in ,

Yazı, çok bilinmezi olan yolculuktur

Oğuz ALKAN

Yazar Nedim Gürsel, Son Yolcu isimli romanıyla okurların karşısında. Gürsel, “Yazmaya başlarken bir projeniz, bir tasarımınız olabilir ama yazdıkça o metin, kendi gerçeğini oluşturur ve sizi alıp götürür” diyor.

İnsanın objektif olmakta en başarısız olduğu konulardan birisi belki de geçmişle hesaplaşmak ya da kendini anlatmaya çalışmak olabilir. Kendinden taraf olmaya ne denli yatkın olduğumuz hesaba katıldığında geçmişe dair oluşturulan her türlü anlatının üzerinde birkaç kere düşünülmeyi hak ettiğini iddia edebiliriz. Nedim Gürsel ile çeşitli otobiyografik unsurlar içeren son romanı “Son Yolcu” da otobiyografik unsurların ağır bastığı ama yazarın objektiflik iddiası taşımadığı kurmaca bir metin. Nedim Gürsel ile Son Yolcu’ya, kentlere ve mekânlara dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Oğuz Alkan: Mitoloji, coğrafya ve tarihten beslenen, bunlarla kendi kişisel yaşantısı arasında bağlantılar kuran bir metin var elimizde. Sizin de kitap içerisindeki tanımlamanıza göre otobiyografi ile kurmaca arasında bir tür. İlkin bu türü biraz tanımlayıp açmak ister misiniz?

Nedim Gürsel: Son Yolcu benim yeni romanım. Yazar Deniz Çakır’ın anlatının odak noktasında olduğu bir roman. Ama bu aynı zamanda yazar Nedim Gürsel’in de hayatının bir dökümü. Bu sebeple otobiyografik unsurlar da var. Otofiksiyon diyebiliriz, Türkçeye öz kurmaca diye çevirebiliriz. Ben Türkçede karşılığını kurmaca olarak kabul ediyorum. Kurgu da deniliyor ancak kurgu, montajın karşılığı. Burada söz konusu olan öz kurmaca.

Nerede otobiyografi bitiyor, nerede kurmaca başlıyor bunun sınırlarını saptamak okur açısından kolay değil. Bu, yazarın okura sunduğu bir tür şaşırtmaca. O anlamda bir öz kurmaca metinle karşı karşıyayız. Tam olarak otobiyografik değil. Çünkü otobiyografi yazarla okur arasında bir sözleşme gibidir. Yazar kendi hayatı hakkındaki gerçekleri okura anlatma vaadi verir. Hayatının tüm gerçeklerini anlatmaz belki ama anlattığı her şeyin gerçek olması gerekir. Ama burada kurmaca devreye giriyor.

Bu sorumluluktan sıyrılıyorsunuz bu vesileyle…

Evet, burada başka bir tür ortaya çıkıyor. Ben bunu denedim, yaptığınız tespit doğru.

Benim açımdan ilginç olan şeylerden biri şu: Kitapta yazarımız Deniz Çakır yakın zamanda İstanbul’a gelecek ve Fransız televizyonuyla bir çekim yapacak. Bu aynı zamanda sizinle söyleşi tarihimizi saptamaya çalışırken bana aktardığınız bir durumdu. Yani kısa süreliğine İstanbul’a geleceğinizi ve Fransız televizyonuyla bir çekim yapacağınızı söylemiştiniz. Bu açıdan benim için ilginç bir deneyim oldu.

Şöyle bir şey oldu: Ben Son Yolcu’yu yazarken Fransız televizyonundan bir öneri almamıştım. Bunu tamamen hayal ettim. Eğer bir televizyon ekibiyle Nedim Gürsel’in belgeseli, Nedim Gürsel’in İstanbul’u çekilecekse bu vesileyle romanda günümüzdeki fetih ideolojisinin eleştirisini de yapabilirim diye düşündüm. Tuhaf bir şekilde Son Yolcu yayımlanmadan 1 hafta önce bu belgesel önerisini aldım. Bir çeşit öngörü ya da kehanet oldu. Romanda hayali ya da varsayım olarak anlatmaya çalıştığım çekim konusu gerçekleşti. Bazen böyle şeyler olabiliyor. Romanda anlatılanlar gerçek hayatta yaşanılabiliyor. Şimdi ben bu parantezi kapatayım. Diğer konuya geleyim.

Bir yaşa geldikten sonra hayatımın dökümünü yapmak istedim. Tabii bu çok zor bir şey. Tüm hayatınızın dökümünü yapamazsınız. Bütün ayrıntılara giremezsiniz. Daha önce ‘Sağ Salim Bir Kavuşsak’ romanımda çocukluk yıllarımın bir dökümünü yapmaya çalışmıştım. “Yüzbaşı’nın Oğlu” adlı romanım büyük ölçüde Galatasaray Lisesi’nde okuduğum yatılı günlerin bir dökümüdür. Ama Son Yolcu’da bir çeşit bilanço döküm yapmak istedim. Beni belirleyen coğrafyaları, üzerimde etkisi olan bazı olayları anlatmak istedim.

