Okurunun kendisini anlamasını isteyen Oğuz Atay’ın serzenişi gibi Prens Hamlet de “Sözcükler, sözcükler” diyerek anlaşılamamanın telaşıyla savurur öfkesini Hamlet’te. Bugünün medya-internet ve edebiyat ilişkisini daha da yazar adına “kaybedilmişlikler”le belirlediği günlerinde kitap da yok olmak ve şekil değiştirmek arasında bocalama yaşamaktadır. Okur nerededir, nasıl okur, teknolojinin tembelleştirdiği birey için yazı metni değersizleşmekte midir? Aslında bütün bu soruları kitabın bir tüketim nesnesine dönüştüğü, okur-yazar ilişkisinin ticari bir mesele haline geldiği “modern zamanlar” gerçeğiyle açıklamaya başlamak sağlıklı olacaktır. Ahmet Oktay’ın “yazın pazarı” dediği bu ahval aslında “kar”ı merkeze koyan yazma eylemini de gündeme getirir. Ancak sosyal medya ağlarıyla yazmanın ticari boyutu kadar merkezin dışında seyreden özgür, kuraldışı boyutu da okurun bir tüketici olarak karşısına çıkar. Tüketici eğilimi aslında hem kitap hem de internetin sunduğu ağlarda belirleyendir bu noktada. Yüzyıllar öncesi yazılmış Kutadgu Bilig’den çıkıveren “Söz, yazılırsa kalır; acunu dolaşır.” ifadesinin evrensel bir doğruluğu var elbette; ancak bugün için yazının “görünür”lüğünün bir evrenselleşme değil, küresel bir sığlaşma noktasına geldiği de görülebilir bu tüketici eğilimleri bağlamında.
Yıllar öncesinde bir gazete manşetinde yansıyan küçük bir haber dikkat çekiciydi. AVM’lerin birinde öğrenciler kitaplarını açıp özgün sayılabilecek okuma “eylem“i düzenlemişlerdi habere göre. Herbirinin elinde MEB’ce onaylanmış 100 temel eser örnekleri bulunuyordu. Eylemin alt metni tüketim alışkanlıklarını sorgulamak değildi kuşkusuz; daha çok kendince AVM’lere kültürel bir anlam yüklemekti. Bireyin okur yazarlığının sadece kitabın özetini çıkarmaya veya anafikri öğrenmeye indirgendiği günümüzde, söz konusu ”oku, ne okursan oku” iletisi yazmak ve okumak arasındaki etkileşimi ve okurun metinden yola çıkarak yaşadığı çok katmanlı dönüşümü göz ardı edecek sığlıktaydı kuşkusuz. Televizyon ekranlarında, bloglarda, internet sitelerinde dönüşen ve değişen okurun da metne bakışı değiştirdiği görülür bunun sonucunda.
Özellikle okullarda “100 temel eser” şeklinde tuhaf bir belirlenmişlikle süregiden “okuma” eylemi anlaşılmaz bir biçimde okur-yazar etkileşimini yok sayacak derecede dayatmacılığa ulaştı o dönemde. Bir Demokles’in kılıcı gibi muktedirin seçtikleri makbul yazar ve yapıtları anlayışı yeterince okul ortamında “kitapları” müfredatın parçasına dönüştürmüştü bu dönemde. Üstelik okuma ve yazma eyleminin başlıbaşına ideolojik oluşu söz konusuyken bir yandan kitapçılarda sergilenen “Popüler” kitaplar, diğer yandan eğitim sisteminin dayattığı okuma önerileri yazar-okur etkileşimini baltalayacak nitelik taşımaya başladı buna bağlı olarak. Benzer durum sosyal medyanın edebiyat alımlanması için de geçerli olmuştur. Artık kitap anonimdir, şiir şairini yitirir, tüketime açık bir duygu nesnesine dönüşür. Duyguların tecimselleşmesi, körelmiş, yavan bir bireysel dışavurumun bütün metinlere sinmesine de yol açar. Aşkın, acının tüketime açık şiirsel halleri çıkıverir yeni medya çağında.Alımlama süreci o derece hızlıdır ki üstelik. Metnin alımlanması internette geçirilen zaman içinde belirlenir, hızlı bir okuma süreciyle kalıcılaşmadan kaybolup gidebilir.
