“İçini sızıya benzeyen, sızıdan derine daha da derine inen bir bıçak kesiği yokladı.”
Kitap ilk öyküden itibaren tam da böyle bir etki yarattı üzerimde. Kendimi bozkırlardan taşıp dört yanımı saran sapsarı bir atmosferin içerisinde buldum. Toplumun sarı kurdelelerle sarıp sarmaladığı küçük bir kızı anlatan şarkı döndü durdu kulağımda son sayfaya kadar.
Üç bölüm, on beş öyküden oluşan kitapta sadece başlıklar bile okurun kendi hikâyelerine dönüp bakmasına neden oluyor. Kapısına kilit vurup bir daha dönüp bakmadığınız ambarınızın önünde buluyorsunuz kendinizi. İnsan gidebiliyor mu gerçekten, diye düşünüyorum ya da gittiği yerden dönebiliyor mu? Yoksa herkes kendi arafında sürgünde mi?
Leyleklerin gelme mevsiminde içi içine sığmayan çocukluğum düşer aklına. Âmedî-i lâklâk delisi bunlar, derlerdi size. Deli meli umurumuzda olmazdı. Nasılsa gün gelecek leylekler gibi kanat çırpacaktık uzaklara. O uzaklar ki orada her şey mümkün olacaktı. Uçurtma olup yola düşen Özlem’le hiç beklemediğiniz bir anda yolumuzun kesişeceğini nereden bilecektik ki…
Kâğıttan gemilere yüklediğimiz düşler akıntıya karşı ayakta kalamasa da gün gelecek her akşam 17.15’de kalkan trene adımımızı attığımız an yeniden nefes almaya başlayacaktı. İçinden deniz geçen, çok adalı, çok eski bir kentte yeniden çizecektik haritamızı. İşte o zaman arka arkaya dizilen vagonların taş duvarlara dönüşüp çocukluğumuzu çembere aldığı mevsimleri yeniden resmedecek, kırmızı benekleri olan alabalıklar gibi süzülecektik sularda.
Her birimiz beyaz tebeşirlerle yazacaktık kendi hikâyemizi kara tahtanın üzerine. Gecenin zifirisine ışık olan dolunaylarda buluşacaktık. Günebakan tarlalarından geçecek, içindeki kuyudan çıkacak suyun serinliğinde soluklanacaktık. Bizim güz defterimizde o kuyular taşla dolmayacaktı. Ne ölüm deresi vardı çizdiğimiz resimlerde ne mezar vadisi ne de kayıplar uçurumu. Kalenin eteğinden başlayan uçsuz bucaksız bahçelerde meyve veren ağaçlar olacaktı. Kan yatağı ovasını silip atacaktık tablomuzdan.
Zafer kazanmış komutan edasıyla karısının omuz başını tutan resimlerdeki damat babaların, birbirinin kopyası olan çay bahçelerinde kulakları sağır eden çay karıştırma seslerinin karşısında her şeye inat açacaktı yaban gülleri. Onların renk cümbüşünde yıkanacaktık her birimiz.
Labirente dönen kentin sokaklarında yolumuzu kaybettiğimiz zaman karınca yuvalarına bakıp bulacaktık çıkışı. Aykırı çiçeklerin yüreğinde tohum olan acı, zamanla köklenip gövdelenecekti ve sonunda baş eğmez bir asiye dönüşecektik her birimiz.
Kimi zaman aramızdaki kalabalık adım adım çoğalsa da, ne zaman sevsek sevildiğimize inansak da, birini bir gecelik uyku vakti kadar sevmenin yeteceğine inandığımız anlar olsa da kışın ilk karı düştüğü zamanlarda kâğıttan bir kapının önünde buluşacağız.
Mirasyedilerin paylaşamadığı, panjurları kapalı, bahçesi bakımsız, bin yıllık ruhların konağından çıkmış olsak da, neye niyet neye kısmet bir yolda, kendimizi noktası virgülü olmayan bir metnin karakteri olarak bulsak da henüz bitmedi hikâyemiz. Gün gelecek bir yazar çıkacak karşımıza. Öyküsünde bir anıt mezar dikecek, üzerinde “BU KÖYDEN OLUP TOPRAĞIYLA ÖRTÜNMEYENLERİN ANISINA” yazacak. İşte o gün gökyüzünde kuyruklu yıldızlar göreceğiz. Lâl olan hasretin dili çözülecek. Yeniden yazılacak Cemilelerin yazgısı. Elimize aldığımız kitabın sayfalarında tanış olacağız yazarıyla, okuruyla, yarattığı karakterleriyle. Kitap sürgün hayatlarımızın buluşma noktası olacak.
Aradan geçen yılların depremiyle yerle bir olan ahşap binadaki dondurmacımızın yerine açılan nalburdan alacağımız malzemelerle yeniden inşa edeceğiz anılarımızı. Sarı, sapsarı boyaları gökkuşağının renkleriyle değiştireceğiz.
Çocukluğun terk ettiği kentlerde parklar masum zamanlara geç kalmayacak artık. Hayatın dökümü ilkbaharda yeniden kavuşacak renklerine. Herkesten önce herkesten çok sevdikleri çocukları; elleri, kolları, omurgaları olmuş anneler asılı ekmeğe bakarken hep birlikte Adalet’in türküsünü söyleyeceğiz bir cumartesi günü.
Toprak yolda tozu toprağı birbirine katarak ilerleyen aracın içerisinde iliklerimize kadar yorgun düştüğümüz sıra yazar fısıldayacak kulağımıza, yol kısaldıkça zaman uzar. Zaman sanrısında güneşin çekilip içeriye nemli yalnızlıkların dolduğu anda yeniden yeşerecek doğa, yaban gülleri günebakanlar misali güneşe çevirecek yüzünü. Gökyüzü maviliğine kavuşacak.
Duygu Uzel