Okumak için kitaplığımdan aldığım her kitap başka bir yolculuk benim için. Yazarları ise yol boyunca eşlik eden rehberler. Her yazar kendi manzaralarını kendi diliyle aktarır yol boyunca. Onların satırlarından oluşan yol ara sıra beni kendi hayatımdaki kısacık anlara döndürür. O anlar ki yaşandığı zaman diliminde üzerimde etki bırakmıştır. Yazarların gizli mahareti de bu olmalı.
Geçen yıl Gönül Çatalcalı’nın üç roman, bir öykü kitabını arka arkaya soluksuz okumuştum. Birbirini tekrar etmeyen, akıcı, şiirsel dilinin dışında tertemiz metinlerle çıkıyor okurunun karşısına. Ele aldığı her konunun hayatımızda bir karşılığı var. Herkesin bakabileceği genel pencereler yerine kendi penceresinin perdelerini sonuna kadar açıyor. Bu defa küreselleşen dünyanın kapımızın önüne getirip koyduğu sorunlardan biri olan “çöp” konusunu kaleme almış. Almış almasına da kimseye parmak sallamamış. Sistemin çevreyi, doğayı, sağlığı tehdit eden sorunlarından birini beynimizin, kalbimizin içine bırakıvermiş.
“Her dağın bir hikâyesi vardır.
Var mıdır?
Sözün gelişi sordum, vardır ya!
Dağ hikâyesiz olmaz, olursa dağlığının hükmü kalmaz,
efsanelere karışıp kitaplara konu,
coşkun pınarların başında göveren aşklara mekân olamaz.
Ormanını koruyamaz;
ulu çamlarını, kestanesini, kayınını, kekliğini,
hayvanını, otunu, börtü böceğini,
nihayetinde kendini…
Dağ hikâyesiz olmaz.
Eklene eklene büyüyen söylenceleri olmalı ki dağ, dağ olsun.
Ben de gözlerden ırak bir çöp dağıyım.
Çöpten bir dağ.”
Çöp / Kentin Efsanesi’ni beni çıkardığı yolculukla anlatmak istiyorum.
Buza kesmiş bir havada üst üste binmiş insanlarla dolu otobüsteydim. Yolcuların yüzünden günün yorgunluğu akıyordu. Kendime oturacak bir yer bulabildiğim için şanslıydım, üstelik cam kenarı. Yapılacak en iyi şey kafamı cama yaslayıp uyumaya çalışmaktı. Trafiğe bakılırsa gideceğim yere öyle çabucak gitmem mümkün değildi. O sıra gözüme çarptı meydandaki heykelin altındaki adam.
“Beni duyamayacak kadar yakınsın…”
Yapağı haline gelen uzun saçlarını örten yün şapkasından tanıdım onu. Saçı sakalına karışmış bu adamı yaklaşık bir ay öncesine kadar iş yerinin oradaki çöpleri karıştırırken görürdüm hep. Ne zaman selam vermek istesem anlamış gibi arkasını döner uzaklaşırdı. Son günlerde göremeyince içimi bir merak sarmıştı. Aklıevvelin biri işte. Kim bilir nerede, demişti kolumu çekiştiren arkadaşım. Muhtemelen çöpten bulduğu dürbünle tenekenin içinde yaktığı ateşe bakıyordu. Neden sokakta olduğunu, üşüyüp üşümediğini ama en çok o dürbünle ateşte ne gördüğünü merak ettim. Ah, diye geçirdim içimden, keşke sana yaklaşmama izin verseydin. Belki seni rahat ettirecek bir yol, bir çözüm bulurduk. Zülfikar’ın olduğu sayfalarda anılarımın arasından çıkıp gelmesini sağladı Gönül Çatalcalı. Yaşı kaçtı, hikâyesi neydi bilemediğim, öğrenemediğim o adamın elindeki dürbünden okudum kitabı. Her sayfasında eşlik etti bana.
İçinde olduğumuz sistemden ayrı düşünemeyeceğimiz konu başlıklarından biri olan çöp, küreselleşen dünyanın getirip karşımıza koyduğu koskoca sorun dağlarından. Doğru olan doğa ile uyumlu bir üretim ve tüketim sistemini hayata geçirmekken sözde çözümlerle geçiştiriyoruz. Yazar, bu sorunun çoklu yanlarından birine tam orta yerine açıyor kapıyı. Okuru adım adım alıyor içlerine.
Gönül Çatalcalı’nın romanında dile gelen bir çöp dağı anlatıyor bize karakterlerin öyküsünü. Ekonomik ve sosyal statüleri farklı sınıfları çöp ekseninde birleştiren kitapta birbirleriyle kesişen hayatlara tanıklık ediyoruz. Her gün önünden geçip birçoğumuzun görmezden geldiği, görüp burun kıvırdığı insanların hayatına davet ediyor okuru.
“Bir fabrikaya bedel olan ayıklayıcılar… Dişlilerin çarklarında öğütülenler… Etraf temizlenirken kirlenen, dünyada çöpün değeri arttıkça kıymeti azalanlar…”
Romandaki atmosfer son derece canlı, öyle ki okur kendini dağın üzerindeki griliğin içinde çöp kokularına bulanmış halde buluveriyor. Dilber ve Vasfi’nin yüreğinde, Gülkız’ın gül yüzünde soluklanıyorum sık sık. Doğan ise bir kez daha geçmiş zaman yolculuğuna çıkarıyor beni.
“Yoksulluğun göbeğinde merak ve cehalet kol kola gezer. İkiye katlanır iyi niyetler, acıma zırhıyla sarılıp sarmalanmış dedikodular. Kendi sorunlarını unutmaları için bir vesiledir üstelik.”
On yaşından itibaren ekmeğini çöpten çıkaran bir delikanlı tanımıştım. Hadi onun adı da Doğan olsun. Gün doğmadan işe koyulur, gün sonunda çıkmışsa eğer sadece kitapları kendine ayırırmış. Okuma sevdasının yarım kaldığını bilen anne babası da sesini çıkarmazmış. Kuruş kuruş biriktirdiği harçlıkları koşarak gittiği sahafta kitaba çeviriyordu. Sahafa girince yüzünü buruşturanlar da oluyormuş bazen, o buruşturanlara emeğin kokusu diye çıkışanlar da. Ne yapsam çıkmıyor üzerimden, demişti bir keresinde utana sıkıla. Sahaf arkadaşımla sımsıkı sarılmıştık Doğan’a. Biz almıyorduk kokuyu.
Çöp/Kentin Efsanesi’nde insanın doğasında olması ve olmaması gereken her şey her renk var. Siyah ve beyaz kadar keskin çizgilerle ayrılıyor yolu iyilikle kötülüğün. Kum saati ağır ağır akarken katran karası bir yolculuğa hazırlanıyor çöplüğün ağası. Medusa’nın saçlarında oynaşan yılanlar bir avuç dilsizlik doğuruyor bıçak sırtında iki kadının yüreğinin orta yerine.
Hangi mekânın içinde, hangi zamanın dışında olursak olalım hepimizin yolu bir şekilde Dumantepe’ye çıkıyor. Dumantepe de bir efsaneye, her efsane de bir dağa.
Son sayfadaki son satırla bitmiyor kitap. Gönül Çatalcalı’nın şiirsel dili, gerçekçi kurgusuyla yarattığı dünya okurda ayak izini bırakıyor.
Duygu Uzel