Tarihi yazmak, ciddiyet gerektiren devrimci bir eylemdir. Hareket halinde olup kendiliğinden değişmekte olan dünyaya bilinçli müdahalenin yolunu aydınlatır, geleceğe ışık düşürür. Bu bağlamda tarih bilinci ‘tarih yazıcıları’nın değil tarih yazanların pratiğinde somutlaşır.[1]
Uzun yıllar örgütlü devrimci mücadelenin içinde yer almış devrimcilerin, komünistlerin deneyimlerini ve birikimlerini yaşayan ve gelecek kuşaklara aktarmaları da bir eylemdir ama her siyasal eylem gibi devrimci sorumluluk gerektirir.
Belli bir tarihsel sürecin olayları ve kişileri yazılırken yazarın kendisi de bir şekilde o süreçte yer almış ve tanıklık ediyorsa yazma eylemi iki özellik daha gerektirir: Dürüstlük ve nesnellik. Nesnellik ve dürüstlük, anlatılan tarihsel kesitin ve konu edilen olayların bilgi ve belgeleriyle sınanabilir özelliklerdir. Yeter ki gerçeğin peşinde koşan bir merak ve sorumluluk sahibi olunsun.
Sınamanın yollarından biri de anlattığı olay veya tarihsel kesitte kendisinin rolünü öne çıkaran yazarın kişilik ve karakter özellikleri yanında bugün nerede olduğuna, mücadelenin neresinde durduğuna, ne ürettiğine bakmaktır. Bu sadece bir tutarlılık ölçütü değildir; yanı sıra yazarın dünü ve kendisini anlatırken ne ölçüde dürüst ve nesnel olabileceğine dair fikir edinmemizi kolaylaştıracak somut bir göstergedir. İnsan yaşamıyla (veya kalemiyle) tarihi yazarken aynı zamanda tarihin nesnesidir; tarih bilinci dediğimiz şey bu ilişkide bir ölçüt olarak kendini gösterir. Tarih onu ne iken ne yaptıysa, bu dönüşüm yazarın tarihi olayları ve kişileri anlatışına da bir şekilde (yalan veya gerçek, çarpık veya doğru, sübjektif veya nesnel) yansır. Yansımakla kalmaz, tarihsel gerçeklik ya onu doğrular, anlattıklarını değerli kılar ya da rezil eder, çöplüğüne atar.
‘70’li ve’ 90’lı yıllara ait çok sayıda kişisel anı yayımlandı. Her iki dönemin de yenilgiyle sonuçlanmasıyla bir ilişkisi olmalı 20-30 yıl sonra ortaya çıkan bu kişisel tarih yazıcılığının. Çünkü çoğunda, uğranılan yenilgilerin tahlili, anı sahiplerinin kendilerini de dahil ettikleri samimi bir özeleştiri ve ders çıkarma yönelimi yerine yazanların bir zamanlar ne kadar anlamlı işler yapıp ne kadar değerli olduklarını gösterme çabası öne çıkıyor. Amaç bu olunca, olayları çarpıtanlar, dahası pervasızca yalan yazanlar az değil. Bu tarz o kadar ileri gitmiş ve o kadar “meraklı” bulur durumda ki, insan, tarihe takla attıranların fütursuzluğuna mı onları kayıtsızlıkla karşılamakla da kalmayıp sahiplenenlere mi öfkeleneceğini şaşırıyor.
Saygın bir tarihi sömürmek bu olsa gerek
Geçenlerde sendika.org sitesinde denk geldiğim bir kitap tanıtım yazısı bir kez daha alevlendirdi bu öfkemi.[2] Kitabın da ona güzelleme düzen tanıtım yazısının da yazarlarını tanıdığım için dikkatimi çekti. Tanıtılan kitabın adı “Nefer”, alt başlığı “Bir Devrimcinin Anıları”. Kitap bir röportaj olarak hazırlanmış. Anlatan Mustafa Yaşar, röportajı yapan belli değil. Güya kitabı tanıtan güzellemeyi okuyunca “vayyy be!!!” demekten kendimi alamadım. Paraya kıyıp kitabı aldım. Okudukça gerilmeye, giderek tiksinti duymaya başladım. Çünkü Mustafa Yaşar, kendini değerli gösterebilmek için masal anlatıyor, saygın bir tarihi keyfine göre eğip büküyor, yazılı belgeleriyle ortada olan gerçekleri dahi yalanlarıyla çarpıtıp tanınmaz hale getiriyordu. Bıraktım okumayı.
