“ Ölümsüzlük fakiri bir hayatta, ne geçmişi ne de geleceği hiç kimse senin elinden alamaz. Bu kısa mı kısa şimdi ‘ ki an senindir…
Nereye gidiyorsak oraya kendi yoksulluğumuzu taşıyoruz, bahar kokulu yağmur yağışına rüzgârın dizginsiz sesi karıştıkça, saç tabakaları şakırdayıp duruyor üstümüzde. Rüzgâr ve bulutların doluştuğu yağmur taneleri nisan ayında baharı oyalıyordu. Kötü bir rüzgâra sırt vermiş, bahara kırgın bir nisan ayı, yoksa ilerideki bir mevsime düşmeyi mi düşlüyor. Besbelli akıllı vidalar aklını yitirmiş, kış, kılık kıyafet değiştirerek arkasında onca yarası kapanmayan uzun uzadıya öyküler bırakarak geçti. Bir çatının altında biz iki kişiydik, başkasının acısına baktığımızda kendimizi artık görebiliyoruz. Bırakın bir yerde sonsuza dek durmaya, kendimiz olarak süssüz şeylerle birlikte yaşamak bence daha iyi. “ Herkesten kaçarak birbirimize sığındığımız günlerin sayısı giderek arttı. “ Bahar: gündüzleri güneşin ve ışığın bol olduğu mevsim demekti. Güneş her yere düşmezse de batıya yani bizim yaşadığımız kentlere sık – sık düşer. Eğer elimden gelirse iki kişilik yalnızlığımızı bir şiir dizesine dönüştürmek isterdim. Ama şimdilik düzyazının bu beklentilerime cevap olacağını düşünüyorum. Toplumsal düzenin her hangi bir yerinde tutunamayanların günden güne çoğaldığı bir rantiyede, halkına ve haklarına yabancılaşandan birine har an dönüşenlerin sayısının çok da olduğu bir zeminde birde böylesi çelişkiler yaşanabiliyordu. Dünden bugüne duyarsız bireyselliğiyle bomboş geçirenler benlik kavgasında hep olacaktır. Baharda çağlalar çağla – çağla gülmeye başladı, bunu da çevremizde bilmeyen hiç kimseler yoktu. Bireysel kavgalarımızla, yalnızlığımızı yine bir şiire dönüştürmekle mi uğraşacağız, ha değince, şiir bahar gibi bir mevsimle gelmez ki. Hatırlayanlar, belli bir süre hep var olacaktır, ilk yoksulluğu tek katlı toprak damlarda yaşadık, kalabalıktık ama mutluyduk. Şimdi sokaklar çok katlı binalardan oluşuyordu ve içinde yaşayanların hemen hepsi mutsuzdu. Geçmiş ve şimdi ‘ ki anda olabilecek en fakir ve değişmeyen bir görüntü… Bir gün öncesi: hava oldukça keyfe keder bir bahara yüklü, bir dokunsan neredeyse ağlayacak, besbelli altında yaşadığımız bir haritaya dağılmış vaziyette. Semeresini, acısını yemek ya da toplamak yine biz insanlara kalmıştı. 16 Nisan cumartesi günü: on gün öncesinden Online Kitap Satış Siteleri üzerinden, yazın izleğini çok sevdiğim ve severek okuduğum yazarların kitaplarından on altı adet kitap siparişi vermiştim ve o kitaplar Posta Kargo aracılığıyla elime ulaştı. Sadece o gün üstünkörü kitapların arka kapaklardaki tanıtım yazılarına bakarak geçiştirdim. Okuma alışkanlığımı diğer gün ve ayların günlerine bırakmak üzere, gözlerimin görebileceği bir noktaya iki sıra halinde kitapları üst üste koydum. Bilge insanın dediği gibi bende güneş aynı kentin tepesine eşit bir şekilde düşerken yani gün ışığında kitap okumayı hiç sevmem. Ancak akşamları evde eşimle birlikteyken o kendince günlük işlerini tamamlayıp, televizyonda bir şeyler seyrederken, bende okumak üzere okuma sehpamın üzerindeki kitabı, elektrik lambasının altında birbirine karanlıkta yaslanmış gecekondu “ varoluşlar “ evlerin samimi dostluğun da, kitap okumayı daha cazip görüyorum. Yarına ilişkin sıradan umutları olan kitapları okumak, her şeyden önce bir şeyleri düşün yoluyla düzeltmezsek de farklı ikinci bir gözle, bir şeyler öğrenmekte güzel. Böylece kendime edebi bir sorumluluk yüklemiş oluyordum. Kitap okumak serüveni: bana farklı geçecek olan akşamlara ayarlanmış keyif verici bir tiryakilikti. 