Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sık sık gündeme getirdiği, son olarak İyi Parti Ankara Milletvekili Halil İbrahim Oral’ın sözleri ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinden Alevilik yeniden tartışılmaya başlandı.
Bu yazının amacının Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağı, aday olursa Alevi kimliğinden dolayı nasıl bir tepki ile karşılaşacağı ya da şu ya da bu kişinin daha doğru bir aday olup olmayacağını açıklamak değil.
Bu yazının amacı işinde gücünde Sünni inancına mensup insanların inançlarını sorgulamak da değil. Herkesin inancına saygı duymak gerektiğini burada bir kez daha yineleyelim.
Başlığı “Siyasal İslam’ın Alevilikle meselesi” de yapabilirdim. Geçmişten bugüne Müslüman olduğunu söyleyen ülkelerin önemli bir kısmında, hatta laik bir ülke olduğunu söyleyen Türkiye’de de Sünni inancı devletin inancı olmuştur. Böyle bir durumda Sünniliğin siyasallaşması kaçınılmaz bir sonuçtur. Türkiye’de devletin bunun için özel bir çaba içine girdiğini de unutmamak gerekiyor. 1980 öncesi devlet eliyle organize edilen Alevi-Sünni çatışması, Maraş, Çorum başta olmak üzere birçok kentte Alevilere yönelik yapılan katliamlar, 1993 yılında Sivas Madımak Oteli’nde 33 sanatçı, yazar ve aydının yakılarak katledilmeleri hafızalarımızdaki yerini koruyor. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinden Alevi inancına yapılan göndermeleri bu başlık altında anlatmanın daha doğru olacağını düşündüm.
Bu sorunun sadece bugünün meselesi olmadığını, birilerinin oy devşirmek için kullandığı bir argüman olmakla birlikte devletin yüzyıllardır Alevilere bakışını yansıttığı, bu bakışı ortaya çıkaranın Alevilerin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde aldıkları tutumdan, devlet karşısındaki konumlanışlarından kaynaklandığını, bugün Alevilik geçmişten farklı bir noktada olsa da devletin Alevilere bakışının yüzyıllar öncesine dayandığını, bugünün siyasilerinin de bu durumu kullanmaktan çekinmediklerini belirtmek gerekiyor. Bu nedenle bu sorunu bugünün siyasilerinin tutumuyla açıklamak meseleyi doğru bir şekilde tahlil etmemize engel olur.
Bu meseleyi bir süre önce yayımlanan “Dinin Arka Planındaki Sınıf Mücadeleleri” isimli kitabımda “Anadolu’da Sınıf Mücadelesi Alevilik Olarak Karşımıza Çıkar” başlığı altında Selçuklulardan günümüze kadar yaşanan gelişmeleri açıklarken uzun uzun değinmiştim. Şimdi burada kısaca da olsa bir kez daha açıklamakta fayda var.
Eski toplumlarda bugünkü gibi siyasal partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri olmadığı için, sınıf mücadeleleri genellikle kendilerini dinin arkasına gizleyerek var ederlerdi. Bu egemen sınıflar için de böyleydi, ezilen sınıflar için de.
Engels bu durumu şöyle açıklar: “On altıncı yüzyılın sözde din savaşlarında da her şeyden önce pozitif maddi sınıf çıkarları söz konusuydu ve bu savaşlar, aynen İngiltere ve Fransa’da daha sonraki iç çatışmalar kadar sınıf mücadeleleriydi. Bu sınıf mücadeleleri o sıralar dini kisvelere büründüyse, çeşitli sınıfların çıkarları, ihtiyaçları ve talepleri dinsel bir perde altında gizlendiyse, bu aslında hiçbir şey değiştirmez ve zamanın koşullarınca kolay açıklanır.”[1]
Örneğin bugünün kutsal dinlerinden biri olan Yahudiliği ele alalım. İsrailoğulları köle durumuna düştükten sonra Mısır’a göç eder. Musa peygambere Tanrı tarafından iki taş levhaya yazılı on emir iletildiği ve Yahudileri kendi etrafında toplayarak Sina Yarımadası’na getirip esaretten kurtardığı söylenir. Sonradan bu bölgenin egemenleri de bu dini kullanarak halkı baskı altına almayı başardılar. Bunun için baskılardan ve yoksulluktan yılan halk yeni bir kurtarıcı, mesih arama yoluna gitti.
Hıristiyanlık köle isyanlarının olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Bu dönemde baskı ve yoksulluktan bıkan halk Nasıralı İsa hikayesinin etrafında toplandılar. Köleci Roma İmparatorluğu ilk Hıristiyanları kılıçtan geçirirken esas olarak kendi köleci sistemini korumanın derdindeydi. Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans İmparatorluğu) köleci sistem yerine feodal sisteme geçerek kendisini var etmeye çalışmasında da Hıristiyanlık inancının etkilerini görüyoruz. Roma İmparatorluğu 313 yılında kabul ettiği Milano Fermanı ile insanların dinlerini seçmeyi serbest bırakması, 330 yılında devlet olarak Hıristiyanlığı kabul etmesi bu yeni dinin imparatorluk üzerindeki etkisini ortadan kaldırmadı. Roma yüzyıllarca Hıristiyanlığa, dolayısıyla kendisini dayatan yeni üretim biçimine, yani feodaliteye uzun süre direndiği için beklenen oldu. Serbest bırakılan kölelerin kentlerde nüfus baskısı yaratmasının, kuzeyden gelen Germen akınlarının da etkisiyle 476 yılında tarih sahnesinden silindi.
