İnsanlık tarihinin mitik döneminden itibaren bütün inanmaların ortak bir “kötülük” algısı din temelli oluşturulmuştur. Kültürün politik bir meta olarak irdelendiği modern metinlerde de “kötülüğün” sine- masal üslup içerisinde bu “mitik” geçmişe sarılması, insanlığın aradığı estetik algısının ezberbozanı gibi görülebilmiştir. Vahşet, vahşilik, öteki olma durumu, canavarlar, kaostan doğan korku öğeleri insanın ilk yaratmalarından bugüne, gözardı edilenin göz önüne taşınması olarak görülebilir. Bugün sinemanın vazgeçilmez bir öğesidir “canavar” imgesi kuşkusuz, üstelik mitik dönemin, sanrıları ve korkularını ardında taşıyarak izleyeni “dinsel” temelli bir izleme eyleminin başat öğesi kılmıştır bu durum. Şeytanın sinemaları içimizdeki batıl olanın, mitik yanımızın fantastik yansıtıcılarıdır günümüzde.
Hesiodos’un İÖ 700 yıllarında yazdığı destansı şiir Theogonia’da, anne Ekhidna yarı piton, yarı peri bir canavardır, tüm epik anlatılardaki gibi yozlaşmış bir Tanrısallığın ürünüdür her biri. Korkunç Kerbelos, çok başlı Hydra, ölümcül Sfenks, Tanrıların düzenine aykırı gelen korkularımızın bir dizi somutlaşmış halleri yüzyılları aşarak günümüz sanatının tecimsel kaygılarıyla görsel bir alana taşınabilmiştir. Estetiğin sunduğu “güzel”in karşıtıdır bu durum, vahşetin zihinde çizilen resmi şiddet, kan ve vahşi hayvanların biçimsel dönüşümüyle karşılığını bulur. Eski Ahit’ten İncil’e tüm kutsal metinler için İblis veya Şeytan imgesi Tanrı’ya kafa tutan, melekler mertebesinde kayda değer bir yere sahip olan ezeli bir muhalif olarak yerini bulur, korkunun mekânsal olarak “yeraltı” kaynaklı olması da bir yandan insanlığın ölüm korkusunun işaretleri sayılabilir. Eski Mısır’da Bes gibi muzır, ahlaki önermeleri reddeden bir iblisin yanında Mezopotamya’da Pazuzu gibi bir iblisin varlığı yüzyıllar sonra sinemanın Şeytan imgesinin altyapısını da yaratabilmiştir.
Kuran’ın dumansız ateşten yapılmış cinleri gibi, İncil’de de sayıları 133.316. 666’yı bulan iblislerden söz edilir. Ortaçağ’da kilisenin korku mekanizmasının benzer bir “İblis”, “Şeytan”, “canavar” algısıyla yarattığı, neredeyse tüm yazmalar, İnciller ve kiliselerde “Şeytan” imgesine yer verildiği söylenmelidir. Ürkütücü kıyamet tablolarında günahkârlar benzer şekilde korkunç canavarlar tarafından cehennemin derinliklerine götürülür, söz konusu tasvirlerde. Tüm bu tasvirlerde çıplaklık ve İblislerin ağır işkenceleri benzer günah algısı içinde resmedilmiştir çoğu kez. Cehennem tasvirleri Hıristiyan ikonografisi için Ortaçağ’da vazgeçilmez hale gelmişken, “Kıyamet” bu kötücül ve sevimsiz yaratıklarla anlatılır olmuştur. Amaç kuşkusuz cemaatin dindarlığının “korku” öğesiyle yaratılmasıdır. İnsanlığın ortak “karabasanları” mitik dönemden kutsal metinlere dek benzer bir algıda varlığını oluşturur böylece. Çoğu kez de kilise için popüler bir nesneye dönüşmüştür bu nedenle. Bugünün dünyasında “güzel”in meta değeri kadar insanlığın zihnindeki karabasanların da metalaşması Ortaçağ’dan bu yana tasvirler, heykellerle görselleşmiş “kötü”nün bir uzantısı olmasından kaynaklanmıştır buna bağlı olarak.
Bir örnek vermek gerekirse İngiltere’nin Fairford kasabasındaki Aziz Mary Kilisesi’nin vitraylarını süsleyen “İblis”lerden bugünün modern anlatılarının tecimsel “İblis”lerine gelen süreçte “korku”, “ceza” kavramlarının insanın değişmez karabasanları olarak varlığını koruduğunu söylemek mümkündür. Tuhaf hayvanlar, dev kuşlar, dönüşüme uğrayarak başkalaşmış bedenler insanlığın korku algısının tüm dinsel anlatılara yansıyan yüzleri olmuştur. “Hasım” veya “davacı” anlamına gelen “Şeytan”ın birçok yüzü farklı dinsel metinlerde kötücül bir öge olarak varlığını korurken, kaynağını sabah yıldızıyla ilişkilendiren Lucifer, melekten Şeytan’a dönüşümünde, inancın dünyasında ışığı getirenden karanlığa mahkûm olana da dönüşmüştür. Bugünkü “Şeytan” algımız oldukça sinemasal bir görsellik içinde “kuyruk”, “yarasa kanatlar” ve keçiye özgü görünümle şekillenmektedir. Simya ve büyünün de devreye girdiği bu olağanüstü dünya Yunan mitindeki “Gorgon”, “Medusa” gibi yılan başı ve büyülü yanlarıyla karşımıza çıkmıştır. Şamanist ayinlerde maskelerle karşılığını bulan büyülü “canavar” imgesi “Kurt adam” gibi bir melezin korkunçluğuyla da yansıtılabilmiş ve sinemasal bir anlatı olarak sinemanın tecimsel dili için vazgeçilmez bir gişe değeri taşıyabilmiştir. Kurt bedenine kıstırılmış insan figürü sözlü anlatılar için Eski Yunan’dan Rusya’ya ve Avrupa mitlerine kadar birçok mitik anlatının vazgeçilmezi olarak modern anlatıya taşınmıştır kuşkusuz. Tüm ürkünçlüğü, vahşiliğiyle, aynı zamanda kıstırılmışlığıyla insanın yüzyılları aşan korku arşetipidir bu açıdan.