Araya girerek şöyle sormak istiyorum. Kitabın ana izleğinde –bir tür otobiyografi olduğunu da hesaba katarak- bir baba oğul hesaplaşması/çatışması var diyebilir miyiz? Bir yandan da İstanbul ile Paris arasında geçen bir yolculuk. Bunu sürgün olarak da değerlendirebiliriz belki. Ve elbette tüm bunlara eşlik eden çeşitli tarihsel ve coğrafi unsurlar…

Babayla hesaplaşma söz konusu çünkü babam Orhan Gürsel Fransızca öğretmeniydi. Onu çok genç yaşta kaybettim. Bir trafik kazasında öldü, 38 yaşındaydı. Fransızca’dan bazı çeviriler yapıyordu. Henry Troyat’nın Yalancı Işık’ını çevirmişti romanda anlattığım gibi. Sonra onu Paris’te sevgilisinin kollarında ölürken hayal ettim, romana öyle koydum… Baba figürü benim için önemli çünkü çok yakından tanıyamadım onu. Sanki onun yarım kalan uğraşını sürdürdüm. Öyle olmasadı zannederim yazar da olmazdım. Onu daktilosunun başında tuşlara basarken anımsıyorum. Kendisine Remington marka bir daktilo almıştı. Sonra ben o daktiloyla yazmaya devam ettim. Yani işte böyle unsurlarla kurmaya çalıştım geçmişi.

Deniz Çakır, yalnızca dirilerle ve sevgilisi Songül ile ya da eşi Yunan kökenli Penelope ile değil, ölülerle de konuşuyor. Annesi Emine Çakır’la da konuşuyor, babası Derin Çakır’la da konuşuyor. Yani git gelli bir diyalog var. Ama sadece gerçeklik içinde değil sanki öte dünyada da gerçekleşen bir diyalog söz konusu ve bu sırada mitolojiye göndermeler var. Yunan mitolojisi benim için önemli özellikle Odysseus figürü. Odysseus kendimi özdeşleştirdiğim bir figür. Bu açıdan İlyada’dan çok Odysseus ‘u sevdiğimi söyleyebilirim. Penelope bekleyen kadın figürü romanda. Odysseus’un eve dönüşü romanda da Deniz Çakır’ın kendi ülkesine dönüşü gibi algılanabilir.

Bu “eve dönüş” metaforundan Songül karakterine bağlanabiliriz zannediyorum. Songül, yazar Deniz Çakır’ın Diyarbakır’da, kitap fuarında tanıştığı bir karakter. Aralarında bir aşk ilişkisi başlıyor ancak bu ilişki aynı zamanda coğrafyaya dair yeni keşfedilen bazı meseleleri ve sizin bu bağlamdaki fikirlerinizi temsil ediyor gibi.

Son Yolcu aslında Paris-İstanbul güzergâhında gerçekleşen bir yolculuğu anlatıyor. Bu yolculuğu yapan kişi Deniz Çakır. Yazar Deniz Çakır gezi kitapları da yazdığı için birçok ülkeye gitmiş, hatta üzerinden uçtuğu ülkelerle ilgili anıları var. Yani Paris başta olmak üzere, İsviçre hava sahası, sonra Sırbistan’ın Saraybosna kuşatmasına doğrudan tanıklık etmiş. Bombalar Saraybosna’ya yağarken ‘Balkanlar’a Dönüş’ adlı kitabında da o izlenimlerini anlatmış. Onun bir de Doğu Anadolu’yu ve Kürt kimliğini keşfettiği bir yolculuğu var.

yazi-cok-bilinmezi-olan-yolculuktur-1002927-1.

Songül’ün Deniz Çakır’a yönelik “Balkan coğrafyasında yaşananları görüyorsunuz ama kendi ülkenizde yaşananları görmüyorsunuz.” şeklinde eleştirel bir söylemi var. Burada, başa dönüp anlatının otobiyografik özelliğini hesaba katarsak, bir özeleştiri mi söz konusu?