Müslümanlık hukuk, dolayısıyla devlet sisteminin olmadığı Arabistan’da kervanlarla dört bir yana yapılan ticaretin güvenliğini sağlama ihtiyacının bir ürünü olarak ortaya çıktı. İslam peygamberi de dahil, bu dinin ilk yıllardaki yöneticilerinin ticaret sahibi insanlar olması bunu ortaya koymaya yetiyor.
Avrupa’da Köylü Savaşları olarak bilinen Katolik-Protestan çatışması aslında Avrupa’daki feodal beylerin kendi iktidarlarını koruma, burjuvazinin ise feodaliteyi yıkıp kendi iktidarını kurma mücadelesinden başka bir şey değildi. Dönemin dini önderleri Luther ve Calvin bulundukları yerlerde Protestanlık propagandası yaparlarken burjuvazinin kendi iktidarını kurmasına destek verdiklerini biliyorlardı. Köylü savaşlarında köylülerin yanında yer alan ve bu nedenle idam edilen papaz Thomas Müntzer ise köylülerin, yani ezilenlerin yanında saf tutup onların mücadelesinin önderliğini üstlenerek farklı bir sınıfın mücadelesini din yoluyla yapmıştı.
Eski toplumlarda ezilen sınıfların dini inançlar üzerinden kendi dinsel inançlarını yaratarak baskıya ve sömürüye karşı mücadele ettiklerini gösteren örnekler tahmin edilenden de fazladır. Bu konuya Anadolu’da sadece yoksul Hıristiyanların değil, yoksul Müslüman halkın sorunlarına da sahip çıkıp bunun için mücadele eden Ermeni Pavlikan hareketi, Balkanlarda aynı temelde mücadele eden Bogomiller, Fransa-İspanya sınırında haksızlığa karşı mücadele eden ve bu uğurda Hıristiyan orta çağın egemenleri tarafından on binlercesi yakılan büyük ateşlerin içine atılıp katledilen Kathar Hareketi, Zerdüşt inancına sahip Mazdek Hareketi, belki de tarihin ilk yeraltı örgütünü yaratmış olan ve sınıfsız bir toplum için mücadele eden Müslüman Karmatiler gibi her dinden birçok örnek vermek mümkün.
Kısaca eski toplumlarda her sınıf kendi sınıf çıkarlarını korumak için bir dine, bir mezhebe yaslanmış ya da sınıfsal mücadelelerini bir inancın arkasına gizlenerek yürütmeye çalışmıştır.
Sorunun daha iyi anlaşılması için örnekleri çoğaltmak zorunda kaldım. Şimdi Alevi inancının Anadolu’da oynadığı role değinebiliriz.
Yüzyıllar önce Anadolu’daki sınıf savaşları Alevilik üzerinden şekil aldı. Bu biraz da göçebe Türkmenlerin (buna Alevi inancına sahip Kürtleri de katmak gerekiyor) dönemin koşullarınca bir inanca yaslanma ihtiyacından ortaya çıktı. Sünni inancına yaslanamazlardı; çünkü Sünnilik mücadele ettikleri devletin resmi inanışı olmuştu.
Göçebelik otoriteye boyun eğmeme, kendi inanç sistemleri ve kültürüne göre yaşama, baskıya karşı mücadele etme gibi ritüelleri içinde barındırır. Bu özellikleri Selçuklular döneminde başkaldıran Babailerde görmek de mümkün, yakın zamana kadar devletle sorun yaşayan Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış Tahtacılarda, Yörüklerde, Avşarlarda görmek de.
Göçebe kültürün özelliklerini henüz Müslüman olmayan Türklerin Müslüman ordularla savaşlarında da görüyoruz.
Müslüman ordularının Türklere karşı yaptıkları ilk sefer 650 yılında olur. Türklerin Müslümanlığı kabul etmeye başlaması 950 yılından sonraya rastlar. İlk olarak 950 yılında Karahanlılar Müslüman oldular. Oğuzların Müslümanlığı kabul etmeleri 970-1000 yılları arasına rastlar. Selçuklular ise 1040 yılında Müslümanlığı kabul etti. Aradan geçen 300 yıllık zaman Müslüman ordularına karşı Türklerin direnişe sahne olur; çünkü göçebelik otoriteye boyun eğmemektir.