2022 yılının nisanın on yedisi günlerden Pazar. Rüzgâr önüne ne geldiyse süpürüp götüren sürprizi yine biz yoksulları, bahar kokusuyla her tarafa savuruyor. Koşullardan dolayı betonarme yapamadığımız evlerin sac olan çatılarını önce hafif çiseleyen bir yağmur vuruyor ardından sert ve ölçüsüz bir şekilde rüzgârın esnemesiyle evlerimizin çatılarından kopan sac parçaları her tarafa yayıldı. O gökyüzünün uzantısı sonsuzluk bize yukarıdan bakmaya başladı, bulutlar, romantik genç âşıkların birbirine sevgiye dair sözcükler söylemelerine, şemsiyelerini açmalarına bile fırsat vermediği, sağa – sola çarpan yağmur damlaları, görkemli bir günün yürüyüşüne ayak uydurmuştu. Ama elimizde tek kullanabileceğimiz sözcükler olduğuna göre bu güne dair “ bahar “ sözcüğünü kullanmaya uygun buluyorum…
Taneyle aldığımız tuğlaların kırılan her yaprağından, değersizleşen bozuklukların, bir lira, iki lira olarak harcın içine düşüyor. Günün bütün yorgunluklarıyla günbatımına akıyordu, evde yer konumu hiç değişmeyen kanepe artık yaralarını sarabiliyorsa sarsın, geçmişin ve bütün zamanların siyah – beyaz yorgunluğu gözlerinden kayıp yere düşer, tepende incelip kısalan ışıklar bir düzen içinde. Yoksulluğun, faşizm ve antidemokratik yaptırımların çoğalmasında bütün toplumun büyük bir payı vardı. İki kişiydik üçüncü bir insana sorunlarımızı pay etmeye ne hakkımız ne de bir isteğimiz vardı, böyle kısır bir döngüye bizim dışımızdaki insanlara kendimizi acındırıp birazda yamalamak niyetinde değildik. Pencerenin yanı başında rüzgâr kendi benliğiyle havanın verdiği bir güçle ıslığını çalmaya devam ediyordu. Sokakta kardığımız birkaç mikâplık harcın yanına mahalleden birileri bir torba elenmiş ince kum torbasını bırakıp gitmişti, daha sonra öğreniyoruz ki yan komşumuz Sultan kadın kum torbasını harcın yanına bırakmış lazım olur diye. Hep yüreğine sor diye bir deyim vardır, halk arasında. Biz insanların konuştuğumuz dile, kalp dili diye bir sözcük katarsak pekâlâ iyi olur. Evet, bu gece karanlığına da iyi gelir, birde dört duvar arasındaki yalnızlığımıza iyi gelir. Karanlıkta koskoca kentlerin siluetleri kayboluyor, belli yerlere dağılmış kamu binalarının ışıkla bezenmiş üstenci halleri geriye kalır. Bir yerde de toplumsal yaşam olabildiğince kendi döngüsü içerisinde akıp gidiyordu. Uzun soluklu bir baharın dostluğuna çok ihtiyaç duyduğumuz bir günde, yine biz, iki kişi olduğumuzu duyumsayarak uyandık. Her şeyin el kiri bir metaya bağlı olduğunu, bir o kadar da hiçleştiğini anımsar insan. Bu sessizlik içinde insan kendini de yitirebilir ya da diğer insanlardan öç alma sevdasına da düşebilir. Şimdi bu an bu dakika gitgide kimyası bozulmuş insanlardan, neredeyse ölümüne nefret etmeye başlayabilirim. Ama insan