Kent üzerine bilinç akışıyla düşüncelerimi sağaltmayı istiyordum günlerdir. Bu kent tüm kalabalığının içinde yalnızlığımla beni kuşatırken her gün aksamadan süren koşturmacanın içinde yitirdiğim veya yitirdiğimiz “görmek” ve “göz teması” olgusunu irdelemeliydim zihnimde. Şehirliliği taşrayla ilişkilendirdiğimiz modernlik algım „kent“i yüceltirken, kentliliğim yitik bireyi içimde yeniden inşaa ediyordu şantiyeler boğulmuş metropolde.
Hayata karışamayan bizler aslında biraz da onun kıyılarında mesleklerimiz, iş yerlerimiz, evlerimiz arasında mekik dokurken rüzgardaki tozlar oluvermişiz. Birbirimizi hiçe sayan, unutan, yok sayan tozlar. Bana ait değil son ifadelerim. Dream Theater’ın bir şarkısında böyle söylüyor grup.Hepimiz bu rüzgarın içinde birer tozuz. Bir başka cümle akıyor beynimden…”Kirlenmek güzeldir.” Hayatın içinde kirlenen bizler, kirlettiğimiz sularda nefes almaya veya can çekişmeye devam ederken, yitirdiğimiz “göz göze gelebilmek” durumunu arada utana sıkıla yaşıyoruz belki de.. Dıranas’ın dizelerini anımsıyoruz o an, dizelerin yarattığı çağrışım büyük yalnızlıklarımızın habercisi:
“Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram”
Otobüste, metroda, yaşamla kurduğumuz her toplumsal alanda yanlışlıkla göz göze geliyoruz birbirimizle. Sanki kirlerimizin ve kirlendiğimiz gerçeğinin bilincinde kaçırıyoruz gözlerimizi birbirimizden. Adına yabancılaşma diyoruz bu kopuşun. Bireyi yüceltmek adına “ben”in kutsal tapınaklarında arınmaya uğraşıyoruz toplumsal günahlarımızdan. Kirlettiğimiz kentleri tarihleriyle anmaya çalışırken, onlar adına şiirler yazıyoruz. Yalnızlığımızı onayan şiirler her biri, korkularımızla var ettiğimiz koca kentlerin dev yapılarının arasında bir toz bulutu gibi sokakları arşınlıyor, hızlı adımlarla birbirimizden kaçıyoruz.
Hepimiz ıssız limanlarımızda mutlu olmayı yeğlerken kalabalıkların ve bize dayatılan tüketim ideolojisinin içinde mağazalardan, dergilerden, eğlence mekanlarından seçtiğimiz etiketlerimizi bedenlerimizde somutlaştırıyoruz. “Kirlenmek ve kirletmenin güzelliğine inanarak kentleri, sokakları ve hayatları bir aynılaşmaya itiyoruz. İnsan kalabalıkları içinde devasa bir mağazanın içinde tüketiyor dünyayı. Bu kent her sokağında, her caddesinde açılan büyük marketlerin içinde “geçici hazların” ve “boşalan cüzdanlar”ın büyük felsefesini inşa ediyor.
“Tüket” ve “yaşa” kültürünün insan ilişkilerine biçtiği görev de yüzeyselliğin, bedensel hazların ve “ben”in yüceltilen etiketlerinin içinde yok olan “biz” duygusu olmanın ötesine geçmiyor. Gözlerimizden korkuyoruz, görmekten ve kendi gerçeğimizle tanışmaktan. Benleşmeyi bencilleşmek, yalınlığı yalnızlaşmakla karıştıran yeni dünyanın ve yeni dünya düzensizliğinin birer küçük tozları olarak kirletiyoruz ve kirleniyoruz bu kentin devasa varlığında…
Televizyonlarda tanık olduğumuz cinayetlerin, ölümlerin, savaşların, yoksulluğun ve şiddetin aslında bizlerin bir parçası ve kendi gerçeğimiz olduğunun bile bilincinde değil gözlerimiz. Bir başka oyunu oynuyoruz.Televizyonlardaki görüntüler, tükettiğimiz her şey gibi, bir dizi kurgusunda canlanıyor ve unutuluveriyor belleklerimizde. Hayat televizyonlarda da kirleniyor, ekranlar yalan söylüyor, şehir yalan söylüyor. Metroda gözünü kaçıran kadın yalan söylüyor hayatlara dair. Çünkü büyük yalnızlıkların kenti bizi korkularımızla büyütüyor, kirlenenen varlıklarımız kendi tapınaklarında arınıyor.
