karşılayacağım.
Babam bana sarılıp yanağımdan öpecek ve cebinden bir gofret çıkarıp bana uzatacak.
Annem, gofreti yemekten sonra yemem için gülümseyerek ikaz edecek.
Babaannemin çağırmasıyla hayal dünyamı terk ettim, annem de babam da bir düş olup uçup gittiler..
İkisi de yanımda değillerdi işte ve ben onlardan kilometrelerce uzaktaydım.
Annen yoksa yarımsın, baban yoksa koruyanın yok. İkiside yoksa kimsen yok, yalnızsın bu koca dünyada.
Seni görende sesini duyanın da yok, kimsesizsin ve hiç bir şey söylemeye de hakkın yok.
Daha o yaşlarda hayatta kimseye yük olmama hissi yüreğime yapışıp kaldı.
Ve o zamandan bu zamana yapıştığı yerden bir daha düşmedi…
Daha o yaşlarda kimsesizliğin ne olduğunu bizzat kendim yaşayarak öğrenmedim mi?
Anne ve baba vardı, ama yanımda değillerdi…
Annenin şefkatine babanın sığınağına muhtaç babaannemin peştemalına tutunup avunmayı öğrendim emanet bırakıldığım yıllarda.
Özlemini duyduğum ne varsa uzaklardaydı, hem de çok uzaklarda…
Bu yüzden emanet çocukluktan kalan hüzünlü bir yanım, yaşanmışlıktan kalan sızılarım vardı. Gözlerimin içi parlamıyordu güldüğümde. Parlayan da dökülmeye hazır iki damla yaştan ibaretti.
Her mutluluk anında hep boynu bükük kanadı kırık bir serçe gibiydim.
Çocukluğumda da yapardım ben bunu.
Ne zaman üzülsem çekilirdim kabuğuma, alır başımı giderdim başka diyarlara…
Kendi dünyamda oluşturduğum korunağıma kaçardım.
Benim dünyamda kötülere üzüntülere ayrılıklara yer yoktu, her şey güzel ve iyilikler içindeydi.
*****
Aradan geçen yıllar hiçbir şeyi değiştirmemişti, aradan geçen günler, haftalar, aylar yıllar anne ve evladının arasına geçilmesi mümkün olmayan derin bir uçurum kazmıştı.
Biri bir yanda öbürü öteki yanda, birbirlerini tanımadan yaşamlarına tanıklık etmeden ve en önemlisi anne evlat bağını yaşayamadan geliştiremeden geçip gitti zaman.
Acımasızca ve yıkımlara bakmadan.
Yıllar sonra ara ara görüştüklerinde birbirlerine sarılsalar bile arada hep bir soğukluk yabancılık oluyordu. Anneye değilde sanki yaşlı bir kadına sarılıyor gibi.
Evladını değilde sıradan bir misafiri karşılar gibi.
O anne evlat bağının mayhoş sıcaklığını hiçbir zaman hissedemediler.
O bağı kara tren koparmıştı, yıllar yıllar öncesinde.
Gıcırdayarak rayların üstünde süzülürken homurdanarak lime lime koparıyordu anne ve evladının arasındaki bağı.
İşte yine bir karşılaşmanın vedasında öyle bakakaldılar birbirine.
Biri diğerine can verendi, diğeri canına can bulandı.
Bir zamanlar birbirine kordonla bağlı olan, aralarına duygusal mesafe konulmuş uzaklaştırılmış iki kadın.
Biri ana diğeri evladı.
Gülseren Kaya