Kureyşan Ocağı evlatlarından Dede Musa Kazım Engin, ‘Varlığın birliği’ konusunu değerlendirdi. Evrende görünen her şeyin bir varlıktan tezahür ettiğini anlatan Engin, “Varlığın Birliği, don ve kalıp değiştirme, biçimden biçime gitme, vardan var olma konularından ayrı değildir” diyerek Alevi inancının derinliğini anlattı.
Alevi inancını temsil eden söylemlerden “Varlığın Birliği” konusunda Dede Musa Kazım Engin, görüşlerini PİRHA ile paylaştı.
Kureyşan Ocağı evlatlarından Dede Musa Kazım Engin, ‘Varlığın Birliği’ söyleminin ‘Vahdet-i vücut’ ve ‘Vahdet-i mevcut’ başlıkları ile bağlantılı olduğunu belirterek, “Varlıklar, doğada elementler olarak bulunur ve Alevilik bunu ‘18 bin alem’ diye tarif eder” dedi.
Dede Musa Kazım Engin, ‘Varlık’ olgusunun derinliği hakkında yüzyıllardır arayışın söz konusu olduğunu belirterek, “Örneğin doktora gittiğimiz zaman bize tahlil yaparlar ve ‘Sende demir, çinko eksikliği var’ deyip ‘D vitamini, C vitamini, E vitamini’ diye sayarlar. Ve bizler her şeyin vücudumuzda olduğunu anlarız. Ama bizler, etten, kandan ve candan oluşmuş varlıklarız diye biliriz. Hayır, sadece öyle değil. Binlerce yıl evvel filozoflar, düşünce insanları ‘Varlık nedir?’ diye soru sormaya ve bu soru ardından yavaş yavaş cevap alınmaya da başlanmış. ‘Acaba ‘Hayat’ dediğimiz şey nasıl oluştu?’ Ya da ‘‘Canlı’ dediğimiz şey nasıl oluştu?’ diye başlamışlar” ifadelerini kullandı.
“HÜNKÂR BEKTAŞ VELİ ‘ÇAR ANASIR’I İŞARET EDİYORDU”
Dede Musa Kazım Engin, varlık sorgulamasının Milat’tan önceki yıllarda Anadolu’da başladığına dikkat çekerek sözlerini şu cümlelerle sürdürdü:
“Medeniyetin kaynağı Anadolu, olduğu gibi kültürlerin kaynağı. Anadolu ve Mezopotamya ilimin, bilimin, tıbbın, matematiğin, geometri, astroloji ve bütün pozitif bilimlerin de merkezidir aynı zamanda. Tıp bilimi de buralardan gelişmiştir. Tıbbı İbn-i Sina formüle etmiş, ondan sonra batıya taşınmış. Bizdeki İslami gericilikten dolayı batı bunu almış, bilimsel ve teknolojik devrimler yaparak geliştirmiş, sahiplenmiş, kendine mal etmiş. Ama esas tıp burada Vahdet-i vücudu ve Vahdet’i mevcudu savunan ve yobaz şeriatçılar tarafından taşa tutulan İbn-i Sina tarafından geliştirilmiş. İbn-i Sina, şeriatçılar tarafından tecrit edilen ve baskıya maruz kaldı, bilimi savundu. Anadolu’daki filozoflar ‘Varlık’ sorusu ile işe başlayınca ilk ortaya çıkan filozoflar, hayatın ve canlının önce suda meydana geldiğini ortaya atmışlar. Su olmazsa hayat olmaz. Düşünmüşler, ekip-biçiyoruz, suyu biz ve hayvanlar da içiyor ve canlılık kazandırıyor suyun olduğu yerde hayat var, canlı suyla olur. Daha sonra gelen filozoflar, ‘Evet hayat su ile başlamıştır ama hava olmazsa su tek başına bir etki yaratamaz’ demişlerdir. Örnekler vererek ‘Nefes alıyoruz, bu nefesi uzun süre tutabilir misin?’ diye sormuşlar. Aldığımız nefesin oksijen olduğunu o zaman bilmiyorlar tabi. Filozoflar, havanın da hayatın devamlılığında varlığın ortaya çıkışında önemli bir etken olduğunu anlayınca 200-300 yıl boyunca bu sefer ‘Hayat nasıl ortaya çıktı? Varlığın nasıl ortaya çıktığı sorusuna iki soruyu cevapla yanıt veriyorlar. Bir; su ile diğer cevap; hava ile oluyor. İlerleyen zamanlarda ateşin, ısınmanın önemli bir devinim yarattığı ve aynı zamanda varlığı dinamize ettiği ve varlığı hayata getirdiği anlaşılmış. Peki bu nasıl anlaşılmış? Tohumu sonbaharda toprağa atıyorsunuz, bir kış üstünden geçiyor. Üzerine kar yağıyor. Ardından ilkbahar geliyor, önce cemre havaya, sonra suya, sonra toprağa düşüyor. Cemre’nin toprağa düşmesi 21 Mart’a denk gelir. 21 Mart Nevruzdur o yüzden de kutsaldır. Çünkü sıcaklığın emaresi, toprağın ısınmasıdır Nevruz. O yüzden Nevruz’da ateşler yakılır. Toprağa cemrenin düşmesine verilen simgesel bir anlamdır ve ateş o yüzden de kutsaldır. Alevilikte ocak ve ateş kutsaldır. Ocağa direk su dökülmez, ocağın üzeri küllenir ‘aman ocak sönmesin’ denir. ‘Ocağın sönmesin’ denmesinin iki manası vardır. Birincisi; oradaki köz sönmesin sabah bize lazım olacak, ikinci mecazi anlamı ise o topluluk bitmesin hayatını devam ettirsin anlamındadır.