“Artık Türk yerleşimleri birer direniş alanı olmuştur. Gerilla savaşı ile işgalciler yıpratılmaya, yaptıkları yanlarına kar bırakılmamaya çalışılır. Öyle ki yer yer Ceyhun bile geçilerek Emevilere pusular kurulma yoluna gidilir ve ciddi zararlar verdirilir.”[2]
Türkler yüzyıllarca süren direnişin sonrasında Müslüman olduklarında yerleşik sisteme geçerek, sistemle bütünleşip devletin resmi inanışı olan Sünniliği kabul ettiler. Sistemle bütünleşmeyen göçebe Türkmenler ve göçebe Kürtler ise kendilerine bir inanç biçimi yaratarak baskılara karşı direnişlerini devam ettirdi. Bu inanışın adı Alevilik oldu.
19. yüzyıldan sonra ortaya çıkmaya başlayan Kürt isyanlarını bir kenara bırakırsak Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yaşanan bütün isyanlar yoksul göçebe halkın isyanlarıdır. Babai İsyanı, Şeyh Bedreddin İsyanı, Şahkulu Ayaklanması, bazı yönleri ile kendinden öncekilerden ayrılsa da Celali İsyanları, Kalender Çelebi İsyanı gibi daha birçok isyan bu özellikleri taşır. Baskıya, zulme başkaldırdıkları için Yavuz Sultan Selim örneğinde olduğu gibi on binlercesi kılıçtan geçirildi, Kuyucu Murat Paşa örneğinde olduğu gibi on binlercesi kazılan büyük kuyulara atılıp katledildiler.
Yaşanan isyanlara yoksul Sünni inancından insanlardan ya da yoksul Hıristiyanlardan da katılanların olması, bu isyanların daha çok zulme uğrayan yoksul-göçebe Alevilerin isyanları olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bu yüzden Aleviler yüzyıllardır devletin gözünde sürekli öteki oldu. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bu durum hiç değişmiyor. Alevilerin yüzyıllar öncesinden farklı bir noktada olmaları da devletin bakış açısını değiştirmez.
Bugün ezilen, sömürülen halkların kendi sınıf mücadelelerini ya da hak ve özgürlük taleplerini yürütecekleri partileri, sendikaları, demokratik kitle örgütleri var. Bu nedenle yoksul halkın eskiden olduğu gibi sınıf mücadelelerini bir dini inancın arkasına gizlenerek yapma durumları yok. Ayrıca Aleviler yüzyıllar öncesinde olduğu gibi ortak bir inanç topluluğu olarak aynı yaşam koşullarına, aynı sınıf tepkilerine de sahip değiller. Çoğunluk demokrat ve yoksul insanlardan oluşsa da çeşitli sınıf ve tabakalara sahip bir topluluk var günümüzde. Bu inancı oluşturanların arasında farklı farklı siyasal düşüncelere sahip kişilerin olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu nedenle Alevilik eskiden olduğu gibi gerek siyasal açıdan gerekse de sınıfsal açıdan homojen bir inanç sistemi değil. Yine bu nedenle bir duruma karşı hep birlikte aynı tepkiyi verme durumları yok. Kısaca bugün Alevilik, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden farklı bir pozisyondadır. Bugün sadece bir inanç sistemi olarak varlardır ve böyle kabul etmek en doğru yaklaşımdır.
Bugün için Aleviliğin değişen pozisyonu bu inanca sahip insanların ve bu inancın devletin gözünde sadece bir inanç sistemi olarak görülmesini ortaya çıkarmadı. Devletin kodlarında hâlâ daha Aleviler öteki, kendinden olmayandır. Bu nedenle milliyetçi, pragmatist siyasetçiler birkaç oy uğruna toplumu kutuplaştırmak için Aleviliği kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunun bir Anayasa ve insanlık suçu olduğunu bilerek bu ayrımcı, kutuplaştırıcı politikaları hayata geçirmekte bir yanlış görmüyorlar.
Hıristiyanlık bu ve benzeri sorunların çoğunu 16 ve 18. yüzyıllar arasında yaptıkları reformlarla aştı. İslamiyet’te böyle bir durum olmadığı için devletin ya da iktidar sahiplerinin hâlâ daha kullandıkları bir mesele olarak orta yerde durmaya devam ediyor.
Bugün ortaya çıkan bu sonuç laiklikle de ilgili bir meseledir. Ülkede gerçek anlamda bir laiklik olsaydı ne Aleviler ne de bu ülkede yaşayan Hıristiyanlar haksızlıklara uğrardı. Gerçek anlamda bir laiklik olsaydı devlet dini kendisine göre dizayn etmez, bütün dinlere, mezheplere karşı nötr olurdu.
En nihayetinde bu bir demokrasi sorunudur. Gerçek anlamda hak ve özgürlüklerin olduğu, adaletin her alanda hayata geçirildiği bir yerde devleti yönetmeye hevesli siyasiler kendi bekâları için Anayasa ve insanlık suçu işleyerek insanların inançlarını bugün olduğu gibi hoyratça kullanamazlar.
Dipnotlar:
[1] Karl Marx / Friedrich Engels, Din Üzerine, sayfa 138
[2] Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk, sayfa 92