Göstergebilimin dilin mantıksal sözdizimi ve yazılı metindeki göstergelerin iletinin alıcısında yarattığı dönüşümü irdelediği 21. yüzyılın düşünce dünyasının bir sonucu olarak metin, tüketim ideolojisinin kodları tarafından cilalanarak yazarıyla birlikte önemli bir metaya dönüşmekte ve pazarlanmaktadır. Kitap, stadyumlarda dev kalabalıklarca “okuma şölenleri” dahilinde bir gösteri nesnesine de dönüşürken okumak da anlama ve anlamlandırma ve değiştirme çabası olmaktan çıkmaktadır. ”Saussure’den Roland Barthes’e kadar birçok felsefecinin metindeki göstergelerin okuma sürecini “derin metin”, “yüzeysel metin” ikilemi ekseninde irdelediği göz önüne getirildiğinde bugünkü okuma eyleminin çoğunlukla da “yüzeysel metnin” alımlanmasından öteye okuru taşımadığı da görülebilir. Bugünün okuru artık romanı sinematografik bir gerçek olarak algılamakta, kitabın kapağını açmadan kitap için hazırlanmış bir tanıtım videosundan romanın mekanı hakkında bilgi sahibi kılınmaktadır. Piyasanın “iktidar” algısı romanı “görsel” bir reklam nesnesine dönüştürmüştür bile. Fan siteleriyle, Twitter takipçileriyle metin “yazar” kadar “okur”un belirlediği bir gerçekliğe dönüşüverir.
Metnin İdeolojik Dönüşümü ve “Nesne”leşmesi
Öncelikle dilin yazıyla ifadesinin ilkçağdan itibaren ideolojik görünümlü olduğu bilinmelidir. M.Ö 3500′lü yıllardan başlayarak simgesellikten fonetik dile evrilen harflerin bile toplumların “iktidar” algısıyla bağı kolaylıkla ortaya çıkmaktadır. M.Ö 1300′de hiyerogliflerden alfabeye geçiş, tabletlerden oluşan kütüphanelerin oluşması, M.S 105′ten itibaren Çin’de kağıt ve mürekkebin kullanılmaya başlanması üretim koşullarının ve sınıfsal ilişkilerin birer sonucudur. Yazılı metin bu açıdan seçkinlerin buyrukları, otoritenin dili ve yasaların inşası için önem taşırken, geniş yığınlar sözlü geleneğe terk edilebilmiştir. Bu anlamda yazma uğraşı da okuma uğraşı da başlı başına “seçkinci” bir süreç olarak önem kazanır. Babil’de, Hitit’te, Asur’da kölelik, yurttaşlık, vesayet, mülkiyet ilişkilerini belirleyen yazma süreci, okurunu da “seçkinci” ve “sınıfsal” karakterli çizgide inşa etmiştir. Ortaçağ’da yazının ve metnin dinselliği de tam da benzer noktada “feodal” ve “Ruhban” için gereklidir. Okumanın dönüştürücü süreci de iktidar aygıtının belirlediği çizgide vücut bulur. Zamanla Eski Yunan’dan başlayarak bilim, felsefe, edebiyatın kendine özgü dilsel göstergelerinin oluşturduğu metin ve bağlam kuşkusuz bu ideolojik kuşatmayı da kırabilir hale gelmiş, Rönesans’la başlayan “Aydınlanma” burjuvazinin “entelektüel”i keşfiyle metnin birey-okur-yazar bağına işaret eder olmuştur. Bugün okuma eyleminin tüketim ideolojisiyle sıkı bağı da kitabın bir tüketim nesnesine dönüşmesiyle ilgilidir kuşkusuz. Okur bir tüketici, yazar müşteri memnuniyetini önceleyen “müteşebbis”e dönüşebilmiştir günümüzde. Hatta yazılı basın kadar sosyal medyada tüketilirliğiyle okurunu bulan bir “yazar” imgesi ortaya çıkmıştır artık. İnternet dünyası da kendi seçkin yazarını benzer bir biçimde yaratır sonuçta. Bu okur-reklam endüstrisi-pazar ışığında belirlenir.
Edebiyat, yazılı basınla sosyal medyanın ezeli rekabeti sosyal medyanın nakavtı ile sonuçlanmıştır bugün. Söz konusu iletişim kanallarının, edebiyatın belini sosyal medyaya dayaması kaçınılmaz kılmıştır hatta. Edebiyat bir anlamda sosyal medyaya esin olabilmiş, sosyal medyadan esin kaynağını almış, okurunu sitelerdeki takipçileri ışığında belirgin ve katılımcı da kılabilmiştir. Ekmek kapısı sayılmayan edebiyat ürünü, reklam ve tanıtımlar ışığında “çok okunur” metinler adına yayınevlerinin iştahını açarcasına internet dünyasında daha görünür ve makbul hale gelebilmiştir. Kuşkusuz bu metnin evrenselliği adına bir veri değildir, hatta egemen kültürel iklimle metnin at başı yürüdüğü anlamına da gelmektedir. Hatta okura ne söyleyeceği baştan belirlenmiş metinlerdir birçoğu.Metnin ideolojisini besleyen ve belirleyen bu durum, Terry Eagleton’dan yapacağımız şu alıntıyla da gelinen evreyi açıklar niteliktedir:
“İdeoloji, belli insan özneleri arasında, dilin belirli etkiler yaratmak amacıyla fiilen nasıl kullanıldığıyla ilgili bir şeydir. Bir önermenin ideolojik olup olmadığına, söz konusu önermeyi söylemsel bağlamından kopartılmış bir halde inceleyerek karar veremezsiniz; tıpkı herhangi bir yazının edebî eser olup olmadığına aynı yöntemle karar veremeyeceğiniz gibi. İdeoloji, bir ifadenin içerdiği dilsel özelliklerden çok, kimin kime hangi amaçlarla ne söylediğiyle ilgili bir meseledir.”