Kent, büyük kalabalık yalnızlıkların içinde masallarıyla avutuyor bizi. Büyük bilboardlardan, inşaatlardan, yükselen yapılardan, yeni otobanlardan yükseliyor bugünün masallları. Anlatıcıları “ÇAĞIN RUHU”nu muştuluyor. Yüzyıllardır söylenegelen masallar çocuksuluktan uzak bir iktidar diliyle sunuluyor yeni zamanın çocuklarına. AVM’ler, gökdelenler, gecekondular arasına gizlenen çocukluklar yerini erken yetişkinliğe bırakırken törenselliğiyle büyümenin acınası hallerini kuşanıyor toplam. Televizyondan canlı aktarılıyor bu büyük tören. Tüm ihtişamıyla ve tüm ışıltısıyla cilalanmış yaşamları sunan televizyon yeni zamanların kutsallarına tapınmamızı buyuruyor. Kenti ve kentleri bir TOKİ‚ci çok katlılığa tek etmiş yalnızlaşma halleri televizyona mahkum olmuş kitlelerin sokaklardan daha fazla uzaklaşmasına yol açıyor ardı sıra. Ekranın sunduğu gerçeklik algısı hayatın akışından sıyrılmış, akşamları evlerine sığınan çok katllılığın kuşatmasındaki bireyi kendi büyük yalnızlığında dört duvarın içinde tüketiyor, yanıbaşındaki AVM veya süpermarketten evi için yaptığı alışverişin ardından kim bilir İKEA’dan aldığı mobilya takımı veya televizyon köşesinde bir sığınak algısıyla “uzak” kılıyor hayatın deviniminden. “Hayat sokakta” sloganıyla başka bir tüketim algısı yaratılırken kent parsel parsel tüketime açılıyor, sokaklar kafelerle, kafelerde toplanan müşterilerle deviniyor. Eve gidilmeli, akşam dizinin yeni bölümü var, eski bölüm arkadaştan dinlenebilir. Zihnimizin derinliğinde reklamların muştuladığı yeni kutsala tapınma zamanı, cebinde paran var mı, bir kahve daha, yeni açılan kafeyi duydun mu, üzerindeki tişört ne güzelmiş, markası ne, markalaşalım mı, markaların ardındaki yalnızlığı tüketmeye ne dersin? Giderek AVM’leşen yalnızlığımız büyük kentlerin “temiz kalmak” adına sokaklardan kopardığı çocukluklarımızı “TOY SHOP”larda unutuyor. Unutulmuş bir adet çocukluk bulunmaktadır, lütfen danışmaya, iyi alışverişler.
Bu arada AVM’lerin birinde sokağa sıkışmış bir ağaç topraktan can suyunu almış göğe doğru uzanıyordu büyük bir direnç örneği göstererek, çevresindeki yarışamayacağı çok katlı yapılara karşın göğün mavi rengine inatçı bir yaklaşma isteğiyle kuşanmıştı tüm dalları. Gövdesi toprağa sımsıkı bağlı, yaşam suyunu köklerinden alıyordu. Polis anonsları inatçı ağacın AVM’ye inat göğe ulaşma düşünü polis telsizinde bildirmişti bile.
“Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın”