Hafta sonu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, iç siyasetin gürültüsü arasında pek dikkat çekmeyen bir konuğu vardı. Kolombiya Cumhurbaşkanı Ivan Duque gelmiş, terörle mücadele, ticaret ve mülteci konularında görüşmeler yapmıştı. Ama flaş haberi kendi Twitter hesabından duyurdu. Kolombiya’daki en büyük yatırıma sahip Türk şirketi olan Yıldırım Holding’in, liman ve lojistik yatırımlarını ikiye katlayacağını müjdeliyordu.
Önemli bir haberdi. Zira, Yıldırım Holding’in adını son bir yıldır mütemadiyen uyuşturucuyla beraber işitiyoruz. “Nihai durağı Mersin Limanı olan kokain yüklü konteyner…” diye başlayan operasyon haberlerinde, çıkış noktası olarak şirketin işlettiği Ekvator, Peru ve Malta limanlarının adı sıkça geçiyor. Şirket elbette reddediyor ve 2016’dan beri limanlarında yakalanan kokain miktarının 9 kat arttığını, kendi görevlerinin sadece işletmeyle sınırlı olduğunu söylüyor. Haklarında herhangi bir soruşturma da bulunmuyor.
Aslında o kadar fazla liman işletiyor ki, herhangi bir karanlık ticaretin oralara uğramaması neredeyse imkansız gibi. Latin Amerika’dan İskandinavya’ya, İber yarımadasından Akdeniz ve Marmara’ya tam 10 ülkede 22 limanı bulunuyor çünkü. Devasa bir küresel lojistik ağı demek bu. Üstelik 10 yıl gibi kısa bir sürede inşa edilmiş bir ağ.
Uyuşturucu yasal açıdan henüz bir muamma. Lakin Türkiye’den çıkmış bir ‘liman imparatorluğunun’ kendisi, başlı başına dikkat çekici değil mi? Türkiye tarihinin belki de en tartışmalı yıllarına denk gelen, içeride inşaat-ihale ile semirenlere alışkın olduğumuz, ama Çin’in gölgesindeki küresel lojistik alanında sergilenmiş bu yatırım başarısı, sonuna kadar incelenmeyi hak ediyor doğrusu.
İnceleyelim öyleyse… Hangi parayla inşa edildi lojistik imparatorluğu?
İlk sermayenin kaynağı o kadar mühim ki, orası berraklaştığı anda bir ülkeyi, bir toplumu yıkıma sürükleyen ilk ‘günahı’ da görürüz. Hele Türkiye kapitalizminde gasp, soygun, el koyma, talan sermayenin doğum lekesi gibidir. Yıldırım Holding’in büyümesinin temelinde de bir özelleştirme talanı var. Ülkenin doğal bir zenginliği, siyaset eliyle bir şirkete transfer edildi; orada yaratılan para, iflas noktasındaki Lübnanlı bir aileye can suyu yapıldı ve dizi dizi limanlar küresel bir girişimcilik başarısıymış gibi yutturuluyor şimdi.
Oysa özelleştirmeden vergi cenneti adalarında kurulmuş şirketlere uzanan melanet bir çark duruyor karşımızda. O çarkı işleten ciddi bir kaynak da, AKP dönemi payına yer üstündeki beton yığını düşen fukara Elazığ’ın, yer altında yatan milyar dolarlık zenginliğinin özelleştirme sondajıyla çıkarılıp, yurtdışına transfer edilmesiyle sağlandı işte.
***
Yıldırım Holding’in Başkanı Robert Yıldırım, 1961 Sivas Hafik doğumlu bir esnaf çocuğu. Samsun’a taşınıp akrabalarla ortaklık kurma, İTÜ’nün ardından ABD’de eğitim alma derken, “iş bulman kolay olur” diyen Çinli arkadaşının tavsiyesine uyup, ‘İsmail’ olan ismin ‘Robert’ olarak değişmesiyle cebe konulan ABD vatandaşlığı…
1993’te Türkiye’ye dönüyor ve Rusya’dan kömür ithalatına başlıyor. Nedeni belirsiz bir anlaşmazlık sonucu Rusya ambargosu yiyince dümeni Çin kömürüne kırıyor.
Yıldırımları bir kömür tüccarı olmaktan çıkarıp sermaye grubu haline getiren sıçrama ise özelleştirmeyle gerçekleşiyor. AKP dönemindeki yıkımın nedeni aranıyorsa eğer, mutlaka özelleştirmeye bakmak lazım zaten. Hele bir Eti Holding yağması var ki üzerine gidilse, Türk Telekom soygunu yanında çerez kalır!
2004-2006 arası Eti Gümüş SSS Yıldızlar Holding’e, Eti Bakır Cengiz Holding’e, Eti Krom ise Yıldırım Holding’e satıldı. Depolanmış milyonlarca dolarlık ürün, toprağın altındaki milyar dolarlık rezervler, kasalardaki nakit para, makine, ekipman, değerli araziler vs. ile kıyaslandığında, ödenen paraların komikliği utanç vericiydi.
Eti Krom 14 Eylül 2004 günü işlemeye hazır 2 milyon ton rezervi, binlerce dönüm arazi üzerine kurulu 2 adet ferrokrom tesisi ve İskenderun Limanı’ndaki yeriyle beraber, 52,2 milyon dolara Yıldırım Holding’in oluyordu. Özelleştirme ganimetine aynı yıl elde edilen Gemlik Gübre Sanayi ile Beykoz Kundura Fabrikası’nı da ekleyelim. STFA’dan Sedef Limanı’nı satın alarak denize açılıyor; sonrasında Gebze, Gemlik’i portföyüne katıp kollarını 2010’dan itibaren dünya limanlarına uzatıyordu. Krom işletmeleri ise Kazakistan, İsviçre ve Arnavutluk’a taşmıştı.
Nasıl başardı bunu peki? Buradan lojistik alanında tanınmış Lübnanlı bir ailenin hikâyesine geçelim…
***
Saade ailesi bugün dünya konteyner taşımacılığının en büyük şirketlerinden CMA CGM’nin sahibi. Suriye doğumlu Jacques Saade, 1950’li yıllardan itibaren Lübnan-Lazkiye arasındaki babasından kalma taşımacılığı Marsilya limanına kadar bağladı. Vietnam Savaşı’nda ABD ordusuna özel ürettiği konteyner sayesinde önü açıldı ve 1978’deki Lübnan savaşıyla beraber işinin merkezini bütünüyle Fransa’ya taşıyıp, Compagnie Maritime d’Affretement’i (CMA) kurdu. 1996’da Fransa’nın tarihi taşımacılık şirketi Compagnie Generale Maritime’yi (CGM) satın alarak atılım yaptı. Çin’in küresel ekonomiye eklemlenmesiyle coşan lojistik sektöründe, art arda pek çok satın alma daha gerçekleştirdi. Hikâyesi epey uzun. Birazını özetleyebildik sadece.
Fakat 2009 krizi, lojistik sektörünü vurup küresel çapta çöküşe yol açınca, Saade ailesinin kredilerle büyüttüğü şirketi de uluslararası finans oligarşisine yem olmanın eşiğine geldi. Tam o sırada gökten inmiş bir meleğin eli gibi, Robert Yıldırım’ın eli, zor durumdaki Lübnanlı aileye uzanıverdi. Daha doğrusu hangi el kimin eliydi, orası biraz gizemli.
2010-2014 arası 1 milyar dolara yakın kaynak Yıldırım tarafından bu küresel lojistikçiye enjekte edildi. Böylece 2009 krizinin yarattığı konsolidasyonda 20’den yaklaşık 7’ye inen küresel lojistik tekeli piramidinde zirveye, Türkiye’den sağlanan can suyu sayesinde CMA CGM yerleşiyordu. Şirketin başına 2018’de oğul Rodolphe Saade geçiyordu. 2020 yılında verdiği bir röportajda, Yıldırım’ın sermaye katkısının dönüm noktası olduğunu söylüyordu. Karşılığı yüzde 24 hisse ile Robert Yıldırım’ın da ailenin yanına oturması oldu. AB ve Ortadoğu’da siyasi lobisi kuvvetli, Fransız devletinin nişanlarını omuzunda taşıyan, ünü dünyaya yayılmış bir ailenin parçasıydı artık.
Şimdilik burada keselim. Daha Çin’e akan krom rezervleriyle, oradan gelen paranın özelleştirmeden hemen sonra Marshall, Virgin Adaları ve Malta’da kurulan off shore şirketlerine aktığına dair iddialara, mahkemelere taşınmış dava dosyalarına da bakacağız. Sadece meselenin kriminal bir vaka olmadığını vurgulayalım.
Tıpkı Hariri-Türk Telekom ilişkisinde olduğu gibi hemen her özelleştirmede yerli-yabancı bazı aileler gönenirken, Türkiye’nin aynı oranda yoksullaşması, toplumsal yapısının daha da bozulması tesadüf mü? Sorun birkaç yıllık ekonomik istikrarsızlıkla, iktidarın yanlış tercihleriyle mi sınırlı; yoksa, sistemli işleyen aşağıdan yukarıya, içeriden dışarıya hızlandırılmış bir servet ve sermaye transferinin yıkıcı sonuçlarını mı yaşıyoruz?
Talan ve sömürü kavramsal, soyut süreçler değildir. Aleni, gözümüzün önünde, yasaların ve siyasetin koruması altında işler. Suçu, yozlaşmayı, çürümeyi, fukaralığı gizemli, karanlık dehlizlerde filan aramaya lüzum yok. Görmek için olağanüstü servet artışlarının üzerini biraz kazımak yeterli. Esas suç orada yatıyor çünkü.
İşte başından sonuna Eti Krom’un hikâyesi de böyle. Ülkedeki sömürü ve talanın aldığı türlü biçimleri gösteren bir ekonomi politik dersi gibi. İncelemeye devam edeceğiz…