Fakat içime bir kurt düştü. Güzelleme yazısına da bahane edilen Adana Tekel eylemi ve Remzi Basalak’ın tekmesinin anlatıldığı bir bölüm olmalıydı. Eylemin hemen akabinde yakalanıp basının önüne çıkarıldıklarında kurulan teşhir masasına indirdiği tekme ile tarihe geçen bu yiğit komünistin işkencede katledilmesi davasını aynı büroyu paylaştığım İbrahim amca (İbrahim Açan) başta olmak üzere, Hüsnü Öndül, Ahmet Bozkurt Çağlar, Meryem Erdal, Sevim Akat, Yüksel Hoş, Yusuf Akıncı, Fahri Doğan birlikte takip etmiştik. Bu tarih talancısının o olayı nasıl anlattığını merak ettim. İlgili bölümü bulup okuyunca nutkum tutuldu. Eylemin örgütlenmesi ve yönetimi sorumluluğunu -o ifadeyi verirken öldürüldüğünü henüz bilmediğini söylediği- Şaban Budak’ın üzerine yıktığı ifadesi ve katıldığı yer gösterme tutanakları başta olmak üzere dosyalardaki yazılı onca belgeye rağmen bir olayın bu denli çarpıtılıp gerçeklerle taban tabana zıt bir hikâyeye dönüştürülmesindeki “rahatlığı” ve bazıları apaçık sırıtan bu yalanlara düzülen övgünün ölçüsüzlüğü aklım almadı.
Bunun üzerine kitabı, kitaptan seçilmiş alıntılara dayalı güzelleme yazısını ve Remzi Basalak’ın işkencede katli üzerine avukatları olarak ısrarlı bir takip sonucu açtırdığımız davanın dosyasını yan yana getirdim. Karşılaştırmalı okumaya başladım. Öncelikle mesleki ve siyasi deneyimden vazgeçtim mantığı da bir kenara bırakarak kaleme alındığı her satırından akan güzelleme yazısını okurken dikkatimi çeken akıl dışı iddialar üzerinde durdum.
Olacak şey mi bunlar?
Örneğin eyleme yedi kişinin katıldığı söyleniyordu (“Toplam yedi kişidirler eylemde…”). Fakat dosyadaki belgelere göre eylemcilere ait toplam silah sayısı 4’tü. Bunlardan MP5 marka otomatik silahla bir 14’lü ve banka güvenlik görevlisinden alınan Kırıkkale marka tabanca Remzi’nin taşıdığı çantadan çıkmıştı. Diğerleri ise Şaban Budak’ın çatışırken kullandığı 14’lü ile Mustafa Yaşar’ın üzerinde yakalanmıştı. Zaten “Nefer” ifadesinde de eyleme dört kişinin katıldığını söylüyordu. Adını Hasan olarak verdiği ve tipini tarif ettiği dördüncü eylemci, üzerindeki tabancayı Tekel binasının arkasındaki sokaklardan birinde (yine Mustafa Yaşar’ın ifadesi ve yer gösterme tutanaklarına göre “96. Sokak içinde Metal İşhanı ile Özel Hayat Hastanesi’nin önünde”) Remzi’ye vermişti ve Remzi’nin elindeki çantada çıkan 14’lü onun taşıdığı silahtı. Silahsız oldukları anlaşılan diğer üç kişi nereden çıkmıştı, eylem anında neden oralardaydılar meçhul. Bu iddia belli ki birilerini daha eylemde göstererek paye vermek için yazılmış bir senaryoydu.
Yazılan -ve inanılıp pazarlanan- senaryo bu sınırlar içinde kalsa üzerinde durmaya bile değmezdi. Ama dozu giderek artan ve en sonunda Remzi Basalak’ın işkencede katlinin üzerine gidilmediğini iddia edecek ölçüde -bu anlamda hem yoldaşlarının hem de o konuda dava açtırıp sonuna kadar takip eden avukatlar olarak bizlerin çaba ve emeklerini yok saymaya yeltenecek kadar ileri giden- bir ölçüsüzlük ve mantık yitimi vardı ortada.
Düşünün ki -tarih yazımına soyunan yazarın iddiasına göre- yedi kişi, Adana’nın en işlek caddelerinin başında gelen Abidinpaşa Caddesi’nin Vilayet Konağı’na çok yakın bir noktasında bir Tekel Satış deposunda eyleme gidiyorlar. Bunlardan neden orada oldukları meçhul üçü eylemin arkasından bir biçimde buharlaşıyor, dördüncü eylemci geri çekilme hattındaki arka sokaklardan birinde üzerindeki tabancayı Remzi’ye vererek ortadan kayboluyor, geriye kalan üç eylemci ise içinde bir MP5 otomatik silah, iki tabanca, toplam iki yüze yakın mermi ve el koydukları 511 milyon liranın bulunduğu bir çantayla arka sokaklardan birinde park ettikleri Ford marka araca ulaşabilmek için “yaklaşık 10 ya da 15 dakika” yürüyorlar!!! (Nefer, sf.126) Yetmiyor, sanki normal bir alışverişe ya da ahbap ziyaretine gelmişler gibi o kadar uzağa rastgele park ettikleri aracı -önüne ve arkasına başka araçlar dip dibe park ettikleri için çıkaramayacaklarını anlayınca hiç olmazsa oracıkta birbirlerinden ayrılarak hedef küçültmeyi düşünecekleri yerde hep birlikte “bir 10 dakika daha” yürüyorlar (agk, sf.126). Hani neredeyse yollarının üzerindeki çay ocaklarından birine oturup toplu halde çay içmedikleri kalmış!..