Ateşin de burada önemi ortaya çıktıktan sonra deniliyor ki ‘Toprak olmadan nasıl olacak?’ Zaman geçiyor ve anlaşılıyor ki toprağın da varlığın ortaya çıkışında önemli bir etken olduğu anlaşılıyor. Filozoflardan Empedokles, varlığın hava, su, ateş ve toprak ile oluştuğunu yazıyor. Ne ilginç bir tesadüftür ki Hünkâr Bektaş Veli de Velayetnamesinde ‘Çar anasır’ ile dört unsuru; hava, su, ateş ve toprağı belirtiyor. Demek ki coğrafyamız kadim bir coğrafya. Kadim bir coğrafya olduğu için bilgiler ve bilgelik de kadimdir. Bilgiler nesilden nesille değişiyor ama kadim bilgelik asla ve asla değişmiyor.
Kulaktan kulağa aktarılarak bu okullar, ekoller vasıtasıyla Anadolu’nun göbeğinde yani ‘Kapadokya okulu’ dediğimiz okulda Hünkâr Hacı Bektaş Veli tarafından yeniden formüle ediliyor. O icat etmiş demiyorum. O bilgileri alıyor, hafızada yoğuruyor, bir arının bal yapması, çiçekten çiçeğe özlerini toplaması gibi kadimden gelen bu bilgileri süzüyor ve getiriyor.”
“BÜTÜN KÂİNATIN BİR VARLIKTAN TEZAHÜR ETTİĞİNİ ANLATIR”
Dede Musa Kazım Engin, ‘Çar anasır’ın ‘Varlığın Birliği’ anlamı taşıdığının da altını çizdi. Hiçbir olgunun yoktan var olmayacağını belirten Engin, “Hiçbir şey vardan da yok olamaz. Bütün hayatın varlığı toprak, hava, ateş ve sudan oluşur” diyerek şunları aktardı:
“Bizim nefeslerimizde gülbenglerimizde aynen şöyle diyor; 7 kat gökte 7 kat yerde, arşta, kürşte, levhi mahfuzda, 18 bin alemde varlığını her nesneye nakş eğleyen ve nurunu da insana bahş eğleyen ya Hakk ya Xızır diyor. Bizim bütün kozmik bilgilerimiz gülbenglerimizde, nefeslerimizde devriyelerimizde saklıdır. Varlığın Birliği, bütün kâinatın, evrenin bir olduğu, aynı nurdan, aynı cevherden var olduğu ve var olan her şeyin; dünyada ve evrende gördüğümüz her şeyin bir varlıktan tezahür ettiğini anlatır.
‘Bir Kandilden bir kandile atıldık,
Turab (Toprak) olduk yeryüzüne saçıldık,
Bir zaman Hakk idim Hakk ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim’
Bir başka nefeste ise;
‘Çatılmadan yerin göğün binası,
Muallakta iki nura düş oldum,
Ben Adem’den evvel çok gelip gittim.
Yağmur olup yağdım, ot olup bittim,
Bülbül olup Firdevs bağında çok öttüm,
Bir zaman için hara düş oldum.’
Hani Ahmet Arif bir şiirinde diyor ya ‘Havva Anan dünkü çocuk sayılır Anadolu’yum ben tanıyor musun?’ Âdem kim ki Âdem dünkü çocuk.
‘Kudret kandilinde bir ziya iken,
Ta o zaman âşık oldum nura ben,
Gökler yerde iken yer derya iken,
Üç bin sene hizmet ettim Pire ben’
İslam 1400 yıllık. ‘14 bin yıl gezdim’ diyor ya ‘pervanelikten’ boşuna bunu söylemiyor. Bizim nefeslerimiz çok önemlidir. Bizim o kadim bilgilerimiz o sırlarımız var ya herkesten özenle sakladığımız sırlar, bütün o nefeslerin içine sır edinmiş, saklanmış, üstüne de bir örtü örtülmüştür. Kadimde başka inançlar, başka dinlerin örtüsü zamanla geçmiş. İslam bizim üstümüze baskıyı kurunca üstüne İslam elbisesini giydirmişiz.”