Özeleştiri olarak tanımlanabilir mi bilmiyorum. Çünkü bir yazar bütün davalara, bütün siyasi sorunlara sahip çıkamaz ancak bir tavır alabilir. Ve yapıtlarında da bu aldığı tavra dair mesajlar olabilir. Ama sonuçta söz konusu olan bir roman, otobiyografik bir roman. Burada tabii biraz bir özeleştiri de var. Çünkü ben bunu yaşadım. Böyle bir uyarı bana geldi. Ama buradan yola çıkarak bir gün bir roman yazabileceğini düşünmemiştim. Çünkü yazı bilinmez bir süreç. Yazmaya başlarken bir projeniz, bir tasarımınız olabilir ama yazdıkça o metin, o anlatı kendi gerçeğini oluşturur ve sizi alıp götürür. Dicle Nehri gibi. Beni de Songül ile Deniz Çakır’ın ilişkisi öyle alıp götürdü.

Siz bir söyleşinizde ilkin mecburi, sonrasında da gönüllü bir sürgün yaşadığınızı söylüyorsunuz. İstanbul’la Paris arasında. Burayı biraz açar mısınız? En azından okurlar da sizin belki kendi sürgününüzün özü bir miktar tanımak isteyebilirler diye düşünüyorum.

Paris’e gidişim ilk başta bir seçim değil, bir zorunluluktu. Galatasaray Lisesi’ni 1970’te bitirdim. Okulu bitirdikten sonra 12 Mart muhtırası oldu ve o zaman Halkın Dostları dergisi çıkıyordu. Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel’in çıkardıkları bu dergideki bir yazımdan, Lenin ve Gorki üzerine yazdığım bir incelemeden dolayı hakkımda soruşturma açıldı ve savcı 12 yıl hapsimi istedi. Bir yazı yüzünden… Bunun üzerine gittim Paris’e. 1973’te Ecevit iktidara gelince genel af çıktı. Benim davam da düştü. Dolayısıyla yetmiş üç yılından itibaren Türkiye’ye gidip gelebildim. Ama Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde modern Fransız Edebiyatı öğrenimime devam ettim. Sonra doktoramı savundum.

Karşılaştırmalı edebiyat alanında doktoramı savunduktan sonra Türkiye’ye döndüm. Yani Paris’e yerleşmek gibi bir niyetim yoktu. Bu sefer de Kenan Evren’in darbesi oldu. 12 Eylül’de ‘Uzun Sürmüş Bir Yaz’ kitabım toplatıldı. Devletin güvenlik kuvvetlerine hakaret suçlamasıyla. Oysa ben bu ilk kitabımla genç bir yazarken, 1976 yılında, yirmi beş yaşındayken çok önemli kurumun ödülünü almıştım ve bu ödül bana o zamanın Cumhurbaşkanı eski Oramiral Fahri Korutürk tarafından verilmişti. Buna rağmen orduya hakaretten yargılandım. Onun üzerine tekrar Paris’e döndüm, oraya yerleştim. Yani başta bir seçim değil, bir zorunluluktu. Sonra bir seçime dönüştü. Şimdi sık sık Türkiye’ye gidip gelebiliyorum. Ama biraz Parisli oldum.

Türk Edebiyatı’nın bugün gelmiş olduğu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yakından takip ettiğiniz yazarlar var mı?

Var tabii ama genç yazarları pek takip ettiğimi söyleyemem. Benim kuşağım ve benden önceki dönemlerin yazarlarını daha yakından tanıdım. Örneğin Sait Faik beni çok etkiledi. Onun dünyasına girmeye çalıştım. Bunla ilgili bir kitap yazdım, “Yalnızlığın Yarattığı Yazar”. Nazım Hikmet üzerine çalıştım, bir inceleme yazdım. Ece Ayhan ilginç bulduğum bir şairdi. Onu inceledim. Benim kuşağımın yazarlarını yakından takip ettim. Enis Batur, Mario Levi, Necati Tosuner… Daha birçok isim sayabilirim. Ama işim gereği artık keyif okumaları değil ödev okumaları yapıyorum. Diyarbakır’ı Son Yolcu’ya katabilmek için Diyarbakır üzerine birçok kitap okudum mesela. Dolayısıyla genç yazarları hak ettikleri ölçüde yakından izleyemiyorum. Ama bir gözlemimi ileteyim. Epey kadın yazar var. Cumhuriyet döneminden bir Halide Edip bilinirdi. Benden önceki kuşakta Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Gülten Akın gibi isimler sayılabilir. Ama bu yeni kuşakta bir hayli kadın yazar görüyorum. Bu gelişim olumlu bence. Ben de bir erkek yazar olarak kadınların dünyasını merak ediyorum. Bazen onlara yönelttiğim bakış -mizojini olmasa da- erkek odaklı bir bakış. Bu sebeple onların dünyasını izlemek beni zenginleştirir, geliştirir diye düşünüyorum.

BirGün

What do you think?

10k Points
Upvote Downvote

GILEAD SCIENCES, HIV SALGINININ SONLANDIRILMASI AMACIYLA 24 MİLYON DOLARLIK BAĞIŞ PROGRAMI BAŞLATTI

Wie gesund sind unsere Bäche?