12 Eylül öncesinden başlayarak Mustafa Yaşar’ın dosyası gibi istisnai birkaç dava dışında bütün TİKB davalarında büro olarak avukatlık yaptık. Bu dosyaların çoğunda Osman Yaşar Yoldaşcan, Mehmet Fatih Öktülmüş, İsmail Cüneyt ya da Sezai Ekinci tarafından planlanıp yönetilen çok sayıda silahlı eylem iddiası yer alıyordu. Bunlardan bazıları gerçekten filmlerde görebileceğimiz türden bir zekâ ve ustalık işiydi. İçlerinde olumsuz sonuçlananlar da vardı elbette. Fakat hiçbirinde Nefer’de anlatılan düzeyde bir amatörlükle karşılaşmadık.
“Tarih anlatımı” adı altında her yazılana peşin hükümle yaklaşmayan her gözün görebileceği kadar açık olan bu gibi tutarsızlıklar ortadayken anlatanın buna neden ihtiyaç duymuş olabileceğini düşünmek yerine, “Günler öncesinden ince en küçük detayı bile gözden geçirerek yapmışlardı planlarını…” şeklinde güzellemeler düzmek de ayrı bir yetenek olsa gerekti.
Remzi’nin katillerinin ‘savunma tanığı’ Nefer
Adana Tekel Satış deposunda biriken günlük hasılata el koymak amacıyla 23 Ekim 1992 günü girişilen eylemin akabinde yakalandığı zaman polisin gövde gösterisi yapmak amacıyla hazırladığı teşhir masasına indirdiği tekme ile tarihe geçen Remzi Basalak, daha önce yargılandığı bir TİKB davasında müvekkilimdi. Eylemin arkasından yakalandığı haberini aynı büroyu paylaştığımız İbrahim amcaya gelen bir telefon üzerine öğrenir öğrenmez o akşam Adana’ya gitmek üzere yola çıktım. Ertesi sabah Remzi ile görüşmek için izin talep ettiğim soruşturma savcısının şaşkın ve tedirgin halini hiç unutmuyorum.[3] İzin vermesi de benim için sürpriz olmuştu, hiç beklemiyordum. O yıllarda gözaltında sanık-avukat görüşmesi çok istisnai durumlar dışında yaptırılmıyordu. Emniyet binasına gittiğimde dış nizamiye kapısında durduruldum. Remzi için geldiğim haberi benden önce ulaşmıştı anlaşılan. Yazılı izni ibraz etmeme rağmen Adana Emniyet Müdürlüğü’nün bahçe kapısından dahi girmeme izin verilmedi.
Savcının neden yazılı izin verdiği sonra anlaşıldı. Remzi, emniyetin teşhir masasına o tekmeyi attığı günün akşamında işkenceyle öldürülmüş, hastaneye ölü olarak getirildiği muayene tutanağı ile tespit edilmiş ve daha sonra Adli Tıp Kurumu’na teslim edilmişti. Ertesi gün görüşme izni talep ettiğim savcı bu cinayetten haberi yokmuş gibi algı yaratmak için sözde görüşme izni vermiş, sonra da emniyeti uyarmıştı.
Remzi’nin ailesinden önce vekalet alamadık. Buna rağmen avukatlar olarak bizlerin ısrarlı suç duyuruları yanında yoldaşlarının açtıkları kampanyayla cinayetin üzerine giderek soruşturma açılmasını sağladık. Açılan davaya nişanlısı Zeynep Berktaş’ın vekaletiyle ve nişanlılık ilişkisini kanıtlama çabasına girerek müdahil olmaya çalıştık. Remzi’nin yoldaşları bir süre sonra kız kardeşini İbrahim amcaya vekalet vermeye ikna etmişler, o da tevkil yoluyla diğer avukatları yetkilendirdi ve davayı sonuna kadar takip olanağına kavuştuk.
Ancak Nefer yazarı, kitabın 134. sayfasında bu konuda da akıl almaz bir iddiada bulunuyor: Bu konuyla ne ailesi ne de bizimkiler ilgilendi diyebiliyor! Aynı dönem Adana Emniyeti’nde bulunan iki PKK tutsağı yanında kendisinin de açılacak bir davada tanıklık yapacağını “avukatlara da söyledim” dediği halde sonuç alamadığını söyleyebiliyor!!!
Burada sadece bir gerçeğin ters yüz edilmesi yok, daha vahim bir şey var:
Remzi’nin sonunda mahkemeye çıkardığımız katili polisler savunmalarında, bugün kendisini Remzi’nin has yoldaşı olarak göstermeye çalışan Mustafa Yaşar’ın Adana Emniyeti’nde verdiği ifadeyi dayanak gösterdiler ve beraat ettiler.
İnanılır gibi değil ama gerçek!.. Yazılı belgeleri elimizdeki dava dosyasında hâlâ duruyor.
Haklarında işkence davası açılmasını sağladığımız polislerin hepsi mahkemedeki tek tip ifadeleri sırasında, Remzi’yi yakalamaya yöneldiklerinde onun önce elindeki çantadan çıkardığı MP5’i kullanmaya çalıştığını, bunu yapmasını engellemeleri üzerine kendileriyle boğuşmaya başladığını, kafasına ve vücuduna o boğuşma sırasında darbe almış olabileceğini, ilerleyen saatlerde sorgusu sırasında fenalaştığını söylemesi üzerine hemen hastaneye kaldırdıklarını, ölümüne neden olan beyin kanamasının da o boğuşma sırasında aldığı darbelerden kaynaklanmış olabileceğini ileri sürdüler.