canına kıymak benim aklımın alamayacağı bir gerçek olduğunu çok iyi biliyorum. Buda benim doğrum… Bildiğimiz bir şey var, yoksulluğa boğulmuş bir toplumsal hayatı, aydınlığa çekmek yerine karanlık bir görünüme ihtiyaç duyulması istenen bir politik tercihti. Bugünlerde çok da alışık olmaya başladığımız bir şey, herkes bir şeylerin fırsatını kollamasıydı, genel geçer temel ihtiyaçlar dışında, eğer işiniz herhangi bir demir doğrama atölyesine ya da inşaat işlerinde bir malzemeciye düştüğünde masrafından daha fazla bir işçilik masrafıyla karşılaşabilirsiniz. Nefes almanızı bile imkânsızlaştıran bir manzarayla karşılaşmak, bunu tozpembelik dışında anlatmanın bir yolu olmamasıydı. Gelişigüzel birkaç genç yeni yetmenin sokak ortasında birbirine el – etek hareketi çekerken arada bir sarmaş dolaş kontrolsüz gülüşmeleri, ipe sapa gelmez, günü yıpratan bir maddeyle uyuşturulmuş gibiydiler. O an aklına böyle bir gençliğe yazılan her şiir dizesine yazık olur, diye içinden geçirirsin. İçimden gençlere, günümüzün bu karanlık atmosferinden nasıl kurtulacağımıza dair bir soru sormak geçiyor. Yarına giriş yapan, siz orta eğitim sıralarında okuyan ey gençlik, şu anki iç dünyanızla, bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Çocuklara bunu söylemeyi çok isterdim, ama o an ki iç dünyam, bu soru herhangi bir yerde karşılarına çıkabilir, düşüncesiyle vazgeçiyorum. Yüksek sesle, ışığın gündüzleri bol olduğu bu zamanlarda, ışığı boşu boşuna boca etmeyiniz, birazda karanlığı aydınlatmaya bırakın nefesinizi, diyebilseydim iyi olurdu.. Aydınlıkla ilgili umudu genellikle nasıl dengelemeyi, ışıkla nasıl geçinmeyi düşünüyoruz. Artık evlerin tek giriş kapıları da sokağa bakmamaya başladı. Gündüzlerde kendi içindeki ışığı fazlasıyla boş yere harcıyor gibi görünüyordu. Birde gecelerin kendi içinde sakladığı ve esirgemediği acıların dört duvar arasında kalması vardı, dilsiz mi dilsiz?
“ Hiç tanımadığımız bir insanla ayaküstü de olsa, bir iki kelime özgürce konuşabiliyorsak, hiç bir şeyden vazgeçmek zorunda değiliz. Yoksa yaşamak dediğimiz şey daha da olanaksız olurdu. Dışarıda birer ikişer kendi yolunda giden insanlara bir bak. Temelde çelişkilerimizle daha iyiyiz… “ Yaşam içerisinde herkesin kendine özgü kırgınlıkları ve coşkuları vardı, buda onları daha iyi bir yaşamla ilgili, ortak duyguları olan insanlarla onları daha direngen ve yaşama karşı yararlı kılıyordu.
Karşıdan yaratılan bir yoksulluk ve her noktada eleştiren, üstelik de lanetleyen devamında ise “ Allah o uzun boylu adamı, ne de sultanı „ başımızdan eksik etmesin cümlesi açık – kapalı elbiselerden aşağı dökülüyor. Toplumda böyle düşünen bireylerde var, ama azımsanmayacak kadar da aklıselim insanlar vardı…
İyide ortada topyekûn bir yoksullaşma varsa, nasıl bir son ya da nasıl bir ilk başlangıç olabilir? Bu sorunun cevabını kendi iktidarlarına veren ülkeler ve halklar vardır. Bu öykünün adı, şimdiki yaşadığımız zamanın içindedir, başkacada bir cevabı yoktur.
“ Senin derdin, benim umarım, ötekinin umudu, insanı ortak bir duyguda birbirine yakınlaştıran bu duyguların tümü, hem toplumun hem de bireyin sorunlarını daha da açığa çıkarır… “
Ali Şeker