Bence dünyanın en güzel yeri deniz kıyıları, en güzel anı da gün batımıdır. Huzuru bulurum denizi seyrederken, dinginliği, telâşsız bir neşeyi ve ferahlığı. Yudum yudum içerim tüm güzellikleri, nefes nefes koklarım dünyayı. Saniyelerin değerini bilirim; her kokunun, her rengin, her sesin tadını çıkarırım. Küçük Prens gibi koşarım günbatımını izlemeye; her gün, her gün izlesem doymam.
Hani Nazım demiş ya Abidin Dino’ya, “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye. Ben olsam, işte bu deniz kıyısında, günbatımını yaparım. Çünkü dünya burada “Hayat güzeldir,” diye haykırıyor. Ben, her dalganın hışırtısında işte bu sözü işitirim. Küçük bir topraktan bile fışkıran bitkiye, denizdeki balığa, havadaki kuşa, güneşin doğuşuna ve batarken sergilediği o eşsiz görüntüye, yıldızlara, aya, dağlara, nehirlere hayran kalırım. Bence dünyadan hayat fışkırıyor ve her yeni doğan bebek, masumiyeti, saflığı yeniden dolaşıma sokup dünyayı kirlilikten arındırıyor. Her günbatımında işte bunun için böyle bir seremoni yaşanıyor. Kıyıya vuran dalgalar, “Bugün de çok kötü şeyler yaşandı ama umut bitmez, çare tükenmez; hayat güzeldir, duyun ve görün!” diyor sanki. Sarılalım diye yaşama, güneş kızıl bir selâm gönderiyor her akşamüstü bizlere. “Hoşça kalın” deyişi bizi hayata çağırıyor.
“Abla, bir mendil alır mısın? Hadi abla, bugün kimse almadı.”
Başımı kaldırıp bana seslenen çocuğa bakıyorum. Çocuğun gözleri sönmüş volkanlar gibi… Yüzünden bezginlik akıyor. Birden düşüncelerimden sıyrılıp silkeleniyorum. Çocuğun sesi ruhuma çarpıyor ve içimdeki mutluluğu, huzuru parça parça edip kanatıyor. Utanca boğuluyorum. O, yeniden yalvarıyor.
“Hadi abla, babam çok hasta…”
İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyormuşum gibi şaşkın bakıyorum hâlâ. O, mendili uzatıyor. Az önceki düşüncelerimi doğrulamasını istercesine içimden ona, ‘Hayat güzel mi, mutlu musun?’ diye sormak geçiyor. Sonra saçmaladığımı fark edip, nasıl olup da böyle bir şey düşündüğüm için kendime şaşıyor, hatta kızıyorum. Yine de gülümseyip ona,
“Merhaba” diyorum. “Sen ne güzel bir kızsın.”
O, satışını yapma derdinde…
“Bir mendil…” diyor ilgisizce.
Doğru olup olmadığından emin olmadan, belki de vicdanımı rahatlatmak için çantamı açıp para çıkarıyor, mendil alıyorum. O, hemen uzaklaşıyor. Arkasından acıyla bakıyorum. Sonra kendi kendimi sorguluyorum: ‘Hani burada hayat müjde gibi yaşanıyordu? Bak, o mutluluğun içine sızı karıştı!’
Sağ tarafıma bakıyorum. Orada sarmaş dolaş iki âşık görüyorum. Öyle mutlular ki, adeta sarhoş gibiler. Bu biraz içimi ferahlatıyor. Az önceki düşüncelerim doğrulanmış gibi rahatlıyorum. Denize iyice sokulup bir kayaya oturuyorum. Ayakkabılarımı çıkarıp suya değdiriyorum. Suyun soğukluğu içimi tatlı bir ürpertiyle dolduruyor, gülümsüyorum. Karşıya, ufka bakıyorum. Güneş iyice alçalmış, top gibi şu anda; çok açık sarı ve hızla batıyor.
Bir seyyar satıcının el radyosundaki haberler ilgimi çekiyor az sonra. Kulak kesiliyorum.
“Dünya ekonomik krize doğru gidiyor. Savaş…”
İçim acıyla burkuluyor.
Hüzünlenip denize dönüyorum. Kırılganlığımı onarmak için suya bakıyorum. Ne garip! Hâlâ göğsümü mutlulukla titretebiliyor mavi sular. Öyle güzel ki şu anda… İpek kumaş gibi; nazlı nazlı salınıyor ve sanki bir ırmak gibi soldan sağa doğru sessizce akıyor.
Arkamdan neşeli çocuk sesleri duyuyorum. Dönüp bakıyorum. Ah! Birbirlerine su atıyorlar. Ne güzel… İçimden onlara karışıp oynamak geçiyor. Aynı anda iki büklüm bir ihtiyarı çöpleri karıştırırken görüyorum. Yine sevincim gölgeleniyor, gülümsemem yarım kalıyor.
İşte o zaman, neşeli kahkahalarıma mazlumların kahkahaları karışmazsa gülüşümün hiçbir zaman ışıklı olamayacağını seziyorum. Dudaklarımı parlatmak için ayağa kalkıp güneşe sesleniyorum.
“Yarın seni seyretmekle kalmayacak, yoluna düşeceğim!”
(Düş Peşindeyim Düş Peşime adlı kitabımdan biraz kısalttığım bir öykü.)
Oya Uslu