Okur-yazarlığın verili egemen dilin söylem alanının ötesine çıkamadığı düşünüldüğünde metni algılama biçimimiz ve metne bakışımız düz bir okuma eyleminden veya “Yüzeysel metin” okuru olmaktan ötelere taşınmak zorundadır. Bir kitabı neden yazar ve neden okuruz? Yazmak içsel bir zorunluluktan öte okurun belirlediği tüketim eğilimin sonucunda mı ortaya çıkar? Bu sorular irdelenmesi, tartışılması gereken başlıkları sunmaktadır bizlere. Metinlerdeki cinsiyetçilik/ ayrımcılık çözümlemesi bile bu soruların ışığında yapılmalıdır. Sovyet düşünür Volişenov’un şu sözü insan bilinci, ideolojik aktarım aracı olarak metin ve bunların etkileşimini açıklar niteliktedir:
“Dilin gerçek üretim süreci şu düzeni izler: Toplumsal ilişkiler üretilir (kökü altyapıdadır); bu ilişkide dilsel iletişim ve etkileşim üretilir; etkileşim içinde söz edimi biçimleri üretilir; son olarak, üretim süreci dil biçimlerinin değişiminde yansımasını bulur.”
Dil ve ideoloji ilişkisi ezilenlerin ve muktedirlerin dilinin çoğu kez çatışan ve yer yer kesişen ilişkilerinin birer sonucu olarak belirginlik kazanmıştır. Bu anlamda metin yazılı bir göstergeler bütünü olarak hem yazan hem de okuyan adına kimi noktada ataerkil ilişkilerle kadın ve erkek kategorileştirmesini, kimi zaman da inanç-özgürlük-toplumsal değer çatışmasını yaratır ve besler. Sözcük, egemen ideolojinin yansımasıyken, sözün muhalif kimliği de metne dair aykırı bir ideolojik dili inşaa edebilmiştir. Kuşkusuz bunun da gerekçesi metni ortaya çıkaran diyalektik süreçtir. İşte okuma sürecini besleyen de dönüştüren de egemen dilin, sözcük seçimlerinin, yazar ideolojisinin toplamı olarak çıkar karşımıza. Bu anlamda “popüler” kategorisi de egemen dilin inşaa ettiği ve okura dayattığı bir “entelektüellik” çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Dildeki egemen ideoloji “cinsiyetçi/ayrımcı” metinlerle okur tarafından tüketilir, okuma eylemi bir “meta ” olarak kitabı bu açıdan da kendi söylem alanında tutsak kılabilir. Benzer “popüler” metin okuma evresinde sosyal medyaya yansıyanlar ise “sözcük hazinesinin” yitirildiği, nutukvari aforizmalar ve çocukluk dönemi serzenişlerinin sürekli dışavurulduğu “kısırdöngüsel” metinler olarak da karşımıza çıkmaktadır. Üstelik aynı cinsiyetçi/ayrımcı/ötekileştiren dille.
Metin-yazar ilişkisinde okuma da yazmak kadar çok katmanlı bir süreçtir kuşkusuz. Egemen dilin tekleştirici yanına karşı yazarın okura yeni bakış açılarıyla bakma özgürlüğünü yine yarattığı yeni dil ve kurmaca dünyasıyla verebildiği örnekler de söz konusudur: Bu durum tektipleşmeyi, yüzeyselliği kırabilmektedir. Çağdaş okur metni alımlarken kendi iç sesiyle yaklaşır, kendinden kıldıkça metni de değiştirebilecek güce sahip olur. Hatta ironik sayılabilir bir durum olarak herhangi bir internet sitesinde karşısına çıkan bir şiiri, şarini yok sayarcasına anonim kılabilir. Dilin kırılması yalnız yazar için değil okur için de geçerlidir artık. Post-yapısalcı bir çözümlemeyle artık yeni metin yoktur, dizaltı ve dizüstü edebiyat sınıflandırmalarıyla “evrensel” anlamını yitiren, çerezlik, geleneği tahrif ederek “geveleyen” metinler dizgesi internetin dolaşım ağına girivermiştir.
Erinç BÜYÜKAŞIK