Bu düzmece savunmalarına dayanak olarak da -kitabının 128. sayfasında yazdığına bakılırsa- 1983, 1985 ve 1990’da olduğu gibi Adana’daki yakalanışında da polise ifade verdiği halde bu alışkanlığını hâlâ “direnme” olarak gösterme çabasına girmiş olan Mustafa Yaşar’ın itiraflarla dolu ifadesini gösterdiler.
Mustafa Yaşar, 30 Ekim 1992 tarihini taşıyan yazılı ifadesinde, Şaban’dan koptuktan sonra Remzi’yle girdikleri sokaklardan birinde tam birbirlerinden ayrılmak üzereyken başka bir polis ekibinin dikkatini çektiklerini, polislerin üzerlerine gelmesi üzerine Remzi’nin elindeki çantadan MP5’i çıkararak ateşe etmeye çalıştığını ama silahı kullanamadığını, bunun üzerine “polislerle boğuşmaya” başladığını, yakalandığı sırada üzerinde çıkan tabancada 6 mermi olduğu halde kendisinin polislere ateş açmadan Vilayet yönünde kaçtığını anlatıyordu.
Bu kadarla da kalmıyor, savcı Ethem Ekin eşliğinde ifadeli yer göstermeye gidiyor, eylem öncesinden nerede buluştuklarından başlayarak nerede ne yaptıklarını tek tek göstererek itiraflarını pekiştiriyordu. Hem de yoldaşının direnerek ölümsüzleştiği günün ertesinden itibaren.
Hal böyleyken yukarıda linkini verdiğim güzelleme yazısında şunlar söylenebiliyor: “Tek başına yargılanmış bu davada Mustafa. Ne bir isim geçmiş ifadesinde ne de bir randevusunu vermiş polise…”
“Nefer”in itirafları bu kadarla da sınırlı değildi. Eylemden topu topu bir hafta sonra yazılı hale getirilen 30 Ekim 1992 tarihli ifadesinde, eylem öncesi Adana’ya geldiğinde Remzi ve Şaban’la Cengiz Topel Köprüsü’nün üstünde nasıl buluştuklarından başlayarak eylemin hazırlık, gerçekleşme ve geri çekilme aşamalarına kadar her şeyi ayrıntılarıyla anlatıyor, eylem gününü beklerken Adana ve Mersin’de evlerinde kaldığı köylülerinin isim ve adreslerini veriyor, bu arada eylemin organizasyonu ve yönetiminden Şaban Budak’ın sorumlu olduğunu vurguluyordu. Öyle ki, eylem sonrası çekilme hatlarının araç kullanmaya elverişli olmadığı gerekçesiyle araç kullanılmasından eylem günü sabahı vazgeçildiğini Şaban Budak’tan öğrenince “ben oto kullanmak üzere kendimi adapte ettim” diyerek ayak sürüyor ama kabul etmek zorunda kaldığını ifade ediyordu. Yani Şaban çatışarak son nefesini vermek yerine sağ ele geçirilmiş olsaydı Mustafa Yaşar’ın verdiği ifade üzerine içlerinde kesinlikle en ağır cezayı alırdı.
Ve bu “nefer” şimdi kalkmış büyük bir pişkinlikle, “daha önceki yakalanmalarımda da ifade verdim vermesine ama ifadelerimin hepsini kendi belirlediğim doğrultuda ve çerçevede verdim. Bu zamana kadarki gözaltı süreçlerinde birlikte şubede kaldığım insanlar aleyhine ifade vermediğim gibi örgüt arkadaşlarımdan hiç kimseyi ele vermedim” (Nefer, sf.128) masalları anlatabiliyor!!!
Mustafa Yaşar’ın polis ifadesi işkencecilerin eline öyle bir koz vermişti ki, Adana Emniyeti’nin bizim takip ettiğimiz Remzi’nin davasına delil olarak gönderdiği 1992/c-127 sayılı 8 sayfalık polis fezlekesi ile Tekel eylemine ilişkin olarak tamamlanmış olan ilk tahkikat evrakıyla birlikte Mustafa Yaşar’ı savcılığa sevk eden dönemin Terörle Şube Müdürü tarafından imzalanmış 2 Kasım 1992 tarihli üst yazıda Remzi’nin yakalanırken yaşanan boğuşma sırasında aldığı darbeler yüzünden öldüğünün altı özellikle çiziliyordu.
Remzi’nin tekmelediği masayı bir hafta içinde verdiği ifade ve yer gösterme tutanaklarıyla düzeltip eski haline getiren Mustafa Yaşar, 30 yıl sonra meçhul birileriyle söyleşi biçiminde kaleme aldığı anlatımında tarihi o kadar saygısız bir hoyratlıkla eğip büküyor ki, eylem gününün gecesi katledildiği yıllardır yazılıp çizildiği halde hâlâ “Remzi’nin yan hücrelerden gelen çığlıklarını 48 saat boyunca duyduğunu” iddia edebiliyor.
Halbuki hem Mustafa Yaşar’ın yargılandığı Tekel eylemi hem de Remzi’nin işkencede öldürülmesi üzerine açtırdığımız davanın dosyalarına giren belgelerde Remzi Basalak’ın olay gecesi saat 23.45’te Adana Numune Hastanesine ölü olarak getirildiğine dair üç ayrı tutanak ve bir Adli Tıp raporu yer alıyor. Tutanaklardan biri saat 23.45’te muhtemelen onu hastaneye götüren ekipteki beş polis tarafından imzalanmış. Saat 24.00’te tutulan ikincisinin altında ise Terörle Mücadele Şube Müdür Yardımcısı dahil onüç başkomiser, komiser ve polis memurunun imzası var. Numune Hastanesi nöbetçi tabipliği ve Adli Tıp tarafından kaleme alınan raporlarda da gün ve saat 23 Ekim gecesi 23.45 olarak belirtiliyor. Otopsisi ise 24 Ekim günü yapılıyor.
Ama tarih yazmaya soyunan Mustafa Yaşar şubede onun sesini duymaya devam ediyor!!!
Tarihsel belgeleri olan bir eylemi bu derecede çarpıtmaya hatta açıkça yalan söylemeye cüret eden bir anlatıcının kitabındaki diğer hikayeler ne ölçüde nesnel ve dürüst olabilir ki?..
Tarih kandırılamaz, kendisiyle oynanmasına izin vermez. Gün gelir oynamaya kalkanın ayağına dolanır.
Dipnotlar:
[1] Bu vurguyu yapma ihtiyacı duymamın nedeni, 12 Eylül öncesi veya 90’lı yılların mücadelesinde şu veya bu şekilde yer almış fakat daha sonra köşesine çekilmiş hatta çekilmekle kalmayıp yaşam tarzı itibariyle de dibe vuranların, bugün nerede olduklarına bakmadan “bir zamanlar ben neydim” tarzında kişisel “tarih”lerini yazarak veya yaşamlarıyla tarih yazıp ölümsüzleşmiş devrimcileri yaşayan çürümüşlerle aynı resme koyup (özünde kendilerini) anlatan anılarının dürüstlüğü ve nesnelliği sınanmadan ortalığa saçılmakta olmasıdır.
[2] Algül Umutlu, “Yeni Bir Milat Başlatan Devrimci”, https://sendika.org/2022/10/yeni-bir-milat-baslatan-devrimci-remzi-basalakin-tekmesi-669159/
[3] Savcı Ethem Ekin’in, Remzi’nin işkencede öldürülmesinin sorumlularından biri olduğu gerekçesiyle daha sonra TİKB tarafından cezalandırıldığını basından öğrendik.
Yeni bir milat başlatan devrimci:
Remzi Basalak’ın tekmesi
Algül Umutlu
Geçtiğimiz ocak ayında Sarmal Yayınları’ndan çıkan “Nefer” isimli kitabında anlatmış tüm ayrıntılarıyla, olayın tek görgü tanığı Mustafa Yaşar. Ne canlı tanık olduğunun farkında olayları yaşarken ne de tarihe şerh düştüklerinin; günlerce süren işkenceden sonra götürüldüğü Kürkçüler Cezaevi’nde anlamış durumu zaten. Çünkü ne Şaban’ı görebilmiş orada ne de Remzi’yi. Şaban’ı yakalanmamış sanıyormuş o ana dek, bir şekilde çıkıp kurtulmuştur o cehennemden emniyette getirmediklerine göre. Ama ya Remzi? Yaka paça götürüldüğü emniyette görmemiş miydi onu? Yan yana dikilmemiş miydi duvar dibine, biri tekme atarken diğeri slogan atıp bağırmamış mıydı? Neredeydi şimdi? Çıkarıldığı savcılıkta da sormamış mıydı onu “Benimle birlikte yakalandığını iddia ettiğiniz biri vardı, o nerede?” diye. Israrı karşısında “O sonra gelecek” diye geçiştirmemiş miydi devletin savcısı hiç yüzü kızarmadan.
“Teşhir Masası”nı tarihe gömen o tekme
Fotoğrafta, Remzi’nin yanında, onun gibi kolları arkadan kelepçeli, polislerin arasında slogan atmaya çalışan kısa boylu olan Mustafa.
Bütün ayrıntılarıyla anlatmış, 12 Eylül’ün çok öncesinde başlayan tüm yaşamını; bu nedenle koymuş ya “Bir Devrimcinin Anıları” alt başlığını kitabına.
“Faşizmin teşhir masasına attığı tekmeyle aynı gün gördüğü ağır işkenceler sonucu katledilen Remzi Basalak ile son kurşununa kadar direnen Şaban Budak’ın şahsında devrim şehitlerine sonsuz saygıyla…” önsözüyle başlıyor kitap.