Modern anlatıların ve günümüz sinema sektörünün “Hortlak” ve “Gulyabani”ye dair çizdiği görsellik de tam da mitin sunduğu tasarımla örtüşmektedir. Doğa yasalarına aykırı tasarımıyla “korku” öğesi olarak Viking mitolojisinde ölülere eşlik eden Draugr adlı cinden Arap mitolojisindeki Gulyabani’ye kadar (Bin bir Gece Masalları) tüm “Hortlak” figürleri “çocuklara düşkün” ve büyü gücüne sahip özel bir yere sahip olmuştur. Haiti’deki Vudu inancının “Zombi”sine dönüşen bu figür “yaşayan ölü” kavramının bir karşılığı olarak da yer değiştirebilmiştir. Beslendikleri ana kaynak insan korkularıdır. Öteki dünyada yiyecek bulamadıkları için insanların dünyasında açlıklarını gidermeye çalışırlar. Temelde insanların korkulu rüyalarının bir ürünü olarak doğmuş olan bu kötücül varlıkların benzer korkular üzerinden dinsel anlatılarda yerini bulduğu da görülebilir. Bu korku. bu sefer de “cehennem” imgesiyle insanın zihninde yer almış, kilise yüzyıllar boyu bu korku figürlerini“günah”la özdeş tutmuştur. Francisco Goya’nın kâbusun kaynaklarına farklı bir açıdan bakışı da kilisenin beslendiği korkuların kaynağı hakkında bizlere bilgi verebilir. Goya, aynı adlı baskı resminin adını “Aklın Uykusu Canavarlar Yaratır” olarak vermiştir. Bu anlamda da Ortaçağ’dan bugüne insanlardaki akıl uykusunun zihin oyunlarıyla canavar figürlerinin inşacısı olduğunu söylemek mümkündür. Bu korkunun da farklı açılardan sömürü alanına dönüşmesi, “Kilise”nin dinsel anlatılarından başlayarak “modern anlatılar” ın kapitalist tüketim alanına girmesine dek benzer tasarımlarla gerçekleşmiştir.
Sinemadaki “canavar imgesi” dinsel bir algıyı da içselleştirmek ve anlatıda “kilise”yi yüceltmekle gündeme gelmiştir. Bir alt kültür anlatısı olarak bakıldığında Amerikan sineması için 1957’de “İblis’in Kurbanları” filminden başlayarak, Roman Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği” gibi filmlerde mitsel dünyanın Şeytan, canavar, günah ve din kavramlarına bakışı yeni bir okumayla karşımıza çıkar. 1973 yapımı “Şeytan” filminde Şeytan çıkarma ayinleri de yüzyılların dogmalarının sinemaya çoğu kez bıktırıcı bir görsellikle sunulmasında ibaret olmuştur. İnsanın “vicdan”, “günah” algıları sorgulanmadan “din”sel önermeler peşinen kabullenmiş, kilisenin yeni rahipleri, Hollywood’un teknolojik bir silaha dönüşen yedinci sanatında yönetmen olarak var olmuştur. Dinsel anlatı, sinemada tüm klişeleriyle karşımıza çıkar kuşkusuz. Endüstrileşmiş sinemanın izleyeninin tüketimine sunduğu canavar ve İblisler birbirinin tekrarı olmaktan öteye gitmezken, gösteri toplumunun önemli bir silahı olarak sinema miti, kötüyü ve canavarı da kendisine benzeterek bayağılaştırmıştır.
“Din” modern anlatının yeni ticari ürünü olmuştur, bu sinema ürünlerinde. Kötücül varlıkların mitik anlatılardan aparlama şekilleriyle izleyenin karşısına çıkışı da gişe kaygılarıyla beraber iyice önem kazanmıştır. Başlangıcını “Das Cabinet Des Dr. Caligari” (Robert Wiene, 1919) filmiyle yapan korku sineması “Nosferatu” (F. W. Murnau, 1922) filmiyle beraber ekspresyonist bir sinema diliyle yola çıkmış; ancak mitin keşfi, endüstriyel sinema adına oldukça klişe öğelerle süslenmiş bir metaya dönüştürmüştür korku ögesini Hollywood aracılığıyla. Rahibe Jeanne (Vanessa Redgrave) (The Devils) (1971), Canavar Şeytan’ın Gecesi (Night Of The Demon, 1957), Constantine (2005), Şeytan Çıkmazı (Angel Heart, 1987), “Stigmata” (1999), “Kayıp Ruhlar” (Lost Souls, 2000) gibi filmlerde iyi ve kötünün rekabeti, rahiple Şeytan’ın rekabetine dönüştürülmüştür. Kimi zaman insan bedenine giren Şeytan kimi zaman da öteki dünyadan gelen bir canavar tasarımı, benzer mitsel ve dinsel anlatıların moderm anlatıya yeniden aktarımı olarak yansımıştır. Parıltılı, görkemli yapımlarda ucuz anlatılar, canavarı makyaj hileleriyle yapay “korkunç”a dönüştürmüş ve sinema kapitalizmin vahşi bir canavar olarak yüzünü bu mitik dünyaların çoğu kez kötü kopyacıları olarak “estetize” etmeye de çalışmıştır; elbette gişe kaygısından uzaklaşmadan.