“Teşhir Masası”; 12 Eylül döneminde sola karşı girişilen itibarsızlaştırma eylemlerinin en yürek burkanı, insanın içini en acıtanı idi. İşkence yuvası Emniyet Müdürlükleri’nde basın için “itina” ile hazırlanan bu masalar adından da anlaşılacağı gibi tam bir gösteri, tam bir sergileme alanıydı. Hem yakalanan militanlar teşhir edilirdi hem de onlarla birlikte ele geçirilenler. Hemen hemen her gün, akşam haberlerinin olmazsa olmazıydı bu sahne. Onlarca devrimci dizilirdi şubenin odalarından birinin duvar dibine; günlerce süren işkenceden yorgun düşmüş yüzleri ve uzamış sakallarıyla dururlardı öylece orada. Önlerinde beyaz örtülü bir masa olurdu, üzerinde “evlerinde ya da üzerilerinde ya da gizledikleri yerde ele geçirilmiş suç aletleri” dizili sıra sıra. Masanın olmazsa olmazı; kitap, para, silah ve mühimmattı ama bazı günler peruk, telsiz, takma sakal gibi aksesuarlarla zenginleştirildiği de olurdu. Hiçbir şey bulamadılarsa bildiğiniz küçük mutfak tüplerini koyarlardı masanın üzerine. Neye mi yarar? Elbette “bütün semti havaya uçurma hazırlığındayken yakalandılar” yalanını uydurmaya. Bütün dekor hazır olduktan sonra basın içeri alınır, poz poz fotoğrafları eşliğinde televizyon programları yapılırdı uzun uzun. Artık ertesi günkü gazete manşetlerini siz düşünün.
Kimisinin başı dik dururdu duvar dibine dizilenlerin, kimilerinin başları öne eğik, ezik. Ona göre anlaşılırdı zaten sorgunun nasıl geçtiği. Ara sıra “Türk devletinin şefkatli adaletine teslim olun” çağrılarının bile yapıldığı olurdu bu masada; kendi gördüğü işkence yetmiyormuş gibi, dışarıda kalanları aynı işkenceden geçmeye davet edercesine.
Bir yandan ele geçirdiği insanların ağır işkencelerde posalarını çıkartırlarken, diğer yandan da: “Bakın boşuna teslim almıyoruz bunları, biz olmasak daha ne terör eylemleri yapacaklardı kim bilir” gibi yalan makinasını çalıştırıyorlardı.
Ta ki Mustafa’nın bütün ayrıntılarıyla anlattığı 23 Ekim 1992 gününe kadar…
En küçük hatayı şeytan bulur!
Günler öncesinden ince en küçük detayı bile gözden geçirerek yapmışlardı planlarını, tereyağından kıl çeker gibi başaracaklardı soygunu ama ah o park yerindeki ayrıntıya gizlenen şeytan olmasaydı.
Az buz bir eylem değildi aslında, toplam 24 tekel bayisini tek bir eylemle soymuş olacaklardı. Onların yerine zırhlı bir araç çalışıyordu nasıl olsa.
Sabah erkenden işe koyulan bu araba, tüm bayileri tek tek gezip paraları topluyor, öğlen paydosundan önce bankaya götürüp hesaba yatırıyordu. İşte, zırhlı araç bankaya doğru hareket etmeden önce, en sonuncu bayinin önünde gerçekleştireceklerdi soygunu.
Temiz işti doğrusu. Ama caddenin durumu kaygılandırıyordu biraz onları; araba kullanımına fazla uygun değildi, motor daha pratik bir çözüm olurdu ama içlerinde ne motor kullanmasını bilen vardı ne de önlerinde motor öğrenmelerine yetecek kadar zamanları. O kadar çok paraya ihtiyaçları vardı, o kadar zor günlerden geçiyorlardı ki. Biraz uzağa, başka bir sokağa park edilmiş bir araba da pekâlâ görebilirdi işlerini. Öyle de yaparlar.
Toplam yedi kişidirler eylemde; içlerinde bir de, örgütleri TİKB’nin (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği) yakın zamanda cezaevinden firar etmiş olan Merkez Komite üyesi vardır. O firarda da az emeği geçmemişti ya Mustafa’nın, en güvendiği arkadaşını göndermişti cezaevine, onun yerine, bir nevi değiş tokuş gibi işte. Şaban, Remzi, Mustafa ile birlikte yedi kişi, yedi fırtına çocuğu gelmişlerdi eylem yerine.
Temizdi temiz olmasına ama oldukça da riskli bir eylemdi.
Bu nedenle günlerce çalışılmıştı üstünde, herkesin rol dağılımı belli, ezbere biliniyor her şey neredeyse. Eylem anında da hiçbir aksilik yok, üzerine düşeni eksiksiz yapıyor her biri, kimisi çevre kontrolünü sağlıyor, kimisi nöbetçilerle meşgul oluyor, iki kişi de içeri girip paraları alıyor.
Mustafa içeri girenlerden. Yanındakini tam hatırlamıyor ama büyük ihtimalle “Şaban’dı” diyor.
Bir yılı aşkın süredir Adana il komitesinde faaliyet yürüten Şaban, 1986 yılı sonrası, toparlanma dönemi kadrolarından olup İstanbul Teknik Üniversitesi Elektronik Bölümü’nü olanaksızlık yüzünden yarım bırakmak zorunda kalmış bir elektronik sevdalısıdır.
İçeridekileri etkisiz hale getirdikten sonra iki valize doldurdukları paralarla birlikte hızla uzaklaşırlar olay yerinden.
Bir ara sokakta ayrılırlar dört arkadaşlarından; ellerindeki silahları bıraktıkları için hiç dikkat çekmeden bir minibüse atlayıp uzaklaşacaklardır olay yerinden.
Remzi, Şaban ve Mustafa, para dolu iki valiz, biri otomatik onca silahla birlikte arabayı bıraktıkları yere doğru hızla yürümeye başlarlar.
Eylemi başarmış olmaktan o kadar mutludurlar ki taşıdıkları ağırlığın farkına bile varmazlar. Nasıl olsa biraz ileriye park ettikleri arabaya binip, hızla uzaklaşacaklardır onlar da olay yerinden.
Ama o da ne ya? Kötü bir şaka mı yapıyordu birileri onlara, kâbus mu görüyorlardı yoksa? Olacak şey miydi bu şimdi? Biraz önce park ederken boş değil miydi bu arabanın önü ve arkası? Ne zaman dolmuş ki bu park yeri de dip dibe girivermişti arabalar böyle? Hem öyle bir dip dibe ki, değil hareket ettirip çıkarmak arabayı, kımıldatmak bile mümkün değildi yerinden; mecburen geçip giderler yanından.
Bütün umutları, biraz daha ilerleyip bir dolmuş ya da taksi bulmakta.
Güvenlik güçleri de ilk şoku üstlerinden atmış, alarm üstüne alarm vermekte.
Hırsından önüne gelene saldırmaktadır Mete Altan, Adana Emniyet Müdürü o zamanlar. Kim cesaret edebilirdi böyle bir eyleme? Kimdi bu kendini bilmezler? Ah bir geçirirse onu ellerine ne yapacağını biliyordu da… Gerçi olay daha çok taze, daha bir saat bile geçmemiş üzerinden. Elbet güzel bir haber çıkacaktır, peşlerine taktığı onca ekiplerin birinden.
Çok geçmeden ara sokakların birinden çıkar o beklenen haber. Ne haber hem de. Üç kişiye karşılık koskoca bir polis ordusu; onlar polislere, polisler onlara, cayır cayır yanmakta Adana sokakları.
Adana sokaklarında üç genç
Biri Remzi, biri Şaban, biri Mustafa
Vurulur Şaban otuz kurşunla
Üç yoldaş, üçü de üç ayrı yöne dağılır, ellerinde silahları, çatışma üç ayrı sokağa yayılır. O sokak, bu sokak derken, çatışmanın kaosu içinde birbirlerini kaybederler.
İlk darbeyi Şaban alır, şanssızlığı daldığı sokağın çıkmaz olmasıdır. Sokak çıksaydı kurtulur muydu? Belki de, kim bilir? Bütün arkadaşları bir gözünün yarı kör olması nedeniyle tam nişan alamayacağını bilirdi. Son kurşununa kadar direnir, morga kaldırıldığında delik deşiktir 30 kurşun isabet eden vücudu.
Remzi yakalanır sonra; çatışa çatışa girdiği sokakta, otomatik silahı çıkaramadan, yaralı.
O ara, valiliğin önüne kadar yaklaşır Mustafa. Peşinde kimse yoktur, Valilik binasının tam karşısında Kuşseverler Cemiyeti lokaline takılır gözleri, daha önce de birkaç sefer gitmişliği vardır, alelacele oraya atar kendisini. Elini yüzünü yıkar, üstünü başını toparlar. Epey zaman geçmiştir artık, ortalık sakinleşmiştir herhalde. Artık çıksa mı? Öyle de merak ediyor ki yoldaşlarını. Tüh, keşke biraz daha otursaydı. Çıkar çıkmaz tanıyıp yakalarlar onu.
Doğru Emniyet Müdürlüğü’nün gasp masasına. Orada, Remzi’yi görünce içi cız eder, ama Şaban’ı göremeyince sevinir, en azından onu yakalayamadılar herhalde. Remzi ile birbirlerini tanımamazlıktan gelirler ama işkence timi yutmaz tabi, görür görmez tanımışlardır onları ve hiç vakit geçirmeden büyük bir iştahla hızla aşağı, sorgu odasına indirirler.
Daha doğru düzgün sorguya başlanmamışken girer Mete Altan içeri, sevinçten zil takip oynamaktadır sanki; “sonra alırsınız ifadelerini, şimdi daha önemli bir işim var, olayın sıcağı sıcağına basına göstermeliyim onları” der.
Kendileri de itilince odaya, basın için hazırlanan mizansen tamamlanmış olur; beyaz örtülü koskoca bir masa, üzerinde para, silah ve şarjörler…
“Alçaklar, kaldırın bunları!”
İşte basın da gelmiş, hayran hayran Mete Altan’ın yapacağı açıklamayı beklemekte.
“Masayı devireceğim” diye fısıldar Remzi, Mustafa’nın kulağına “Masaya yöneleceğim ben!”
“Ben de basına konuşurum o zaman” diye cevaplar Mustafa, ikisinin de elleri arkadan bağlı. O an, orada kararlaştırıvermişlerdir ikisi de izleyecekleri taktiği.
Mete Altan’dan önce “Alçaklar, kaldırın bunları” diyen Remzi’nin sesi doldurur odayı, sonra da o ünlü tekmesiyle uçuruverir masayı. Start verilmiş, kayıt başlamıştır.
Her şey ağır çekim film şeridi gibi geçmiştir onca gözün önünden; kimse yerinden kımıldayamadan, kimse müdahale edemeden, kimse ağzını açamadan.
Ardından Mustafa’nın konuşması, birbirine karışan sloganları.
Alelacele dağıtır basın toplantısını Mete Altan.
Başka bir salonda yapacağım konuşmamı der, şaşkınlıktan dillerini yutan gazetecileri başka bir salona davet eder.
İçlerinden sadece bir tanesi icabet etmez bu davete.
Göreceğini görmüş, çekeceğini çekmiştir o.
Hızla çıkar o hengamede şubeden, çektiği fotoğrafı gerekli yerlere yetiştirmeye.
Sabahtan beri izlemiştir o da bütün Adana’yı heyecana boğan soygunu ve soyguncuların peşlerindeki sürek avını.
Şaban’ın öldürüldüğünü ilk öğrenenlerdendir.
İlk yıkılan, ilk isyan eden.
İşte şimdi Şaban’ın yoldaşlarını çekmiştir Adana Emniyeti’nde, hem de Mete Altan’ın gözlerinin içine baka baka masasına attığı tekme ile milat yazan yoldaşlarını.
Yerel basından bir gazetecidir o. Diğer bütün gazeteciler gibi kendine has ilişki kurduğu gazetecilerden sadece biri. Ben gazeteci diyeyim, siz onlara Şaban’ın elektronik öğrencileri.
Elektroniğe sevdası boşuna değilmiş Şaban’ın, büyük tekellere hiçbir bedel ödemeden gerekli olan programları bilgisayarlara indiriveren hep oymuş. Yeraltı matbaasını ayağa diken, basını daha okunaklı kılan, kafayı bu işe yoran da o.
Tam bir kitle insanıymış aynı zamanda, gittiği her yerde önce gazetecilerle ilişki kurar, hemen hemen hepsiyle tanışır, arkadaş oluverir, dayanışırmış. Öyle ki, neredeyse bilgisayarına program indirmediği yerel gazeteci yok gibiymiş, beş kuruş para harcatmadan hem de.
İşte şimdi, o gazetecilerden biri, sadece o basmış Şaban’ın yoldaşları Mete Altan’ın yüzüne haykırırken şubede. Bir tek o yetiştirmiş filmi tarihe not diye düşecek olanlara.
Zor ne kelime, cehennemden de öte yıllardı. Hele de böylesi bir eylemden yakalananlara.
Tam üç kere bayılmış Mustafa ağır işkenceli sorgu sırasında. İlk gün askıda bayılmış, ayılınca tekrar almışlar. İkinci gün masanın üzerine buz kalıplarının arasına yatırılmış, burada da bayılmış.
Kendine geldiği zamanlarda Remzi’nin sesi geliyormuş kulaklarına:
“Alçaklar, konuşmayacağım, konuşturamayacaksınız beni!”
Üçüncü bayılmadan sonra ne sesini duymuş Remzi’nin ne de kendisini görmüş.
Kürkçüler Cezaevi’nde rastlamış aynı dönemde şubede olup da Remzi’nin cesedini görenlerle. Biraz onlardan biraz da gazete haberlerinden öğrenmiş onun dilinin kesilip vücudunun parça parça edildiğini.
Bu olaydan sonra ne teşhir masası hazırlanmış Emniyet Müdürlüklerinde, ne de canlı basın toplantısı.
Bundanmış Basalak tekmesi öncesi ve sonrası denmesi.
Tek başına yargılanmış bu davada Mustafa. Ne bir isim geçmiş ifadesinde ne de bir randevusunu vermiş polise. Tek başına yakalanmış, tek başına yargılanmış müebbet hapis cezasına çarptırıldığı davadan.
Ben sadece Remzi Basalak ve Şaban Budak bölümünü aldım ama birçok tanıdık isim, olay ve cezaevi yaşamı bekliyor kitapta sizi. Kimisine şaşırıyorsunuz kimisine de “aaa bundanmış demek ki” diyerek taşları yerli yerine oturtuyorsunuz. Kâh Mustafa ile birlikte ölüm orucuna yatıyorsunuz kâh tünel kazmaya iniyorsunuz türkü söyler gibi. Güneşin sofrası da orada, Şaire Veda da. Vefayı da görüyorsunuz vefasızlığı da.
Tam da kitabına verdiği ad gibi, hiç de büyük iddialarda bulunmadan, bir sıra neferinin sadeliği içinde anlatmış Mustafa yaşadıklarını.